Muradiye Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Aşağa gitmek
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:39 pm
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK





Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı. 1881 senesinde Selanik’te bugün müze haline getirilen evde dünyaya geldi.
Babası Ali Rıza Bey, annesi Zübeyde Hanımdır. İlköğrenimine Selanik’te
Fatma Hanım Mahalle Mektebinde, sonra da 6 yaşında Şemsi Efendi
İlkokulunda başladı. Babası Selanik’te Asakir-i Milliye Taburunda
mülazım olarak (1876) çalışıp, bilahare Evkaf katipliğinde rüsumat
memurluğu yaptı. Daha sonra bu vazifeden ayrılarak kereste ticareti ile
uğraştı.
Mustafa Kemal, babasını çocuk yaşta kaybedince, annesi ve kızkardeşi
ile birlikte bir ara çiftlikte kâhyalık yapan dayısının yanına gitti.
Sonra annesi onu Selanik’te bulunan kızkardeşinin yanına göndererek
Selanik Mülkiye İdadisine yazdırdı. Kısa bir müddet sonra, büyük annesi
onu okuldan ayırdı. Ancak, gizlice Selanik Askeri Rüşdiye imtihanlarına
girip kazanması ile askeri meslek hayatı başladı. Mustafa isimli
matematik öğretmeni 1893’te başarısı sebebiyle; “Bundan sonra senin
ismin Mustafa Kemal olsun” dedi. Bu isim kendisi, öğretmenleri ve
öğrenciler tarafından benimsendi.
Selanik Askeri Rüşdiyesini bitiren Mustafa Kemal, daha sonra Manastır
Askeri İdadisi'nden (Lisesi) mezun oldu. Bu arada tatillerde Frerler’de
(Fransız okulu) Fransızca'sını ilerletti. 13 Mart 1899’da İstanbul Harp
Okuluna girdi. Meslek dersleri yanında, lisan ve kültürünü geliştirmeye
başladı. Geleceğe dönük hayalleri, yapmayı tasarladığı devrimlerin
fikri temeli, daha Harbiye’deyken filizlendi.
1902’de Harbiye’den mezun olup, 1903’te üsteğmen olan Mustafa Kemal,
Erkân-ı Harp (Kurmay) olmak üzere Harp Akademisi tahsiline başladı. 11
Ocak 1905'te Kurmay Yüzbaşı olarak Harp Akademisinden mezun olduktan
sonra, Şam’a tayin edildi. Kurmay stajını da 5. Ordu emrinde yaptı.
Harran’da Dürzilerle çıkan bir ihtilafı halletti. 1906 Ekiminde Şam’da
Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni gizlice kurup kimsenin haberi olmadan
Selanik’e giderek burada bir şubesini açtı ve Yafa’ya döndü.
20 Haziran 1907’de Önyüzbaşı (Kolağası) oldu. 13 Ekim 1907’de
Makedonya’da 3. Ordu Karargahına tayin olundu. 22 Haziran 1908’de Garp
Demiryolları (Selanik-Ürgüp) hattı müfettişliğine getirildi. 13 Ocak
1909’da 3. Ordu Selanik Redif Tümeni Kurmay Başkanlığına tayin edildi.
O tarihlerde Makedonya’da İttihat ve Terakki Cemiyeti çok faal
çalışıyordu. Teşkilatın Eylül 1909’da toplanan ikinci kongresine
Trablusgarb delegesi olarak katıldı. Fakat bunların çalışma tarzlarını
ve düşüncelerini beğenmiyordu. Kongrede; “Asıl mesele, yıkılmak üzere
bulunan imparatorluktan bir Türk Devleti çıkarmaktır.” diyerek, kendi
görüşünü izah etti. Enver Paşa ile bütün kongrelerde çekişti. Mustafa
Kemal’e göre; “İmparatorluğu yavaş yavaş tasfiye etmeliydi.” Mustafa
Kemal, teşkilat içerisinde İsmet İnönü, Kazım Karabekir ve Fethi Okyar
gibi kendisini destekleyen isimler buldu ise de görüş ayrılıkları
yüzünden cemiyetten uzaklaştı.
31 Mart Vak’asında (31 Mart 1325-13 Nisan 1909) İstanbul’a gönderilen
Hareket Ordusunun görevi sona erince, yeniden Selanik’e 3. Orduya
Kurmaybaşkanı olarak tayin olundu. 1910 senesinde Arnavutluk harekatına
katıldı. 13 Eylül 1911’de İstanbul’da Genel Kurmay Karargahında
görevlendirildi. 27 Kasım 1911’de binbaşılığa yükseldi. 18 Aralık
1911’de Bingazi ve Derne Şark Gönüllüleri Komutanı oldu. 9 Ocak 1912
Dobruk taarruzunu idare etti. 11 Mart 1912’de Derne Komutanlığına
getirildi.
24 Ekim 1912’de İstanbul’a döndü. Rahatsızlığı sebebiyle tedavi gördü.
Bahr-i Sefid Mürettep Kuvvetleri Harekat Şube Müdürlüğüne, 24 Kasım
1912’de Bolayır Kolordu Kurmay Başkanlığına tayin edildi. 1 Mart
1914’te yarbay oldu. Bükreş ve Belgrad Ataşemiliterliklerinde bulundu.
Oradan Çanakkale’de 19. Tümen Komutanlığına tayin olundu. 25 Şubat
1915’te Eceabat’ta göreve başladı. 25 Nisan 1915’te Karaçimen’de düşman
taarruzunu durdurdu. 1 Haziran 1915’te Anafartalar Grup Komutanlığına
tayin olundu. 10 Ağustos 1915’te Anafartalar’da düşmanı püskürttü. Bu
sırada Enver Paşa ile arası açılarak görevinden istifa etti ve
İstanbul’a geldi. Ocak 1916’da Edirne’de bulunan 16. Kolordu
Komutanlığına tayin olundu. 27 Şubat 1916’da Generalliğe yükseltildi. 7
Ağustos 1916’da 2. Ordu Komutanlığına getirildi. 5 Eylül 1917’de 7.
Ordu ile Suriye’ye gitti. 15 Aralık 1917’de Padişah Vahideddin ile
Almanya’ya gitti. 5 Ocak 1918’de döndü. 7 Ağustos 1918’de Nablus’daki
ordunun başına geçti. 26 Ekim 1918’de Haleb’in kuzeyindeki düşman
taarruzunu durdurdu. 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grup
Komutanlığına tayin edildi. Birinci Dünya Harbi sonunda Mondros
Mütarekesine göre Osmanlı Devleti batı ülkeleri arasında paylaşıldı. 13
Kasım 1918’de İstanbul’a gelen Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1919’a kadar
çalışmalarını burada sürdürdü. Şişli’de daha sonra müze haline
getirilen eve yerleşerek sonraları milli mücadelenin çekirdek kadrosunu
meydana getirecek arkadaşlarıyla (Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, İsmet
İnönü, Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf Orbay) toplantılar yaptı. 30
Nisan 1919’da Karadeniz Bölgesindeki Rum eşkıyayı yola getirmeye ve 9.
Ordu müfettişliğine tayin olundu. Bu görevin adı, 15 Haziran 1919’dan
sonra 3. Ordu müfettişliği oldu. Ona bu vazifeyi veren Osmanlı Sultanı
Vahideddin ile Yıldız Sarayındaki görüşmesini Falih Rıfkı Atay Çankaya
isimli eserinde (s. 174-175) yine Mustafa Kemal’in ifadesiyle şu
şekilde nakletmektedir:
“Yıldız Sarayının ufak salonunda Vahideddin’le adeta diz dize denecek
kadar yakın oturduk. Sağında dirseğini dayamış olduğu masa üstünde bir
kitap vardı.
Salonun Boğaziçine doğru açılmış penceresinden gördüğümüz manzara şu
idi: Birbirine muvazi hatlar üzerinde düşman zırhlıları bordolarındaki
toplar sanki Yıldız Sarayına doğrulmuş. Manzarayı görmek için
oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kafi idi.
Vahideddin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: «Paşa,
Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi bu kitaba
girmiştir.» Elini demin bahsettiğim kitabın üzerine bastı ve ilave
etti. «Tarihe geçmiştir.» O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu
anladım, dikkatle ve sükunetle dinliyordum. «Bunları unutun» dedi.
«Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa,
devleti kurtarabilirsin!» Bu sözlerden hayrete düştüm...”
Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan
Samsun’a hareket etti. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. 28 Mayıs’ta
Havza’ya geldi. Burada üst kademede bulunanlara ve bütün komutanlara
gizli bir genelge yayınlayarak işgal karşısında Türk milletini
bütünleşmeye çağırdı. Buradan Amasya’ya geçti. 21-22 Haziran gecesi
Amasya Tamimi ile Türk milletini birlik ve bütünlüğe davet etti. Bu
tamimler, İtilaf devletlerinin baskısıyla hükümetçe İstanbul’a
çağırılmasına yol açtı. Bu olaylar üzerine Mustafa Kemal Paşa 7
Temmuzda görevinden ve askerlikten istifa ettiğini hükümete bildirdi.
23 Temmuz 1919’da açılan Erzurum Kongresine başkan seçildi. Bu kongrede
dokuz kişilik bir Hey’et-i temsiliye seçildi ve başına Mustafa Kemal
getirildi. 4-11 Eylül’de toplanan Sivas Kongesinde Heyet-i temsiliyeye
bütün ülkeyi temsil etme yetkisi verildi. 7 Kasım 1919’da Erzurum
milletvekili seçilen Mustafa Kemal 27 Aralık 1919'da Ankara’ya geldi.
16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalini yabancı parlamentolar nezdinde
protesto etti.
19 Mart 1920’de Türk vatanseverlerini Ankara’ya çağırdı. Ankara’dan
milletvekili seçildi. 23 Nisan 1920’de de Türkiye Büyük Millet meclisi,
dinî bir merasimle açıldı. 24 Nisan 1920’de Meclis Başkanlığına
seçildi. Türk İstiklal Savaşı fiilen başladı. Birinci ve İkinci İnönü
Savaşları ile Türk Ordusu üstünlüğünü gösterdi. 5 Ağustos 1921’de
Başkomutan oldu. 12 Ağustos 1921’de Polatlı’da Başkomutan sıfatıyla
ordunun başına geçti. 13 Eylül 1921’de 22 gün 22 gece süren Sakarya
Meydan Savaşını kazandı. 19 Eylül 1921’de Gazi ve Mareşal unvanı
verildi. 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşmasını imzaladı. 20 Ağustos 1922’de
Büyük Taarruz için Akşehir’e gitti. 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruzu
idare etti. 30 Ağustos 1922’de; “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir.
İleri!” emrini verdi. 9 Eylül’de Türk Ordusu İzmir’e girdi. 11 Eylül’de
****** İzmir’e geldi. 14 Ocak 1923’te annesi Zübeyde Hanım öldü ve
İzmir'e gömüldü. 29 Ocak 1923'te Latife Hanımla evlendi. 29 Ekim
1923'te Cumhuriyet ilan edildi ve ilk Cumhurbaşkanı seçildi. 5 Ocak
1925’te Latife Hanımdan ayrıldı. 24 Ağustos 1925’te Karadeniz gezisinde
ilk defa şapkayı giydi. 15 Haziran 1926'da İzmir suikastı ortaya
çıkarıldı. 3 Ekim 1926’da ilk defa heykeli Sarayburnu’na dikildi. 1
Temmuz 1927’de askerlikten emekliye ayrıldı. 15-20 Ekim 1927'de “Büyük
Nutuk'unu Türkiye Büyük Millet Meclisinde okudu. 1 Kasım 1927’de ikinci
defa Cumhurbaşkanı seçildi. 4 Kasım 1927’de Etnografya Müzesi önüne
heykeli dikildi.
9 Ağustos 1928’de Sarayburnu’nda Latin harflerinin kabulüyle ilgili
nutkunu söyledi. 29 Ağustos 1928’de Dolmabahçe Sarayında Türk dili ve
yeni harflerle ilgili kongreyi topladı. 3 Kasım 1928’de Harf Devrimini
yaparak Latin harfleri kabul edildi. 15 Nisan 1931’de Türk Tarih
Kurumunu kurdu. 4 Mayıs 1931’de üçüncü defa Cumhurbaşkanlığına seçildi.
1 Temmuz 1932'de Ankara'da Birinci Tarih Kongresini topladı. 22 Eylül
1932’te Dil Kurultayı Kongresine başkanlık yaptı. 29 Ekim 1933’te 10.
Yıl Nutkunu söyledi. 24 Kasım 1934’te kendisine “ATATÜRK” soyadı
verildi. 1 Mart 1935’te dördüncü defa Cumhurbaşkanlığına seçildi. 6
Ocak 1937’de Hatay ile ilgili olarak Konya’ya gitti. 16 Ağustos 1937’de
Trakya manevralarına katıldı. 19 Mayıs 1938’de Güney Doğu illerine
geziye çıktı. 14 Haziran 1938’de rahatsızlığı sebebiyle “Savarona
Gemisi”nde istirahata çekildi. 25 Temmuzda Dolmabahçe Sarayına
getirildi. 15 Eylül 1938’de vasiyetnamesini hazırladı. 29 Ekim 1938’de
Cumhuriyetin 15. Kutlama törenlerine katılamadı. Mesajı okundu. 8 Kasım
1938’de hastalığı arttı. 10 Kasım 1938 sabahı saat 9’u 5 geçe
Dolmabahçe Sarayının “Muayede Salonu”nun denize bakan dördüncü odasında
öldü. 16 Kasım 1938’de katafalka konarak 500 bin kişi önünden geçip
saygı duruşunda bulundu. Generaller nöbet tuttular. 19 Kasım 1938’de
Zafer Zırhlısı ile Sarayburnu'ndan hareket edilerek 21 Kasım’da
Ankara’ya ulaştı. Daha sonra Etnoğrafya Müzesine konuldu. 10 Kasım
1953'te 136 Harp Okulu öğrencisinin çektiği top arabasıyla kendisi için
yaptırılan “Anıtkabir”e getirildi ve oraya defnedildi.
******’ün devrimci şahsiyeti: Zaman zaman bazı tarihçi veya yazarlar,
Cumhuriyetten önceki Mustafa Kemal ile Cumhuriyetten sonraki Mustafa
Kemal ****** arasında ayırım yapmışlar ve tarihi bir hataya
düşmüşlerdir. Halbuki fikir yapısı ve idealleri bakımından fark yoktur.
Fark sadece Cumhuriyetten önceki ideallerinin Cumhuriyet’ten sonra
fiiliyata intikalidir. Nitekim ****** bu hususu Nutuk’ta şöyle ifade
etmektedir: “Ben Milletin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiğim
büyük tekamül istidadını, milli bir sır gibi vicdanımda taşıyarak
peyderpey bütün heyet-i içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde
idim.”
Devrimler için zamanlama faktörünü çok iyi ayarlamış, ihtiyatlı ve
acele etmeden attığı siyasi adımlarla hayatı boyunca idealleri olan
düşüncelerini (devrimlerini) hedefine doğru şuurluca ve azimle
yaklaştırmıştır. Tek kelime ile devrimler, ******’ün şahsiyetinin ve
hayatının her safhasının ayrılmaz unsurlarıdır. Nitekim Mazhar Müfit
hatıratında şöyle yazmaktadır:
Erzurum’dayız.
“Mazhar not defterin yanında mı?”
“Hayır Paşam!”


En son romaryu tarafından Ptsi Şub. 09, 2009 6:53 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:40 pm
“Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip
çıkacaksın. Al gel.” dedi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir
iki nefes çektikten sonra: “Ama bu defterin bu yaprağını hiç kimseye
göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya
(Özel Kalem Müdürü), bir de sen bileceksin. Şartım bu!” dedi.
Süreyya da, ben de:
“Bundan emin olabilirsin, Paşam!” dedik.
“Öyle ise tarih koy!” dedi. Koydum, 7-8 Temmuz 1919 sabaha karşı,
“Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki;
Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır.
Üç: Örtünmek kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi
şapka giyilecektir.” Seneler sonra Çankaya’da yemek esnasında birkaç
defa:
“Bu Mazhar Müfit yok mu? Kendisine Erzurum’da örtünme kalkacak, şapka
giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not
etmesini söylediğim zaman, defteri koltuğunun altına almış ve bana
hayal peşinde koştuğumu söylemişti.” dedi.
Bir gün bana önemli bir ders verdi: Şapka devrimini açıklamış olarak
Kastamonu’dan dönüyordu. Ankara’ya döndüğü anda, otomobille eski Meclis
binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı
görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin yanında oturan Diyanet İşleri
Başkanının başında bir şapka vardı. Kendisi ne ise ne? Fakat kendisini
karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Başkanına da
şapkayı giydirmişti. Ben hayretlerle bu manzarayı seyrederken,
otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı ve “Azizim Mazhar Bey, kaçıncı
maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?” dedi.
****** ile devrimleri arasında çok sıkı bir bağ vardır.
Gerçekleştirdiği devrimler, Harbiye talebesi Mustafa Kemal’den ölümüne
kadar hayatının sebeb-i gayesi, ideali, hayalleri ve hayatının ayrılmaz
bir parçası olmuştur. İstiklal Harbi esnasında bazı arkadaşlarının
vatanı kurtarmak yanında rejimle ilgili icraatların yapılmasını
istemelerine karşı şöyle konuşmuştur:
“Galeyana lüzum yok arkadaşlar. Bir işi zamansız yapmak o işi akamete
uğratmak olur. Fikirlerinize muhalif değilim. Sadece zamansız olduğu
kanaatindeyim... Her şey zamanında ve sırasında yapılmalıdır...” derken
muhaliflerine karşı da: “Biz memleketin kanunlarına, idare ve rejim
sistemlerine müdahale niyeti güden bir teşekkül değiliz; gayemiz sadece
vatan ve milleti kurtarmaktan ibarettir. Müstakil bir vatan istiyoruz.
Kanunları değiştirmek gerekiyorsa memlekete yeni bir nizam verecek,
hükümet şeklini değiştirecek olan müessese Milli Meclis olacaktır. Biz
Meclis-i Mebusan değiliz.” diyerek ilerde gerçekleştireceği devrimlerin
tehlikeye düşmesini önlemiştir.
Daha talebe olduğu yıllarda hep geleceğin hesabını yapardı. Saatlerce
uyuyamazdı. “İstanbul Pangaltı’daki Harp Okulu yıllarında Mustafa
Kemal’in geceleri karman-çormandı. Yatar ama uyuyamazdı. Sabaha karşı
ancak dalardı ve sabahları kalk borusunu duymazdı. Bir gün
arkadaşlarından birisi: “Sen kalk borusunda uyanamıyorsun. Nöbetçi
subayı karyolanı sarsmadıkça kalkmıyorsun nen var senin?” diye
sorduğunda şu cevabı almıştı: “Yatağa girdikten sonra uykuya
dalamıyorum. Gözlerim sabahlara kadar açık. Tam uyuyacağım zaman da
kalk borusu çalıyor...”
1908 kış aylarında Selanik’te Beyaz Kule Birahanesi karşısındaki Askeri
mahfelde Mustafa Kemal ve bazı arkadaşlarının giriştikleri, memleketle
ilgili münazarada Mustafa Kemal’in söylediklerinin bir kaçı şöyledir:
“İnkılabı ikmal etmek lazımdır. Ben bunu yapacağım. Bugünkü Osmanlı
İmparatorluğunun yüksek sayılan kumandanları benim için yoktur. Ordu
kumandan sicilleri için son limit olarak binbaşıyı kabul ediyorum.
Geleceğin büyük kumandanları bunlar olmak gerekir. Sicil defterlerinin
binbaşıya kadar olanlarını muhafaza edeceğim. Üst tarafını
yaktıracağım. Bundan sonra ne olacağını yapacağımız inkılap
gösterecektir. Evet inkılap (devrim) yapacağız. Bugüne kadar yapılan
inkılap (devrim) sayılmaz. Memleketi binbir akılsızın eline bırakamam.
Birçok adamların yerine birkaç kafa ile iktifa edebilirim. Mesela;
Kazım Köprülü’yü (Özalp) harbiye nazırı yapacağım. Nuri’yi (Conker)
kumandan ve idare şefi yapacağım. Fethi’yi (Okyar) yeni inkılapçı
Türkiye’nin mümessili olarak Avrupa’ya göndereceğim.”
Nuri Conker’in gülmesine Mustafa Kemal; “Niçin gülüyorsun?” diye
sorduğunda; “Seni düşünüyorum onun için, bütün işler içinde sen ne
olacaksın?” Mustafa Kemal gülerek; “Ben mi? Ben de sizleri o makamlara
getiren olacağım.” cevabını verdi. O kendi misyonunu daha o Selanik
günlerinde başlatmıştı bile. 29 sene sonra 1937’de Çankaya’da bir
yemekte aynı kişiler karşısında bu konuşmayı kendisi anlatmıştır.
Mustafa Kemal 1918 yılında tedavi maksadıyla gittiği Karlsbad’da hatıra
defterine şöyle yazmıştır: “Bir gün bu milleti idare mevkiine gelirsem,
carp (darbe) yapacağım. Ama bu darbe sonunda hiçbir zaman avamın
derecesine inmeyeceğim. Avamı kendi seviyeme çıkaracağım.”
Mustafa Kemal henüz 26 yaşında ve kıdemli yüzbaşı rütbesindeyken
1907’de Bulgar Türkoloğu İvan Manolof’a: “Bir gün gelecek hayal
zannettiğiniz bütün inkılapları başaracağım. Mensup olduğum millet bana
inanacaktır.” dedi. Mustafa Kemal ****** yapacağı inkılapları 1923’ten
önce tasarlamıştı. Ancak bütün bu hususları sağlam zaman ve zemin
imkânlarıyla başarabilirdi. Beden ve ruh nasıl ki, canlı bir insanın
birbirinden ayrılmaz parçaları ise, ******’ün hayatı ve devrimleri
onun şahsiyetinin ayrılmaz unsurlarıdır.
****** devrimlerinin içinde en mühimi laiklik devrimidir. Hatta
****** ile ilgili birçok eserde laiklik, ****** devrimlerinin temeli
olarak kabul edilmiştir. ******’ün inandığı ve yapmak istediği
laiklik, “Dünya işlerini din işlerinden ayırmak, yani dünya işlerinin
dinin dışında ele alınması, dini emirlerden ayrı mütalaa edilmesidir.”
******’e göre bir devletin laik olabilmesi için, hukuki bakımdan
siyasi ve dini otoritenin birbirinden ayrılması ve devlet işleri ile
din işlerinin ayrı olmaları gerekmektedir.
******, Türkiye’nin takip edeceği iktisadi sistemi ve diğer
hususlardaki görüşlerini şu sözlerle belirtmektedir: “Türkiye’nin
tatbik ettiği devletçilik sistemi 19. asırdan beri sosyalizm
nazariyelerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş
bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye
has bir sistemdir.” “İktisaden zayıf bir millet, fakr ü sefaletten
kurtulamaz. Kuvvetli bir medeniyete, refah ve saadete kavuşamaz.
İçtimai ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz.”
“Siyasi ve askeri muzafferiyetler, ekonomik tedbirler ile terviç
edilemezlerse, kazanılan zaferler payidar olamaz. Az zamanda söner.”
“Tüccar, milletin emeğini ve istihsalini kıymetlendirmek için eline ve
zekasına emniyet edilen ve emniyete liyakat gösterilmesi gereken
adamdır."
“İstikbal göklerdedir... Türk çocuğu göklerdeki yerini en kısa zamanda
almalıdır... Bu yarışa Türk milleti olarak vakit kaybetmeden
katılmalıyız ve söz sahibi olmalıyız... Yurt içinde behemahal hava
sanayii kurulmalıdır."
“Hükuüetin varlığının hikmeti, memleketin güvenlik ve asayişini, milletin huzur ve rahatını sağlamaktır.”
“ Millet, dil, kültür ve mefkure birliği ile birbirlerine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimai heyettir.”
“Bilelim ki, milli birliğini bilmeyen milletler, başka milletlerin şikarıdır.”
“Bir millet sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe, yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez.”
“Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında milli birlik, iyi
geçinme ve çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur.”
“Hükümet millettir ve millet hükümettir.”
“Hükümetin iki hedefi vardır: Biri milletin korunması, ikincisi
milletin refahını temin etmektir. Bu iki şeyi temin eden hükümet
iyidir. Edemeyen fenadır.”
“Basın, bir milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatma ve
irşatta bir millete muhtaç olduğu fikri gıdayı vermekte, hülasa bir
milletin hedef-i saadet olan müşterek bir istikamette yürümesini
teminde basın başlı başına bir kuvvet, bir mektep ve bir rehberdir."
"Felâket başa gelmeden evvel onu önleme çareleri ve müdafaası düşünülmek lazımdır. Geldikten sonra düşünmenin faydası yoktur."
"Türklerin vatan sevgisi ile dolu olan göğüsleri, mel’un ihtiraslara karşı daima demirden bir duvar gibi yükselecektir.”
1 Mart 1922’de Meclisi açış nutkunda: “Buraya kadar sözünü ettiğimiz
hususlar, milletin maddi güçlerini geliştiren ve yükselten
tedbirlerdir. Halbuki insanlar yalnız maddi değil, aynı zamanda bu
maddi gücün içinde yer alan manevi gücün de etkisi altında hareket
ederler. Milletler de böyledir... Manevi güç ise, özellikle ilim ve
inanç ile yüksek bir süratle gelişir.”
“Türkiye’nin öğretim ve eğitim siyasetini, her seviyede, tam bir
aydınlık ve hiçbir şüpheye yer bırakmayan bir açıklıkla belirlemek ve
uygulamak gerekir. Bu siyaset her anlamıyla milli bir özde
düşünülebilir.”
“Milli terbiye esas alındıktan sonra onun dilini, usulünü, vasıtalarını
da milli yapmak zarureti münakaşasız kabul edilecek bir kanundur.”
****** 15 Temmuz 1921'de ilk Milli Eğitim Kongresinin açış
konuşmasında: “Efendiler; yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize
görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun en evvel ve her şeyden
evvel Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine, milli geleneklerine
düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumunu öğretmelidir.
Dünyadaki milletlerarası duruma göre böyle bir savaşın gerektirdiği
terbiye unsurları ile donanmış olmayan fertler ve bu mahiyette
fertlerden toplanmış cemiyetlere hayat ve istiklal yoktur. Silahla
olduğu gibi dimağı ile de mücadele mecburiyetinde olan milletimizin
birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla
şüphem yoktur. Milletimizin saf karakteri kabiliyetle doludur. Ancak bu
tabii kabiliyeti bilecek bilgilerle donanmış vatandaşlar lazımdır.”
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:40 pm
Bu konuşma yapıldığı sırada ideolojik,
kültür ve psikolojik savaş ve her türlü soğuk savaş usulleri bugünkü
seviyede değildi. ****** bir yurt gezisinde arkadaşlarıyla sohbet
ederken, subaylığının ilk senelerinde Alman filozofu Ludwig Büchlen’in
eserlerini okuduğunu ve beğendiğini söylemiş ve Alman filozofunun
görüşlerini etrafındakilere şöyle izah etmiştir:
“Tarihten, zaferden, büyük devlet adamlarından mahrum milletler, maddî
imkânları ne kadar geniş olursa olsun ciddî ve güçlü bir sarsıntı
karşısında dayanamayıp yıkılıp silinmişlerdir.”
****** bir konuşmasında:
“ Bilirsiniz ki, milliyet nazariyesini, millet mefkuresini yıkmaya
çalışan nazariyelerin dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunmamıştır.
Çünkü tarih, vukuat, hadisat ve müşahedat, insanlar ve milletler
arasında hep milliyetin hakim olduğunu göstermiştir ve milliyet
prensibi aleyhindeki büyük mikyastaki fiilî tecrübelere rağmen yine
milliyet hissinin ölmediği ve kuvvetle yaşadığı görülmektedir” der.
Batılılaşmak, ******’ün ve onun kurduğu Cumhuriyetin ve devletin resmî
hedefi olmuştur. ******’e göre batılılaşmak, batının örf ve adetlerini
almak ve onu kopya etmek değildir. Elbette her milletin kendisine
mahsus özel hususiyetleri, örf ve adetleri, töreleri, milleti millet
yapan millî ve manevî değerleri (kökleri) vardır. İçtimaî bünyeye ters
düşen, yani milleti ile bütünleşmeyen bir devlet düşünülemez.
****** ile ilgili olarak Türkiye’de ve dış ülkelerde yüzlerce eser
yazılmıştır. Elbette ******’ün yaptıklarını ve şahsiyetini mahdut olan
sayfalar arasına sığdırmak mümkün değildir. ******’ün siyasî, askerî,
idarî görüş ve icraatları ile ilgili hususlar ciltler dolusu
anlatılmıştır.



Abaza Hasan Paşa





Sultan Dördüncü Mehmed Han devrinde Osmanlı tarihinin en büyük celali
isyanını çıkaran asi reisi. Silahdar bölüğüne mensup kapıkulu
süvarilerindendir. Anadolu’da Türkmen boylarının ağası olan Haydaroğlu
Mehmed’in çıkardığı isyanı bastırarak meşhur oldu. Bu başarısı
dolayısıyla Yeni İl Türkmen voyvodalığına tayin edildi. Ancak bir süre
sonra görevden alınmasına kızarak isyan etti. Gerede ve Bolu arasındaki
sahayı hükmü altına aldı ve bu sırada isyan etmiş olan İbşir Paşa ile
birleşerek üzerine gönderilen Katırcıoğlu’nu yendi. Bunun üzerine
isyanını önlemek gayesiyle yeniden Türkmen ağalığına tayin edildi.
Abaza Hasan Paşa, İbşir Mustafa Paşanın sadrazamlığı sırasında ona
müşavirlik görevinde bulundu. Ancak bir takım hadiselere sebep
olduğundan dolayı İbşir Mustafa Paşa idam edilince Abaza Hasan Paşa
onun intikamını almak gayesiyle tekrar isyan etti. Osmanlı ordusu
Macaristan seferinde iken büyük bir kuvvetle İstanbul üzerine yürüdü.
İsyan hareketinin büyümesi üzerine Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa,
Erdel’den İstanbul’a dönmek mecburiyetinde kaldı. Köprülü Mehmed
Paşanın sadrazamlıktan azlini temin etmek üzere ileri harekata geçen
Abaza Hasan Paşanın üzerine Anadolu serdarı Diyarbakır valisi Murteza
Paşa gönderildiyse de, Hasan Paşa, gelen orduyu Ilgın civarında mağlup
etti. Daha sonra kış bastırıp, ordunun iaşesini teminde zorluk baş
gösterince, Abaza Hasan Paşa da ordusunu dağıttı. Bu esnada Murteza
Paşa ile Halep valisi Tutsak Ali Paşanın tekliflerine kanarak Halep’e
gelen Abaza Hasan Paşa üzerine bir gece baskını yapıldı. Suç ortakları
ile birlikte gerekli cezayı gördü (1658).



Abbas Hilmi Paşa





Sultan Dördüncü Mehmed Han devrinde Osmanlı tarihinin en büyük celali
isyanını çıkaran asi reisi. Silahdar bölüğüne mensup kapıkulu
süvarilerindendir. Anadolu’da Türkmen boylarının ağası olan Haydaroğlu
Mehmed’in çıkardığı isyanı bastırarak meşhur oldu. Bu başarısı
dolayısıyla Yeni İl Türkmen voyvodalığına tayin edildi. Ancak bir süre
sonra görevden alınmasına kızarak isyan etti. Gerede ve Bolu arasındaki
sahayı hükmü altına aldı ve bu sırada isyan etmiş olan İbşir Paşa ile
birleşerek üzerine gönderilen Katırcıoğlu’nu yendi. Bunun üzerine
isyanını önlemek gayesiyle yeniden Türkmen ağalığına tayin edildi.
Abaza Hasan Paşa, İbşir Mustafa Paşanın sadrazamlığı sırasında ona
müşavirlik görevinde bulundu. Ancak bir takım hadiselere sebep
olduğundan dolayı İbşir Mustafa Paşa idam edilince Abaza Hasan Paşa
onun intikamını almak gayesiyle tekrar isyan etti. Osmanlı ordusu
Macaristan seferinde iken büyük bir kuvvetle İstanbul üzerine yürüdü.
İsyan hareketinin büyümesi üzerine Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa,
Erdel’den İstanbul’a dönmek mecburiyetinde kaldı. Köprülü Mehmed
Paşanın sadrazamlıktan azlini temin etmek üzere ileri harekata geçen
Abaza Hasan Paşanın üzerine Anadolu serdarı Diyarbakır valisi Murteza
Paşa gönderildiyse de, Hasan Paşa, gelen orduyu Ilgın civarında mağlup
etti. Daha sonra kış bastırıp, ordunun iaşesini teminde zorluk baş
gösterince, Abaza Hasan Paşa da ordusunu dağıttı. Bu esnada Murteza
Paşa ile Halep valisi Tutsak Ali Paşanın tekliflerine kanarak Halep’e
gelen Abaza Hasan Paşa üzerine bir gece baskını yapıldı. Suç ortakları
ile birlikte gerekli cezayı gördü (1658).


Abdi Paşa





Osmanlı Devletinin Budin eyaletindeki son valisi ve meşhur Budin
kahramanı. Asıl adı Abdurrahman’dır. Doğum yeri ve tarihi
bilinmemektedir. Yeniçerilikten yetişti. Yüksek zekası ve kabiliyeti
ile 1668 yılında Yeniçeri ağası oldu. Girit savaşlarında büyük
kahramanlıklar göstermesi üzerine vezirlik rütbesine terfi etti. Bundan
sonra sırasıyla; Bağdad, Mısır, Bosna ve Budin valiliklerinde bulundu.
1684 yılında Halep valiliğine, aynı yıl tekrar Budin valiliğine tayin
edildi. Budin valisiyken az bir kuvvetle 1686 yılında doksan bin
kişilik Haçlı ordusuna karşı durdu. Düşmanın teslim tekliflerini geri
çeviren Abdi Paşa, 1686’da çıkarma harekatı yaparken şehid oldu. Bu
sırada 80 yaşlarındaydı. Haçlı ordusu ancak bundan sonra şehre
girebildi. Macarlar, Abdi Paşaya hürmet etmişler ve hatırasına kabrini
imar ederek üzerine Türkçe ve Macarca Abdi Paşayı metheden ve şehadet
tarihi bulunan bir mezartaşı koymuşlardır.
Abdi Paşa (Nişancı)
Osmanlı devlet adamı ve tarihçi. Asıl adı Abdurrahman’dır. İstanbul’un
Anadoluhisarı semtinde dünyaya geldi. Doğum tarihi belli değildir.
Eğitim ve öğretimini Enderun-ı hümayunda tamamladı. 1648’de Saray-ı
Hümayunun Büyük Oda kısmında ilk resmi vazifesine başladı. İki sene
sonra Seferli Koğuşuna atandı. Bu vazifede 1659’a kadar kalan Abdi
Paşa, Has Oda’ya tayin edildi. 1665’te tuğra çekme vazifesi verildi.
1668’de sır katipliğine getirilen Abdi Paşa ertesi sene Temmuz ayında
vezirlik rütbesi ile nişancılık nasbına tayin edilerek saraydan
ayrıldı. Uzun süre bu vazifede kalan Abdi Paşa Çehrin Seferi sırasında
İstanbul kaymakamı oldu (1678). Ertesi sene dördüncü vezirliğe terfi
etti. İkinci vezir iken 1682’de Basra valiliğine tayin edildi. On sene
kadar çeşitli illerde valilik yaptı. 1690’da Kandiye, sonra Sakız
muhafızlığına getirildi. Sakız muhafızı iken 1692 yılında vefat etti.
Abdi Paşa, devlet hizmetleri dışında Vekayiname adlı Osmanlı tarihi ile
meşhur olmuştur. Bu eserini Has Oda’da vazifeliyken Dördüncü Mehmed
Hanın isteği üzerine yazmaya başlamıştır. Eserin dili oldukça sade
olup, üslubu güzeldir. Dördüncü Mehmed Han zamanı için birinci derecede
kaynak olan bu eser, daha sonraki tarihçiler tarafından kullanılmıştır.
Eser henüz yayınlanmamış olup, yazma nüshası Topkapı Sarayı
Kütüphanesinde mevcuttur.
Abdi Paşanın, ayrıca edebi sahada da çalışmaları vardır. Abdi mahlası
ile yazdığı şiirlerini bir Divan’da toplamıştır. Ayrıca Ka’b bin
Züheyr’in Kaside-i Bürde’sine ve Divan-ı Urfi’deki bazı şiirlere
şerhler yazmıştır.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:40 pm
Abdullah Cevdet





Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamış siyaset adamı ve yazar. Jön
Türkler hareketlerini başlatanlardan ve İttihat ve Terakki Cemiyetinin
kurucularından. Babası Diyarbekir Birinci Tabur Katibi Ömer Vasfi
Efendi olup, 9 Eylül 1869'da Arapkir'de doğdu. 1932'de İstanbul'da öldü.
İlk tahsilini Arapkir'de ve Hozat'ta yaptıktan sonra Mamüretü'l-Aziz
(Elazığ) Askeri Rüşdiyesini bitirdi. Kuleli Askeri Tıbbiye İdadisinden
de mezun olduktan sonra Mekteb-i Tıbbiyeye girdi. Biyolojik materyalist
fikirlerin tesirinde kaldı. Dinin insan üzerindeki fonksiyonlarını
inkar eden ve her şeyi madde ile açıklamaya çalışan materyalist
görüşlere yer veren bazı eserler yazdı.
Talebeyken 1889'da tıbbiyeli arkadaşları ile sonradan İttihad ve
Terakki Cemiyeti adını alacak olan İttihad-ı Osmani adlı gizli cemiyeti
kurdu. Siyasi faaliyetleri sebebiyle birçok defa tutuklandı. 1894'te
Mekteb-i Tıbbiyeden mezun oldu. Haydarpaşa Hastanesinde vazife aldı.
Geçici olarak Diyarbakır'a vazifeli gönderildi. Orada İttihad-ı Osmani
Cemiyetine Ziya Gökalp gibi pekçok kimseyi üye kaydetti. İstanbul'a
döndükten sonra siyasi faaliyetlere devam ettiği ve devlete karşı olan
faaliyetleri sebebiyle arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. 1896'da
Bakanlar Kurulu kararıyla Trablusgarb'a sürüldü. Burada da siyasi
faaliyetlere devam etti.
Mizan ve Meşveret adlı dergilere imzasız ve "Bir Kürt" takma adıyla
yazılar gönderdi. Fizan'a sürüldü ise de oradan Tunus'a kaçtı. Paris'e
geçerek Osmanlı Devletini yıkmak için faaliyet gösteren Jön Türklere
katıldı. 1897'de Cenevre'ye giderek İttihad ve Terakki Cemiyetinin
merkez komitesinde yer aldı. Çeşitli gazete ve dergilerde takma adıyla
yazılar yazdı. 1899'da Viyana sefareti tabipliğine tayin edildi.
1903'te tekrar Cenevre'ye giderek bir matbaa kurdu ve İctihad
Mecmuası'nı çıkarmaya başladı. 1904'te Osmanlı İttihad ve İnkılap
Cemiyetinin kurucuları arasında yer aldı. Çeşitli gazete ve dergilerde
yazdığı yazılarda Sultan İkinci Abdülhamid Han ve diğer hükümet erkanı
hakkında çirkin ifadeler kullandı. 20 Ekim 1904’te İsviçre'den sınır
dışı edilince, İctihad Dergisi ve kütüphanesini Mısır'a naklederek
bölücü ve yıkıcı faaliyetlerine devam etti. Şura-yı Osmani Cemiyetinin
idaresinde vazife aldı. Bu sırada İslam düşmanı ve müsteşrik Dozy'nin
eseri Essai Sur l'histoire de l'İslamisme adlı kitabını Tarih-i
İslamiyet adıyla tercüme etti. Bu kitapta Peygamberimize karşı saygısız
ifadeler kullandığı için dindar insanların samimi duygularını rencide
etti. Bu yüzden pek çok kimse tarafından, kendi yanlış fikirlerinden
başkasını kabul etmeyen, Allah düşmanı manasında "Adüvvullah Cevdet"
diye anıldı. Bozuk fikirlerine zamanın hakiki alimleri tarafından
cevaplar verildi.
İkinci Meşrutiyetin ilanından ve İkinci Abdülhamid Hanın tahttan
indirilmesinden sonra 1910 senesi sonlarında İstanbul'a dönen Abdullah
Cevdet, İttihat ve Terakki ileri gelenleriyle arası açık olduğundan
Cağaloğlu'nda İctihad Evi adını verdiği binaya yerleşerek İctihad
Dergisini çıkarmaya devam etti. Aynı sene içinde kurulan Osmanlı
Demokrat Fırkasının ikinci başkanı oldu. Bu fırka, Hürriyet ve İtilaf
Fırkasıyla birleşince de, siyasi faaliyetlerini Kürt Teali Cemiyetine
girerek devam ettirdi. Çıkardığı İctihad Dergisi, din ve devlet
aleyhinde yazılar yazdığı için birçok defa kapatıldı. Bir ara
İsviçre'ye giderek Osmanlı Devleti aleyhinde çalışan muhaliflere
katılmak istediyse de isteği İsviçre hükumeti tarafından reddedildi.
Daha sonra İttihatçıların desteğiyle çıkan Hak Gazetesinin
yazarlarından oldu. Birinci Dünya Harbinden sonra yeniden siyaset ve
yayın faaliyetlerine başladı. 1 Kasım 1918'den itibaren İctihad
Dergisini yeniden çıkardı. Tekrar İttihatçıların aleyhinde yazılar
yazdı. İngiliz Muhipler Cemiyetini kurdu. Ayrıca İngilizlerle işbirliği
yapan Kürdistan Teali Cemiyetinde de önemli roller aldı. İctihad
Mecmuasında dini tezyif edici yazılar neşr etmeye devam etti. Bir ara
Sıhhıye Müdürü olduysa da bu vazifeden alındı. 25 Mayıs 1920'de bu
vazifeye yeniden tayin edildi. Fakat yedi ay sonra tekrar alındı.
Yeniden neşr etmeye başladığı İctihad Dergisinin 1 Mart 1922 tarihli
144. sayısında Bahailiğin yeni bir din olarak kabul edilmesini tavsiye
etti. İstiklal Harbinden sonra İctihad Dergisinde yeni idareyi öven
yazılar yazarak nüfuz kazanmak istedi. Bu mecmuada Türkiye'nin nüfus
politikasıyla ilgili olarak; "Neslimizi ıslah etmek, kuvvetlendirmek
için Avrupa'dan ve Amerika'dan damızlık erkek getirmek gerekir."
şeklindeki iddiasının yer aldığı bir yazıyı kendi imzasıyla yayımladı.
Bu yazısı bütün yurtta büyük ve derin bir nefrete sebep oldu.
Ömrünün sonuna doğru tamamen yalnız kalan Abdullah Cevdet 29 Kasım 1932'de öldü.

romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:41 pm
Abdurrahman Gazi




Osmanlı Devletinin kuruluşunda büyük hizmetleri geçen mücahid kumandan,
fethi dillere destan olan Aydos Kalesinin fatihi. Doğum tarihi ve yeri
bilinmemektedir. Ertuğrul Gazi zamanında başlayan devlet hizmetini
Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi devirlerinde de devam ettirdi. Osman Gazi
ve Orhan Gazinin gözü pek kumandanlarından ve silah arkadaşlarındandı.
Abdurrahman Gazi ve diğer mücahid gaziler, sonradan üç kıt’a ve yedi
iklime hükmeden Osmanlı Devletinin kuruluşunda en önemli rolü
oynadılar. Akça Koca, Samsa Çavuş ve Konur Alp, Akyazı, İznik ve İzmit
ile meşgul olurken, Abdurrahman Gazi de İstanbul tarafındaki hisarlara
akınlar düzenledi. Bursa fethedilinceye kadar, Bizans sınırında uç beyi
olarak hizmetlerde bulundu.
1328 senesinde Orhan Gazi, Abdurrahman Gazi ile Konur Alp’i Aydos
Kalesinin fethi ile görevlendirdi. Bu kalenin istihkamları çok sağlam
olduğundan, kalenin fethi uzadı. Bu arada kale tekfurunun kızının
gördüğü rüyadan sonra yazdığı mektup üzerine yapılan hareket
neticesinde kale fethedildi. Orhan Gazi kale tekfurunun Müslüman olan
kızını Abdurrahman Gazi ile evlendirdi. Abdurrahman Gazi bundan sonra
İznik üzerine akınlarda bulundu.
Tarihe altın harflerle geçen bir çok kale fethine ve meydan
muharebelerine iştirak eden Abdurrahman Gazi, 1329 senesinde vefat
etti. Kabrinin Eskişehir yakınında kendi adı ile anılan köyde olduğu
rivayet edilmektedir.


Abdurrahman Şeref





Devlet adamı, tarihçi ve Osmanlı Devletinin son vak’anüvisti. 1853'te
İstanbul’da doğdu. 1925'te öldü. İlk tahsiline Eyüp mahalle mektebinde
başladı. Eyüp Rüşdiyesinde okudu. Bundan sonra 1873’te Mekteb-i
Sultaniyi yani Galatasaray Lisesini bitirdi. Mahrec-i Aklam adlı
mektebe umumi tarih hocası oldu. Bu vazifesinden sonra da Mekteb-i
Sultanide daha sonra da, Muallim Mektebinde umumi tarih hocalığı yaptı.
Daha sonra Mülkiye Mektebine müdür oldu. Burada genel coğrafya, Osmanlı
tarihi, İslam tarihi, istatistik ve ahlak dersleri okuttu. Sonra da
Darülfünuna devletler tarihi hocası oldu. Pekçok yerde hocalık ve
müdürlük vazifeleri yaptıktan sonra, Defter-i Hakani Nezaretine, A’yan
meclisi üyeliğine, Maarif Nazırlığına tayin edildi. İki defa Maarif
Nazırı oldu. Bu vazifesinin yanında telif edilen eserleri tetkik
komisyonu üyeliği, vak’anüvistlik, Tarih-i Osmani Encümeni Reisliği ve
A’yan Heyeti ikinci reisliği gibi vazifeler verildi.
Birinci Dünya Savaşından sonra İttihat ve Terakki hükumeti iktidardan
çekilince yeni kurulan Müşir İzzet Paşa kabinesinde önce Posta ve
Telgraf Nazırı sonra da Devlet Şurası başkanı oldu. Salih Paşa
kabinesinde önce vekaleten sonra da asaleten Maarif Nazılırlığı yaptı.
Salih Paşa istifa edince açıkta kaldı. Kuvay-ı Milliye İstanbul’a gelip
A’yan Heyeti kaldırılınca, Abdurrahman Şeref’in a’yan üyeliği sona
erdi. Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisinin ikinci seçim
devresinde, 1923’te İstanbul Milletvekili oldu. Ankara’ya gidip
Kızılay’a başkan seçildi. Milletvekilliği sırasında hastalandı ve
İstanbul’a döndü. 1925’te öldü. Mezarı Edirnekapı’dadır.
Devlet adamlığından ziyade tarihçiliği ile meşhur olan Abdurrahman Şeref, saliseden balaya kadar bütün rütbeleri kazanmıştı.
Eserleri şunlardır:
Fezleke-i Tarihi Düvel-i İslamiye (İslam Devletleri tarih özeti),
Tarih-i Devlet-i Osmaniye, Fezleke-i Tarih-i Devlet-i Osmaniye,
Zübdet-ül-Kısas, Tarih-i Asr-ı Hazır (Yaşadığımız asrın tarihi), Harb-i
Hazırın Menşei (Birinci Dünya Harbinin sebeplerine dairdir), Sultan
Abdülhamid-i Sani’ye Dair, Tarih Muhasebeleri, Umumi Coğrafya-yı
Umrani, İlm-i Ahlak ve İstatistik, Lütfi Tarihi’nin sekizinci cildini
hazırlamış ve Tarih-i Osmani Encümeni ve Türk Tarih Encümeni
mecmualarında pekçok makaleleri neşredilmiştir.


Abdülezel Paşa





Osmanlı Devletinin son zamanlarında yetişen ve Yunan Harbinde (1897)
şehit düşen kıymetli bir komutan. 1827 (H.1243) senesinde Konya’nın
Hadim kazasında doğdu.
On altı yaşındayken er olarak orduya girip asker oldu. On iki sene
kadar Arabistan’da kalıp, Osmanlı ordusunda sadakatle hizmet etti. Bu
sadık ve gayretli hizmetleri neticesinde çok sevilip subaylık rütbesi
verildi. 1853’te Hüsrev Paşanın yaveri olarak Kırım Muharebesine
katıldı. 1857’de Karadağ, 1868’de Girit isyanlarını bastırmak için
vazife aldı. Gösterdiği başarılar üzerine her vazifesinin akabinde bir
rütbe, çeşitli nişanlar ve madalyalar verildi. 1872 senesinde binbaşı
rütbesi ile Giresun taburuna tayin edildi. Bu taburla birlikte
Sırbistan Muharebesine katıldı. Bu seferde, Aleksin mevkiindeki savaşta
büyük kahramanlık gösterdi.
Plevne Muharebesine de katıldı. Bu sırada mirliva yani albay idi.
Savaşta fevkalade kahramanlık gösterdi. İstanbul’a dönünce, İkinci
Abdülhamid Han tarafından göğsüne Plevne madalyası takıldı. Bundan
sonra, jandarma teşkilatına tayin edilerek Hicaz’a gönderildi. Bir
müddet sonra tekrar İstanbul’a geldi ve paşalığa yükseldi.
Anadolu terbiyesi ile büyüyen ve erlikten paşalığa yükselen bu köylü
çocuğu, dinin emirlerine bağlı salih bir Müslüman idi. Kur’an-ı kerimi
ezberlemişti. Sesi güzel olup, seri okurdu. Yakın dostları onun devamlı
hatim okuduğunu ve buna aralıksız elli sene devam ettiğini
söylemişlerdir. Memleketi Hadim’i ziyarete geldiğinde, dostlarından
birine; “Cenab-ı Hak, hafızlık nimeti ve paşalık gibi iki rütbe
bahşetti. Şimdi bir üçüncüsünü istiyorum, o da şehitlik rütbesidir!”
diyerek şehit olma arzusunu dile getirmiştir.
Nitekim Abdülezel Paşa, 1897 senesinde vuku bulan Osmanlı-Yunan
harbinde, Milona geçidine taarruz eden kuvvetlerin başında savaşırken
şehid düştü. Önce Pürnartepe’ye defnedildi. Sonra Alasonya’ya
naklolundu. Kahramanlıkları dilden dile anlatılan bu şehit kumandanın
kabri üzerine, Sultan Abdülhamid Han bir türbe yaptırdı.


Abdülkerim Nadir Paşa





Osmanlı serdar-ı ekremlerinden. 1807’de Rumeli’nin Zağra’ya bağlı
Çırpan kasabasında doğdu. Babası kale yamaklarından Ahmed Ağadır. Halk
arasında memleketine nisbetle Çırpanlı Abdi Paşa diye meşhur olan
Abdülkerim Paşa, genç yaşta İstanbul’a gelip Asakir-i Mansure-i
Muhammediye ordusuna girdi. Eğitimini tamamladıktan sonra Harbiye
mektebinin ilk açılış yıllarında Maçka kışlasında kurulan mekteb
taburuna teğmen tayin edildi.
1835 senesinde askeri alanda yetişmek üzere Viyana’ya gönderildi ve beş
sene kaldıktan sonra miralay rütbesi ile İstanbul’a dönerek erkan-ı
harbiye reisliğine tayin edildi. O zamanlar Avrupa’da eğitim ve tahsil
görenlere fazla itibar edildiğinden, tanzimatçıların himayesine mazhar
oldu ve kısa zamanda yüksek rütbelere kavuştu. 1846 senesinde feriklik
rütbesi ile Dar-ı şura-yı askeri azalığına, bir sene sonra da Mekatib-i
askeriye nezaretine getirildi. 1847 senesinde de devletin mevcud beş
ordusuna ilave olarak kurulan ve merkezi Bağdad’da bulunan altıncı
orduya müşir rütbesi ile komutan tayin edildi. Daha sonra Bağdad,
Diyarbekir ve Erzurum valiliklerinde bulundu.
1851 senesinde sadrazam Ali Paşa tarafından birinci ordu komutanlığına
getirildi. 1853’te Osmanlı-Rus savaşı başladığında Anadolu ordusu
komutanı idi. Ordusu ile Gümrü’ye kadar ilerledi ise de, geri çekilince
azl edilerek önce Selanik, sonra da Rumeli valiliğine tayin edildi.
Valiliği sırasında bizzat askerin başında eşkıya takibine çıkarak
asayişi sağlamak için büyük gayret gösterdi.
1876 senesinde İstanbul’a çağrılan Abdülkerim Paşa, önce Meclis-i ali
üyeliğine, sonra bahriye nazırlığına tayin edildi. Dört ay sonra da
Derviş Paşanın yerine serasker oldu. Mahmud Nedim Paşa hükumetinin
düşmesi ile sadarete gelen Mütercim Rüşdi Paşa hükumetinde yerini
Hüseyin Avni Paşaya bıraktı. Kendisi ise tekrar serdar-ı ekremliğe
tayin edildi ve ortaya çıkan Bulgar isyanını bastırmak üzere Rumeli’ye
gönderildi. Bulgar isyanını bastırdı. Ancak Rusya’nın müdahalesi ve
Sırbistan’ın da ayaklanması Osmanlı Devletini zor durumda bıraktı. Sırp
isyanını bastırmakla vazifelendirildi ve Sırpları mağlub etti. Ancak
bir yabancı devletin müdahalesinin olabileceğini düşünen İstanbul
hükumeti, buna meydan bırakmayıp serdar-ı ekrem Abdülkerim Paşaya
derhal Belgrad üzerine yürümesi ve Sırpları barışa zorlaması konusunda
emir verdi. Yaptığı muharebeler neticesinde Sırp kuvvetlerinin büyük
kısmının toplandığı ve en çok güvendikleri Alesinatz mevkiini ele
geçirince şöhreti bir kat daha arttı.
İkinci Abdülhamid Hanın ilk zamanlarında çıkan 1877 Osmanlı-Rus
Harbinin başında, Rumeli’de serdar-ı ekrem olarak Abdülkerim Nadir Paşa
bulunuyordu. Düşmanın Tuna’yı kolaylıkla geçip Türklerin buna engel
olamayışı bütün dünyayı şaşırttı. Nadir Paşanın bu başarısızlığı izahı
kabil olmayan ve askerlik bakımından savunulamayacak bir husustu. Bu
sebepten Abdülhamid Han, serdar-ı ekremi divan-ı harbe sevk etti. Bunun
üzerine önce Midilli ve daha sonra da Rodos’ta mecburi ikamete tabi
tutuldu. 1883 senesinde Rodos’ta vefat etti.

romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:41 pm
Abdülmecid Efendi





Son Osmanlı halifesi. 29 Mayıs 1868’de İstanbul’da doğdu. Babası Sultan
Abdülaziz, annesi Hayranıdil Kadındır. Babasının ölümü üzerine (1876),
İkinci Meşrutiyetin ilanına kadar (1908) sarayda kapalı bir hayat
yaşadı. Bu dönemde yabancı dil öğrendi. 4 Temmuz 1918’de amcasının oğlu
Mehmed Vahideddin tahta çıkınca veliaht ilan edildi.
Birinci Dünya savaşından sonra Türk toprakları işgal edilince, Kuvay-ı
Milliye lehinde beyanlarda bulundu. Bir ara Ankara’ya gitmesi söz
konusu olunca İngilizler, Abdülmecid Efendiyi göz hapsine aldılar.
1 Kasım 1922’deki bir kararla Türkiye Büyük Millet Meclisi, saltanatı
kaldırınca, veliahtlık sıfatı kalmadı. 18 Kasım 1922’de halifeliğe
seçildi. Emir-ül-mü’minin yerine “Halife-i müslimin” ünvanı verildi.
Daha sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı ve 3 Mart 1924 tarihinde,
halifeliğin kaldırılması üzerine Osmanlı Hanedanından olanların yurt
dışına çıkarılması hakkında karar alındı.
Abdülmecid Efendi, bunun üzerine, hanımı, kızları, doktoru ile beraber Çatalca’dan trene bindirilerek İsviçre’ye gönderildi.
Ekim 1924’de Fransa’ya geçti. Nice şehrinde, kendini ibadete vererek, sakin bir hayat yaşadı.
23 Ağustos 1944’de Paris’te vefat etti. Naaşının, Türkiye’ye
getirilmesi için yapılan başvurulardan bir netice alınamadı. On yıl
bekletildiği Paris Camiinden alınarak, Medine’deki Cennet-ül Baki
Kabristanına (1954) defnedildi.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:41 pm
Abidin Paşa





Osmanlı devlet adamı ve şairlerinden. Arnavutluk ileri gelenlerinden
Prevezeli Ahmed Dino Beyin oğludur. 24 Mart 1843 tarihinde bir Salı
günü Preveze’de doğan Abidin Paşa, tahsilini tamamladıktan sonra,
silahşörlük hizmetiyle saraya girdi. Bir süre sonra doğum yeri olan
Preveze’de mutasarrıf muavinliği ve merkez kaymakamlığı yaptı.
İzmir’deki vazifesinden sonra, Sofya mutasarrıflığı ve Bosna
komiserliğinde bulundu. Bosna’dayken Devlet-i aliyyenin borçlanması,
borsa muameleleri ve maliye hakkında yazdığı kitabını Maarif
Nezaretinin izniyle bastırdı. 1877’de Rus Harbi sonunda Epir sınırı
için Yanya’da toplanan olağanüstü komisyon başkanlığında, 1878’de de
Diyarbekir, Elazığ ve Sivas illeri ıslahat işleri birinci komiserliği
vazifelerinde bulundu. 1879’da Sivas ve Selanik illeri valiliklerine ve
aynı sene vezirlik rütbesiyle Hariciye nazırlığına getirildi. Ayrıca
Babıali’de çok önemli komisyonlarda bulunduğu gibi, emir üzerine
mebusların halk tarafından birinci ve ikinci dereceden seçimine dair
yapılacak tüzüğün taslağını hazırladı. Üç ay bu vazifede kaldıktan
sonra, Mecidî nişanıyla Adana valiliğine tayin edildi.
Dört sene dokuz ay kaldığı bu vazifedeyken Abidin Paşa, Mesnevi-i
Şerif’i tercüme ve şerh etti. 1885 senesinde Sivas valiliğine tayin
edildiyse de bir sene sonra Ankara valiliğine getirildi. Sekiz sene
kadar bu vazifede bulunan Abidin Paşa, 1894 senesinde Cezayir-i
Bahrisefid (Akdeniz adaları) valiliklerine atandı. 1906 senesinde Yemen
işlerini ıslahla ilgili komisyonda görevli iken, 1908 yılında
İstanbul’da vefat etti. Kabri, Fatih Camii bahçesindedir.
Abidin Paşa vazifeli bulunduğu yerlerde idareciliği ve davranışları ile
kendini halka sevdirmişti. Ana dili Türkçeden başka Arapça, Farsça,
Arnavutça, Fransızca ve Rumcayı çok iyi bilirdi. Rumca şiirleri
İstanbul ve Paris’te yayınlanmıştır.
Abidin Paşa, Mesnevi-i Şerif’in birinci kıt’asının şerhini yapınca, bir
nüshasını da Cevdet Paşaya göndermişti. Cevdet Paşa, onu, böyle bir
şerhi, özellikle devrin diliyle yazmasından dolayı takdir etmiştir.
Fakat Cevdet Paşa asıl konuya Abidin Paşanın; "Mesnevi-i Şerif, altı
cildden ibaret olup, altıncı cildin nısfı sanisiyle yedi cild üzere
bulunur.” demesi üzerine geçmiş ve bütün mesnevilerin altı cild
olduğunu belirterek düzme olan yedinci cild üzerinde geniş olarak
durmuştur. Paşa, çeşitli cephelerden bu cildi ele almış ve Celaleddin-i
Rumi hazretlerinin olmadığını isbat etmiştir.
Abidin Paşa da üçüncü defa bastırdığı encümenin birinci cildinde Cevdet
Paşanın bu haklı tenkidi karşısında eski fikrinden dönmüştür.
Abidin Paşa, Mesnevi şerhinde, Mesnevi’nin birinci beyti olan:
Bişnev ez ney çün hikayet miküned,
Ez cüdayiha, şikayet miküned.
“Dinle neyden nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikayet ediyor.” beytinin
açıklamasını yaptıktan sonra, şerhine başlayarak, ney’in, insan-ı kamil
olduğunu dokuz şekilde isbat etmektedir. Bunlardan birincisi şu
şekildedir: “Neyden maksad, arif ve akıllı insandır ki, ağzından daima
aşıkane, leziz ve manidar sözler çıkar. Bu beytin ikinci mısraında “Ez
cüdayiha şikayet miküned” (Ayrılıklardan nasıl şikayet ediyor)
buyurulması, arifin, yani Allah adamının ruhani alemden ayrılıp dünyada
bulunmasından, kendini gurbette hissetmesinden ve üzücü, daima değişip
duran hadiselere giriftar olmasından şikayet etmesidir.
Mesnevi-i Şerif’in bu ilk beytinde Celaleddin-i Rumi kuddise sirruh
işitme işiyle ilgili olan "Bişnev" (işit) emri ile söze başlamaktadır.
Bundan maksadı, hem beyan buyurdukları ney’in sedası tabii olarak
işitilmeye muhtaç, hem de işitme duyusunun diğer duyu organlarından ve
uzuvlarından daha faziletli, değerli olmasındandır. İşitme organı ve
duyusundan sonra uzuvların en kıymetlisi olan göz bile, yalnız bazı
sınırlı ve maddi şeyleri görebiliyor. Kulak ise, maneviyatı, akıl ile
idrak olunabilen şeyleri, yani ma'kulatı ve birçok hikmetleri
işitebilmektedir. Allahü tealanın peygamberleri (ala nebiyyina ve
aleyhimüssalevatü vetteslimat) bütün insanlık için iki cihanın
saadetine vesile olan Allahü tealanın emir ve yasaklarını tebliğ için,
tabii olarak işitenlerin, işitme duyusuna müracaat ederlerdi. Göz,
ışıksız vazifesini yapamamaktadır. Kulak ise zahiri yardımcılara muhtaç
olmayıp, daima binlerle çeşit ses ve sedayı işitip, idrak eder ve aklın
nurunu malumatını her şeyden ziyade artırır ve insanın kadrini yüceltir.
Mesnevi’nin bu beytinden arifin, yani veliyy-i kamilin ney’e
benzetilmesinde bazı hikmetler mevcuttur. Mesela, ney önce kamışlıkta
bulunuyordu. Kesilmemişken daima büyüyüp gelişiyor, taze hayat
buluyordu. Kesildikten sonra ise kurudu. İşte arifin ruhu da, ruhlar
aleminde nihayetsiz manevi nimet ve lezzetlere mazhar iken, dünyaya
gelince, adeta ab-ı hayat gibi olan o ruhlar aleminden mahrum
kaldığından susuz kalmış kamış gibi kurudu.
Abidin Paşanın başka eserleri de vardır. Bunlar; 1) Alem-i İslam'ı
Müdafaa: Bir Hıristiyan papazın Kur’an-ı kerim hakkındaki görüşlerine
cevaptır. 2) Meali-i İslamiyye: İslam dininin değeri ve üstünlükleri
hakkındadır. 3) Seadet-i Dünya: Ahlakla ilgilidir. 4) Kaside-i Bürde
Tercümesi'dir.


Afşin (Haydar bin Kavus)





Türk asıllı Abbasi kumandanı. Orta Asya’da Uşrusana’da doğmuş olup,
doğum tarihi bilinmemektedir. Kan davası yüzünden Horasan’a oradan da
Bağdat’a geldi. İslamiyeti kabul ederek Abbasi halifesinin hizmetine
girdi ve Haydar ismini aldı.
Me’mun 822-823 (H. 207) senesinde Ahmet bin Ebu Halid kumandasındaki
halifelik ordusunu, Afşin’in rehberliğinde, Türkistan’da Semerkand ile
Fergana arasındaki Türklerle meskun bir bölge olan Uşrusana’ya
gönderdi. Halifelik ordusunun Uşrusana’ya geldiğini gören halk, endişe
içine düştü. Ancak Afşin’in babası ve kardeşi Müslüman olunca, halkın
çoğu İslamiyeti kabul etti. İslamiyetin getirdiği yaşayış şekli halk
arasında hızla yayıldı.
Babasının vefatından sonra Haydar bin Kavus (Afşin), Uşrusana valisi
oldu. Bölgede İslamiyetin yayılmasına çok hizmet etti. Bu hizmeti
Halife Me’mun tarafından takdir edilerek, kendisine halifelik ordusunda
vazife verildi.
Afşin, 830 senesinde Aşağı Mısır’daki Berka, El-Beşarud, El-Biyame ve El-Huf şehirlerindeki isyanları bastırdı.
Afşin, Mu’tasım zamanında da Abbasi halifeliğine isyan eden siyasi ve
dini maksadlı asi ve bagileri cezalandırmak için vazifelendirildi. İran
ve Azerbaycan’daki hürremiyye sapıkları, Babek’in başkanlığında isyan
etmişlerdi. 816 senesinden beri isyan halinde olan Babek Hürremi
üzerine gönderildi. Uzun çarpışmalarından sonra Babek’i yendi. Babek,
838’de yakalanarak idam edildi.
Halife Mu’tasım da, Afşin’i murassa, tac, hil’at ve külliyatlı mikdarda
para ile mükafatlandırarak Sind Valiliğine tayin etti. Büyük itibar
kazanan Afşin’in halifelik ordusundaki kumandanlık mevkii birinci
dereceye yükseldi.
838’de Mu’tasım’ın Anadolu seferine katıldı. Amuriye savaşında ordunun
sağ kanadına kumanda ederek zafer kazanılmasında büyük rol oynadı.
Afşin, Amuriye seferinden sonra, Sind valiliğine devam etti. Halife
Me’mun ve Mu’tasım devirlerinde askeri muvaffakiyetler kazandı. Başta
halife olmak üzere, devlet erkanı, ahali ve askerler arasında itibarı
arttı. Ancak bazı şikayetler üzerine 840 senesinde mahkemeye verildi.
Uyun’da bir yıla yakın hapis yattı. Hapis hayatı onu çok yıprattı. 841
senesinin ilkbaharında hapishanede vefat etti.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:42 pm
Afşin Bey (Bekçioğlu)





Selçuklu kumandanlarından. Doğumu, yetişmesi ve ölümü hakkında
kaynaklarda fazla bilgiye rastlanmamaktadır. Horasanlı bir Türkmen
ailesinden geldiği bilinmektedir. Afşin Bey, 1016-1021 seneleri
arasında Çağrı Bey kumandasında batıya yapılan seferlere katıldı.
1064’te Emir Gümüştigin ile birlikte Anadolu’da gaza ile
görevlendirildi. Malatya yakınlarında Bizans ordusunu bozguna uğrattı.
1067’de Kayseri’yi ele geçirdi ve Kilikya’ya girdi. Büyük Selçuklu
sultanı Alparslan, Afşin Beyin bu zafer ve fetihlerini haber alınca,
çok sevindi ve gazasını tebrik etti.
Daha sonra Alp Arslan, Afşin Beyi kendisine karşı isyan eden Erbasan’ı
takip için vazifelendirdi. Anadolu’yu iyi bilen Afşin, akıncılarını
toplayarak hızla Derbend’e hareket etti. Afşin’in üzerlerine geldiğini
duyan Erbasan, Mihail ile anlaşarak İstanbul’a doğru kaçtı. Kendisini
takib eden Afşin Bey, Denizli yakınında Honaz’ı fethetti. Boğaziçine
kadar geldi ve pek çok ganimetle geri dönüldü.
Afşin Bey, 1071’de Malazgirt Zaferine de katıldı ve büyük hizmetleri oldu.
Gazalarda şöhret kazanıp, Anadolu’nun Türk yurdu olması ve İslamlaşması
için çok hizmet eden Afşin Bey, Sultan Alparslan’dan sonra Melikşah’ın
maiyetine girdi. 1075 (H. 468)te Anadolu’dan Halep’e gitti. Oradaki
asilerin cezalandırılmasında vazife aldı. Afşin Beyin daha sonraki
hayatını nasıl geçirdiği belli değildir. Kaynaklarda bu hususta bilgi
bulunmamaktadır.



Ağaoğlu Ahmed




Türk siyaset adamı, gazeteci ve yazar. 1869 senesinde Karabağ’da doğdu.
İlk ve ortaokulu Şusa, liseyi Tiflis’de bitirdi. 1889’da Paris’e
giderek Sorbonne Üniversitesinin Tarih ve Filoloji bölümüne devam etti.
Bu sırada İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri ile tanıştı.
1892’de Londra’da toplanan şarkiyat kongresine katılarak şiiliğin
doğuşu ve gelişmesi hakkında bir tebliğ sundu. Fransa’da tahsilini
tamamladıktan sonra Azerbaycan’a döndü (1894). Şusa ve Bakü’de
öğretmenlik yaparken milli uyanış hareketine katıldı. Çeşitli gazete ve
dergilerde yazılar yazdı. Rusya’da Türklerin haklarını korumak için
“Difai” isminde bir siyasi dernek kurdu. Bakü’de Terakki Gazetesini
çıkardı. Rusların baskısıyla İkinci Meşrutiyetin ilanı üzerine
Türkiye’ye geldi (1909). Çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazdı.
Hakikat Gazetesinin başyazarı oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti genel
merkez üyesi oldu. Afyonkarahisar mebusu seçildi (1912). Birinci Dünya
Savaşından sonra Rusya’da ihtilal olunca, Azerbaycan’a gönderilen
orduda kumandan müşaviri olarak bulundu. İran’da yapılan
İngiltere-Azerbaycan görüşmelerine başkanlık etti. Paris’e barış
konferansına giderken İstanbul’a uğradı. Fakat İngilizler tarafından
tutuklandı. Önce Limni, sonra Malta’ya sürüldü. İki yıl sonra Ankara’ya
döndü (1921). Matbuat umum müdürü ve Hakimiyet-i Milliye Gazetesi
başyazarı oldu. İkinci devre Kars mebusu oldu. Serbest Cumhuriyet
Fırkasını kurdu. Fırka kapatılınca siyasi hayattan çekildi. İstanbul
Darülfünunda müderris oldu (1931). Çeşitli dergilerde yazılar yazan
Ahmed Ağaoğlu 19 Mayıs 1939’da İstanbul’da öldü.
Arabi, Farisi ve Fransızcayı bilen Ahmed Ağaoğlu, Türk fikir ve siyaset
hayatında 1912’den sonra etkili olmaya başlamıştır. Faaliyet ve
yazılarının çoğunu Türk milliyetçiliği ve Türk kültürü üzerine
yazarken, sonra Avrupa medeniyetini savunmaya başladı. Paris’te
tanıştığı Mısır mason locası başkanı Cemaleddin Efgani’nin bozuk
fikirlerine kapıldı.
Siyasi fikir ve düşüncelerinde, İttihat ve Terakki Cemiyetinin
tesirinde kalarak, dini inançtan uzaklaştı. İslamiyeti batıl, bozuk
inanç olan Budizm ve Brahmanizme benzeterek çöktüğünü, batı
medeniyetinin ise bütün unsurları ile ayakta durduğunu savundu.
Eserleri:
İslam ve Ahunt, İslam’a Göre ve İslam’da Kadın, Üç Medeniyet, İngiltere
ve Hindistan, Serbest İnsanlar Ülkesinde, Ben Neyim, Gönülsüz Olmaz vs.



Ahi Evren





Anadolu’da Ahilik adlı esnaf teşkilatının kurucusu olan alim ve veli.
İsmi, Mahmud bin Ahmed el-Hoyi, künyesi Ebü’l-Hakayık, lakabı
Nasirüddin’dir. 1171 (H. 567) senesinde İran’ın batı Azerbaycan
taraflarında bulunan Hoy kasabasında doğdu. 1262 (H. 660)de Kırşehir’de
şehid edildi.
Zamanın en büyük alimlerinden olan Fahreddin-i Razi’nin derslerine
devam ederek akli (fen) ve nakli (din) ilimleri öğrendi. Ahmed Yesevi
hazretlerinin talebelerinin sohbetlerine devam ederek tasavvuf yolunda
yüksek derecelere kavuştu. Şihabüddin-i Sühreverdi hazretlerinin
sohbetlerinde bulundu. Bir hac yolculuğu esnasında evliyadan Evhadüddin
Hamid Kirmani ile tanışıp, onun talebeleri arasına katıldı ve vefatına
kadar yanından ayrılmadı. Böylece tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tıp
ilimlerinde derin alim, tasavvuf yolunda yüksek makam sahibi bir veli
oldu.
Sadreddin-i Konevi hazretlerinin babası Mecdüddin İshak’ın daveti
üzerine, insanlara dinlerini öğretmek, kardeşlik ve beraberliği
aşılamak için Muhyiddin ibni Arabi ve hocası Evhadüddin’le birlikte
Anadolu’ya gelen Ahi Evren, hocasının kızı Fatıma Bacı ile evlendi.
Hocası ve kayınpederi Evhadüddin’le birlikte çeşitli Anadolu
şehirlerini dolaştı. Vaazlarında özellikle esnafa İslamiyet’i anlatarak
dünya ve ahiret işlerini düzenli hale getirmeleri için nasihatlerde
bulundu. Yaklaşan Moğol tehlikesine karşı Müslümanların
kuvvetlendirilip teşkilatlandırılması için çalıştı. Hocasının
vefatından sonra yerine geçti ve vekili oldu. Kayseri’ye yerleşti.
Debbağlık yaparak (deri dabağlayarak) geçimini temin ettiği gibi
Müslümanlara Allahü tealanın emir ve yasaklarını da anlattı. Bilhassa
sanat sahibi kimseler arasında çok sevildi. Bugünkü manada esnaf
teşkilatı diyebileceğimiz Ahilik (kardeşlik) müessesesini kurarak bir
çok şehir ve kasabada teşkilatlanmasını sağladı. Hanımı Fatıma Bacı da
kadınlar arasında bu faaliyetleri yapmış ve “Baciyan-ı Rum” adıyla
meşhur olmuştur. Ahilik mensuplarının toplanıp sohbet edebilecekleri,
birbirlerinin ilimlerinden faydalanacakları, gelen misafirleri
ağırlayabilecekleri dergahlar kuruldu.
Ahi Evren’in yetiştirdiği talebeler gittikleri yerlerde zaviyeler inşa
ederek, bilhassa esnafı bir çatı altında toplayıp teşkilatlandırdılar
ve dışarıdan gelen misafirleri ağırladılar. Moğol tehlikesine karşı
halkı uyandırmaya çalışarak, istilacıların önünden kaçıp gelen
kimsesizleri barındırmak için ellerinden gelen gayreti gösterdiler.
Moğollarla mücadelede devlet güçlerinin yetersiz kaldığı yerlerde
esnaftan milis kuvvetleri teşkil edip “Vatan sevgisi imandandır.”
hadis-i şerifinde bildirildiği gibi vatanlarını, din ve namuslarını
müdafaa için çalıştılar.
Anadolu Selçuklu Devletine karşı meydana gelen bir hadise bahanesiyle
onun nüfuzundan rahatsız olan bazı kimselerin şikayeti üzerine Ahi
Evren tutuklanıp hapsedildi. Beş sene hapiste kaldı. Bu sırada Moğollar
Kayseri’yi muhasara ettiler. Ahi Evren’in teşkilatlandırdığı Ahiler,
şehri kahramanca müdafaa etti. Ancak sürüler halinde gelen Moğollar bu
müdafaayı kırıp bir çoklarını şehit, bir kısmını da esir edip şehre
girdiler. Ahi Evren’in hanımı Fatıma Bacı da esirler arasındaydı. Ahi
Evren beş yıllık tutukluluk süresini bitirdikten sonra Denizli’ye
gitti. Bir müddet sonra Sadreddin-i Konevi hazretlerinin isteği üzerine
Konya’ya gelip Müslümanlara İslamiyeti anlatmakla meşgul oldu. Şems-i
Tebrizi’nin şehid edilmesinden sonra Kırşehir’e (Gülşehir’e) yerleşti.
Vaazlarındaki sadelik, herkesin anlayabileceği şekilde meseleleri izah
ederek yazdığı kitaplar, kendisinde görülen kerametler, ahlakının
güzelliği, dünya malına ehemmiyet vermeyip, yalnız Allahü tealanın
rızası için çalışması, insanların sevgisini kazanmasına vesile oldu.
Çevresine pekçok kimse toplandı. Herkesin korkarak kaçıştığı Evran
ismindeki büyükçe bir yılanın kendisine itaat etmesi, herkesin gözü
önünde bu kerameti göstermesi sebebiyle “Ahi Evran (yılanın kardeşi)”
ve İslamiyete yaptığı hizmetlerinden dolayı “Nasirüddin” lakabı
verildi. Moğollar, Ahi Evren’in nüfuzundan ve sevenlerinin çokluğundan
korkuyor, ne pahasına olursa olsun öldürülmesini istiyorlar, bunun için
Kırşehir emirine baskı yapıyorlardı. Nihayet Ahi Evren 1262 (H. 660)
yılında Kırşehir’de şehit edildi. Şehit olduğu tarih hususunda farklı
rivayetler vardır.
Talebeleri onun yolunu devam ettirdiler. İslam dininin yayılmasını tek
gaye edinmiş olan Ahiler, Söğüt civarında, Bizans hududunda gelişmeye
başlayan Osmanlı beyliği emrine koşuştular. Uçlara yerleşip tekkeler ve
zaviyeler kurdular. İnsanlara Allahü tealanın dinini anlatıp, örnek
ahlaklarıyla gayri müslimlerin Müslüman olmalarına vesile oldular.
Osman Gazinin kayınpederi olan Şeyh Edebali bir Ahi şeyhiydi. Ahi
Evren’in yolunda olan Ahiler, Allahü tealanın rızası ve O’nun dinini
yaymak aşkıyla çalışan Alperenleri ve gazileri yetiştirdiler.
Eserleri:
Allahü tealanın kullarına hizmet ve onlara din bilgilerini öğretmek
için gayret eden Ahi Evren, yazdığı kıymetli eserlerle, insanlara
nasihatlerinin devamlı olmasına gayret etti. Bu eserlerinden bazıları
şunlardır: 1) Metali-ul-İman, 2) Tebsırat-ül Mübtedi ve Tezkiret-ül
Müntehi, 3) Et-Teveccüh-ül-Etemm, 4) Menahic-i Seyfi, 5) Medh-i Fakr ve
Zemm-i Dünya, 6) Ağazi Encam, 7) Mükatebat, 8) Yezdan-Şinaht, 9)
Tercüme-i Elvah-ı Imadi, 10) Mürşid-ül-Kifaye.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:42 pm
Ahmed Cevdet Paşa





Osmanlı Devletinde on dokuzuncu asırda yetişen büyük devlet ve ilim
adamı. 27 Mart 1822 (H. 1238)’de Tuna kıyısında bulunan Lofça
kasabasında doğdu. Babası Lofça İdare Meclisi azasından İsmail Ağadır.
İlk tahsilini Lofça’da yaptı. Yaradılıştan zeki ve kabiliyetli olduğu
gibi, pek de çalışkandı. Dedesinin yardımı ile 1839 yılında İstanbul’a
geldi. Medrese tahsiline başladı. Bu arada, matematik, astronomi, tarih
ve coğrafya gibi ilimlerle de uğraşarak kültürünü artırdı. O zaman çok
meşhur olan Murad Molla tekkesine tatil günleri giderek Farisi öğrendi
ve Mevlana’nın Mesnevi’sini bitirdi. Divançe’sinde bulunan şiirlerin
çoğunu bu tekkeye devam ettiği sırada yazdı.
1844’te 22 yaşındayken Çanat payesi ile Rumeli kaleminde kadı oldu.
1845 yılında müderris olarak İstanbul camilerinde ders vermek hakkını
elde etti. 13 Ağustos 1850’de Meclis-i Maarif azalığı ile birlikte
Dar-ül-Muallimin (Öğretmen okulu) müdürlüğüne getirildi. Bu mektebi
kısa zamanda ıslah ederek, mektebe giriş ve imtihan usullerini
yönetmeliklerle tesbit etti. Encümen-i Daniş’e (Osmanlı Akademisi)
1851’de asli üye seçildi.
“Tarih-i Cevdet” namıyla şöhret bulan kıymetli eserinin üç cildini 1854
yılında bitirip Sultan Abdülmecid Hana sundu. Eseri çok beğenen Sultan,
rütbesini yükseltti. Bir sene sonra da devletin resmi tarihçisi oldu.
Osmanlı Cihan Devletinin kanunlarını yapacak olan “Meclis-i Vala-yı
Ahkam-ı Adliye”ye 1861 yılında üye tayin edildi. 1866 yılında ilmiye
sınıfından vezirliğe geçti. Halep vilayetine vali tayin edildi. Bir
müddet orada kaldıktan sonra yeni kurulan “Divan-ı Ahkam-ı Adliye”ye
başkan tayin edildi. Bu vazifede çok faydalı işler gördü; memleketin
adliye ve hukuk sistemini devrin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalıştı.
Ali Paşa, Fransız medeni kanununun tercüme edilerek Osmanlı Devletinde
tatbik edilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Buna karşı Ahmed Cevdet
Paşa ve aynı düşüncede olanlar, İslam Hukukunun zengin ve tatbik
edilmiş en kuvvetli dalı olan Hanefi fıkhının sistematik hale
getirilerek kanunlaştırılması fikrini müdafaa ediyorlardı. Bu ikinci
yani, Ahmed Cevdet Paşa ve arkadaşlarının fikirlerinin tatbiki için
“Mecelle Cemiyeti” adıyla ilmi bir heyet toplandı. Memleketin en
kıymetli hukuk alimlerinin iştirak ettiği bu meclis, Kur’an-ı kerimin
hükümlerini kanun şekline sokup, bütün milletlerin kıymet verdiği
Mecelle adındaki kitabı hazırlayarak, büyük hizmet etti.
Cevdet Paşa, 1879 yılında Maarif Nazırlığına tayin edildi. Sonra da,
çeşitli valiliklerde, Adliye, Maarif, Dahiliye, Ticaret nazırlıklarında
bulundu. Padişah’ın hususi encümenlerine iştirak etti. 26 Mart 1895’te
vefat etti. Naşı, Fatih Camii bahçesine defnedildi.
Alim, fazıl, edip, tarihçi ve büyük devlet adamı Cevdet Paşa, muhtelif
sahalarda pek çok eser vermiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Tarih-i Cevdet: 12 cilttir. Osmanlı Devletinin 1774-1825 seneleri arasındaki tarihini anlatır.
Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa: 12 kısımdır. Cevdet Paşanın en
tanınmış eseridir. Hazret-i Adem’den itibaren bir çok peygamberin,
İslam halifelerinin, İkinci Murad’a kadar Osmanlı padişahlarının
tarihinden bahseder.
Tezakir-i Cevdet: Devrinin siyasi, içtimai, ahlaki cephesini anlatmıştır.
Ma’ruzat: Sultan İkinci Abdülhamid’e 1839-1876 yılları arasındaki tarihi ve siyasi hadiseleri takdim etmek için hazırlanmıştır.
Mecelle: Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında bir hey’et tarafından hazırlanmıştır. (Bkz. Mecelle).
Divançe-i Cevdet: Gençliğinde yazdığı şiirleri, Sultan İkinci Abdülhamid’in emriyle bu kitapta toplamıştır.
Kavaid-i Osmaniye: Fuad Paşayla birlikte yazdığı dil bilgisi kitabıdır.
Ayrıca Belagat-ı Osmaniye - Kavaid-i Türkiye, Takvim-ül Edvar-Miyar-ı
Sedad, Adab-ı Sedat fi-İlm-il-Adab, Hülasatül Beyan fi-Te’lifi’l
-Kur’an, Asar-ı Ahd-i Hamidi, Hilye-i Seadet, Ma’lumat-ı Nafia adlı
eserleri çeşitli mevzulardan bahsetmektedir.


Ahmed Hamdi Paşa






Osmanlı sadrazamı. Eski sadrazamlardan Melek Ahmed Paşanın soyundan
gelen ve sadrazam Hüsrev Paşanın kethüdası olan Yahya Beyin oğludur.
1826 senesinde İstanbul’da doğdu.Tahsilini tamamladıktan sonra, 1841’de
Babıali’de eski kethüda kaleminde memuriyete başladı. Daha sonra
sadaret mektubi kalemine tayin edildi. 1852’de serasker mektupçuluğuna
getirildi ve on sene sonra Dar-ı şura-yı askeri dairesinde aza oldu.
Burada 1868 senesine kadar kaldı ve derece derece yükselerek “recai”
sırasına girdi. Aynı sene ula sınıfı evveli rütbesi ve 10.000 kuruş
maaş ile Divan-ı ahkam adliye azalığına tayin edildi. Bir süre Hukuk
dairesi riyaseti vekaletinde bulunduktan sonra bala rütbesi ile Evkaf-ı
hümayun nezaretine getirildi ve birçok cami, medrese, mektep ve diğer
hayır kurumlarını tamir ettirdi.
1871’de Aydın valiliğine tayin edilen Ahmed Hamdi Paşa, bir sene
valilik yaptıktan sonra, önce Tuna valiliğine, Şirvanizade Rüşdi
Paşanın sadrazam olması üzerine de tekrar maliye nezaretine getirildi.
Hüseyin Avni Paşanın sadarete tayininden kısa bir süre sonra ikinci
defa Aydın, buradan da Suriye valiliğine gönderildi. Fakat Şam’ın
iklimi kendisine iyi gelmediğinden, istifa etti. 1877 senesinde
Dahiliye Nezaretine (İçişleri Bakanlığına) tayin edildi.
93 Harbinin son günlerinde İbrahim Edhem Paşanın sadaretten ayrılması
üzerine yerine Ahmed Hamdi Paşa getirildi. Ancak çok geçmeden Osmanlı
ordularının kesin bir şekilde mağlubiyete uğramaları ve Edirne’de
şartları çok ağır bir mütareke mukavelesinin imzalanmasından sonra
sadaretten alınarak, üçüncü defa Aydın valiliğine gönderildi. Bir sene
sonra Bağdad valiliğine tayin edildi. Altı ay sonra tekrar Aydın
valiliğine nakledildi. Bu sırada Suriye valisi Midhat Paşanın
istiklalini ilana hazırlandığı haberi sultana bildirilince, Hamdi ve
Midhat paşaların yerleri değiştirildi. Ahmed Hamdi Paşa, Beyrut’ta
teftiş için bulunduğu sırada 59 yaşında iken vefat etti. Beyrut’taki
Mekteb-i sultani civarında defnedilip, üzerine bir türbe inşa ettirildi.
Yirmi dört gün gibi kısa bir süre sadrazamlık yapan Ahmed Hamdi Paşa,
cesur, açık sözlü bir zattı. Sistemli bir tahsil görmemiş olmasına
rağmen, üzerine aldığı vazifelerde, elinden geldiği kadar gayret
göstermiştir.


Ahmed ibni Kemal Paşa






Osmanlı devlet adamlarından. 1808 (H. 1223) tarihinde İstanbul’da
doğdu. Babası sultan kethüdalarından Seyyid İbrahim Ağadır. 1886 (H.
1304) tarihinde İstanbul’da vefat etti. Süleymaniye Camii haziresine
(bahçesine) defnedilmiştir.
Ahmed ibni Kemal Paşa, özel hocalardan ilim öğrendi. 1825 tarihinde
Defterdar Mektupçu Kalemine girdi. 1829’da nüfus sayımı için Anadolu ve
Rumeli vilayetlerine tayin olunan memurların gönderdikleri defterleri
tedkik ve icabını yapmak üzere tesis edilen Ceride Nezareti
Başkatipliğine tayin edildi. 1834’te Hacelik, 1835’de Rabia rütbesi
verildi.
Elçilikle İran’a gönderilen Vakanüvis Es'ad Efendinin dikkatini çekip
takdirlerini kazandı ve bu meziyetlerinden dolayı Es’ad Efendi Ahmed
Kemal Beyi Sefaret Sır Katipliği ve Tercümanlığına tayin ettirerek
beraberinde Tahran’a götürdü.
İran dönüşünde, Mülkiye Nazırı Pertev Paşa tarafından sadaret mektubu
kalemine getirildi. İstanbul’a gelen İran şehzadeleri ve sefaret
görevlilerinin tercümanlığında kullanıldı. Daha sonra elçilikle Tahran
ve İsfehan’a gönderildi.
Ahmed ibni Kemal Paşa, 1840 tarihinde Sadaret Mektubu Kalemi
Mümeyyizliğine ve Farsça tercümanlığına tayin edildi. Devletlerle
sürdürülen görüşmeler sonunda alınan kararlar üzerine düzenlenen
Ferman-ı aliyi, Mehmed Ali Paşaya tebliğ için Mısır’a gönderildi.
Ahmed ibni Kemal Paşa, Cizre Mütesellimi Bedirhan Bey’le Van sancağında
Tabari namındaki Nesturi Kabilesi arasındaki çatışma sebebiyle,
tarafları barıştırmak için 1843 tarihinde Cizre’ye gönderildi. Musul,
Diyarbakır, Bağdad ve çevrelerini dolaştı.
Ahmed ibni Kemal Paşa, 1849 tarihinde Avrupa mekteplerinin mevzuatını
ve eğitim sistemini tetkik etmek için Avrupa’ya gönderildi. Fransa,
İngiltere ve Almanya’daki mekteplerin mevzuat ve eğitim metotlarını
tetkik ederek rapor verdi.
1863’de Berlin sefirliği, daha sonra Karadağ komiserliği, 1865’te
Meclis-i Ali-i Tanzimat Azalığına ve şehzadelerin ders nezaretine,
1859’da Harem-i Hümayun Nezareti 1861’de Rütbe-i Bala ile Mearif
Nezareti ile Takvimhane ve Matbaahane Nazırlığı, 1862’de Meclis-i
Vala-yı Ahkam-ı Adliye Azalığı, 1864’te ikinci defa Maarif Nezareti
vekaletine tayin edilmiştir. Bir ara Brüksel’e gönderildi. 1868’de
Şura-yı Devlet Azalığına getirildi. Bağdat’a gelen İran Şahının
Mihmandarlığını yaptı. 1870’de vezirlik rütbesiyle Bağdat’a gönderildi.
Aynı sene Evkaf-ı Hümayun Nazırı oldu. Bir çok devlet hizmetlerinde
bulundu ve kendisine birinci rütbe-i Osmanî nişanı verildi.
Ahmed ibni Kemal Paşa, ilim sahibi, mütevazı bir zat olup; Arapça,
Farsça ve Fransızca lisanlarında mahir, Almanca'ya da aşina idi.
Nazırlık döneminde bir çok hayır eserleri yaptırmıştır.
Müntehabat-ı Şehname, Farsça konuşmaya ait Risale-i Ta’limi Farisi ve
Kavaid-i Farisiyye gibi eserleri vardır. Türkçe ve Farsça şiirleri
Divan halinde tertip olunmuştur. Bir beyti şöyledir:
İnsandır memerr-i vukuat-ı nik ü bed
Sabret Kemal mihnete in-niz begüzered
(İyi ve kötü pek çok hadisenin durağı insandır. Mihnete (sıkıntılara) sabret Kemal, bunlar da geçer gider.)
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:42 pm
Ahmed Mithat Efendi





Devrinin büyük gazetecisi. İkinci Abdülhamid Han zamanında yazdığı
romanlar ve yazılarla ün kazanmıştır. Ahmed Mithat Efendi 1844 yılında
İstanbul’un Tophane semtinde doğdu. Babasını 5-6 yaşlarındayken
kaybetti. Çocukluğu ve gençliği sıkıntılar içinde geçti. Bir ara Mısır
Çarşısında aktar çıraklığı da yapan Ahmed Midhat Efendi, Taşhane’deki
Sıbyan Mektebinde ve bir müddet de Rüşdiyede okudu. Rüşdiyeyi Niş’te
tamamladı.
Ağabeyi ile Tuna vilayetine gelen Ahmed Midhat Efendi, Rusçuk’ta
Vilayet Tercüme Dairesine girdi. Bu görevindeyken kendi gayreti ile
Fransızca öğrendi. Midhat Paşa tarafından vilayette çıkarılan Tuna
Gazetesinin başyazarlığına getirildi. Bu gazetede kendini yetiştiren
Ahmed Midhat Efendi, Irak’ta bulunduğu sırada da Zevra Gazetesini
kurdu. Bu gazetede iki yıl çalıştı.
İstanbul’a döndükten sonra Ceride-i Askeriyye Gazetesinin
başyazarlığını yaptı. Bir yandan evinde kurduğu matbaasında bastığı
Dağarcık adlı dergide yazılarını yayınlamaktaydı. Bu dergide çıkan bir
yazısından dolayı Namık Kemal ve Ebüzziya Tevfik ile birlikte Rodos’a
gönderildi. 1876 yılında İstanbul’a dönen Ahmed Midhat tekrar
gazeteciliğe başladı.
Üss-i İnkılab adlı eseri ile Sultan İkinci Abdülhamid Hanın
takdirlerini kazandı ve Matbaa-i Amirenin ve Takvim-i Vekayi
Gazetesinin müdürlüklerine getirildi. Ona en büyük ün sağlayan
çalışması 1878 yılında yayınlamaya başladığı Tercüman-ı Hakikat
Gazetesidir.
1888’de Stockholm’de toplanan şarkiyatçılar kongresinde Türkiye’yi
temsil etti. Bu görev dolayısıyla gittiği Avrupa’da üç ay kadar kalarak
Avrupa’yı dolaştı. Görüp incelediklerini Avrupa’da bir Cevelan adındaki
kitabında anlatmıştır.
1908 yılında İstanbul Darülfünunu Tarih Muallimliğine tayin edildi.
Burada bir süre pedagoji okuttu. Tekrar yazı yazmak istediyse de,
zamanın değişmesine ayak uyduramadığından yazamadı. 28 Aralık 1912’de
nöbetçi olduğu okulda kalp sektesinden öldü.
Ahmed Midhat Efendinin yazıları belli bir alan içinde kalmamıştır.
Nesir çeşitleri olan hikaye, roman, seyahat, hatıra ve tiyatro
dallarında bir çok yazı yazmış ve eserler vermiştir. Ayrıca tarih,
felsefe, din, biyoloji, coğrafya, astronomi, fizik, iktisat alanında da
bir çok eser ve tercümeleri vardır. Edebiyatımıza iki yüze yakın eser
kazandırmıştır.
İlk roman ve hikaye yazarlarımızdan olan Ahmed Midhat Efendi, bu iki
tür arasında pek ayrılık gözetmemiştir. Aynı zamanda halk romancısı
olarak da isim yapan Ahmed Midhat, İlkokul seviyesindeki bir çoğunluğa
hitab etmiştir. Romanlarını, ilgi çekici, ders verici ve eğlendirici
özellikte olmasına dikkat ederek yazmış, yer yer kendisini ortaya
koyarak öğütler vermiştir. Romanlarında geçen olayları daha çok kendi
zamanından seçmiştir. Bununla beraber tarihi ve gelenekle ilgili
romanları da vardır.
Eserlerinden bazıları: Parlamento Rezaletleri (Bu eseriyle Genç
Osmanlılara cephe almıştır.), Hasan Mellah (1874), Hüseyin Fellah
(1875), Pariste Bir Türk (1876), Üss-i İnkılab (1877), Henüz On Yedi
Yaşında (1880), Dürdane Hanım (1884), Gönüllü (1898), Jön Türk (1910).


Ahmed Muhtar Paşa





93 Harbinin doğu cephesi kumandanı ve Osmanlı sadrazamı. 1839’da Bursa’da doğdu.
Bursa Askeri Lisesini bitirdikten sonra, İstanbul’da Harbiye’ye devam
etti. Buradan 1861’de kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Hersek
isyanının bastırılmasında ve Karadağ savaşlarında bulundu. Ostrok
muharebesinde yaralandı. 1864’te Kozan’daki isyanı bastırmakla
görevlendirildi. Bu görevden döndükten kısa bir süre sonra Sultan
Abdülaziz Hanın oğlu Yusuf İzzeddin Efendinin öğretmenliğine memur
edildi. Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati sırasında Yusuf İzzeddin
Efendi ile beraber Padişahın maiyyetinde bulundu.
1870’te Yemen’in merkeze bağlanması için gönderilen ordunun başına
geçirildi. Yemen’deki başarılarından dolayı mareşalliğe yükseltildi ve
Yemen valiliği verildi. 1873’de kısa bir süre Nafia nazırlığı yapan
Ahmed Muhtar Paşa, meşhur 93 Harbi başladığı sırada Erzurum’daki 4.Ordu
Kumandanlığı vazifesinde bulunuyordu.
93 Harbi esnasında Zivin, Gedikler ve Yahniler muharebelerinde Rusları
yendi. Kazandığı bu zaferler sebebiyle Sultan İkinci Abdülhamid
tarafından “Gazi”lik ünvanı ve Murassa Osmani Nişanı verildi. Bu arada
çok kıymetli altın bir kılıç da hediye edildi. Ahmed Muhtar Paşa,
Yahniler Savaşından on bir gün sonra vuku bulan Alacadağ Muharebesinde
kısmi başarılar elde ettiyse de, neticenin aleyhte olacağını düşünerek
orduyu geri çekmiştir. Aynı harbin devamı esnasında Tuna cephesinde
tehlikenin artması üzerine İstanbul’a davet edilerek, Çatalca hattı
kumandanlığına getirildi. Bu görevden sonra Erkan-ı Harbiyye-i Umumiyye
Reisliğine (Genelkurmay Başkanlığına) tayin edildi ve 1892’de Mısır
fevkalade komiserliğine getirildi.
1908’de Meşrutiyetin ilanıyla Ayan Meclisi üyeliğine getirildi. Bu
görevindeki ilk icraatı Mebuslar Meclisi toplantısında Sultan
Abdülhamid Hanın hal’ edilmesini teklif etmek oldu. Nitekim bu teklifin
neticesinde Sultan tahtından indirildi. 1911’de Ayan Meclisi reisliğine
tayin olan Ahmed Muhtar Paşa, 22 Temmuz 1912’de sadrazam oldu. Kurduğu
kabinede, üç eski sadrazam nazır olarak bulunduğu için, “Büyük kabine”
olarak zikredilir. Bu kabinede bulunan eski sadrazamlar; Kamil Paşa,
Avlonyalı Ferid Paşa ve Hüseyin Hilmi Paşadır. Aynı zamanda kabinede,
oğlu Mahmud Muhtar Paşanın bulunmasından dolayı “Baba-oğul kabinesi”
olarak da anılır. Sadareti sırasında Balkan Savaşı başladı.
Başarısızlıkları yüzünden sadaretten çekilmek zorunda kaldı.
1919 yılında İstanbul’da vefat eden Ahmed Muhtar Paşa, Fatih Camii
avlusunda medfundur. Matematik, takvim ve astronomi alanlarında
çalışmalar yapan Ahmed Muhtar Paşanın yazdığı eserlerden bazıları
şunlardır:
Riyaz-ül-Muhtar ve Mirat-ül-Mikat ve’l- Edvar ve bu eserin zeyli
Mecmuay-ı Eşkali, Islahü’t-Takvim, Takvimü’s-Sinin, Takvim-i Mali,
Sergüzeşt-i Hayatım’ın cildi sanisi, 1294-Anadolu’da Rus Muharebesi.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:43 pm
Ahmed Paşa (Ankebut)





Osmanlı veziri. Enderunda yetişti. Mirahurluk ve Sancakbeyliğinde
bulundu. Girit Seferine serdar olarak katılarak büyük yararlıklar
gösterdi. Budin Beylerbeyliği ve Çanakkale Boğazı Muhafızlığında
bulundu. Köprülü Mehmed Paşa, 1657’de Boğaz Seferine çıkınca
İstanbul’da Sadaret Kaymakamı olarak kaldı. Karaman Beylerbeyliğinde de
bulunan Ahmed Paşa, 1661’de Girit Serdarlığına getirildi. Girit’in
fethinden sonra adada kalarak, adayı içten ve dıştan gelecek
saldırılara karşı koruyup, huzuru temin etti. Vefatına kadar burada
kalıp 1680 yılında Hanya’da vefat etti. Kandiye’de kiliseden çevrilme
bir camisi vardır.


Ahmed Paşa (Kara)





Osmanlı veziriazamı. Arnavutluk’tan devşirilerek Enderun-ı hümayuna
alındı. Burada yetişip Kapıcıbaşı ve Mir-i alem olduktan sonra 1521
yılında Yeniçeriağalığı ile vazifelendirildi. Rumeli Beylerbeyi oldu.
1543’te Macaristan Seferine iştirak etti.
İkinci vezir olarak Doğu Anadolu ve Gürcistan taraflarında fetihlerde
bulundu. Kemah’ta İranlıları büyük bir mağlubiyete uğrattı (1549).
Sokullu Mehmed Paşanın yerine Macaristan serdarlığına getirildi (1552).
Tımaşvar’ı aldı. Eğri Kalesini muhasara etti ise de alamadı. Sulh yapıp
Kanuni Sultan Süleyman’la birlikte İran Seferine katıldı (1553). Damad
Rüstem Paşanın sadaretten azli üzerine veziriazamlığa tayin edildi
(1553). Sefer dönüşünde suçlu görülerek bir divan toplantısı sonrasında
arz odası önünde idam edildi (1555).
İyiliksever, cesur bir insan olan Ahmed Paşa, Yavuz Sultan Selim’in
kızı Fatma Sultanla evli idi. İstanbul Topkapı’da inşa ettirmeye
başladığı çinilerle süslü cami, ölümünden sonra tamamlandı. Kendisi de
cami yakınına defnedildi. Ayrıca bir de medresesi vardır.


Ahmed Paşa (Şehla, Hacı)





Osmanlı sadrazamı, hattat. Alanyalı Cafer Ağanın oğlu. Cidde valisi Alaiyeli Hacı Bekir Paşanın yeğenidir.
Foça’da doğdu. Tahsilden sonra amcası Hacı Bekr Paşanın Cidde'deyken
kethüdalığında bulundu. Daha sonra İstanbul’a gelerek büyük mirahur
oldu. Vezirlik verilerek Aydın muhassıllığına tayin edildi (1738).
Bölgede eşkiyalık eden Sarıbeyoğlu’nun isyanını bastırmakla
görevlendirildi ise de muvaffak olamadı. İvaz Mehmed Paşanın sadrazam
ve serasker olması üzerine sadaret kaymakamlığına getirildi (1739).
Aynı yıl nişancılığa tayin edildi. İstanbul’da çıkan bir isyanın
bastırılmasında gösterdiği gayret neticesinde Padişahın takdirini
kazanıp İvaz Mehmed Paşanın yerine sadrazam oldu (1740). Kendisinden
beklenileni verememesi ve şahsi garezi sebebiyle başkalarıyla
uğraşmasından dolayı vazifeden alınarak Rodos’a sürüldü (1742). Bir
müddet sonra İçel sancağı arpalık olarak verilerek Rakka dolaylarında
asayişin düzeltilmesi ile vazifelendirildi (1743). Aynı sene Sayda
valisi, bilahare de Anadolu valisi ve Kars seraskeri oldu (1744). Bu
vazifede iken İran kuvvetlerinin Kars’a hücumunu püskürttü. Hastalığı
sebebiyle seraskerlikten ayrıldı. Haleb valiliği verildi. İkinci defa
Anadolu valiliğine tayin edildi ise de 1745’te tekrar Halep valisi
oldu. İki yıl sonra Diyarbekir sonra da Bağdat valiliğine tayin edildi.
Asker arasındaki bir karışıklık sebebiyle istifa etti. Önce İçel
sancağı arpalık olarak verildi (1748). Aynı yıl Mısır valiliği verildi
ise de bilahare Adana’ya nakledildi (1750). Bu duruma üzülen Ahmed
Paşa, Adana’ya gitmeyip İzmir’de ikamet etti. Bu halinden dolayı
Padişah tarafından takdir edildi. Dördüncü defa Halep valiliğine
tayininden (1752) bir sene sonra Halep’te vefat etti (1753).
Tedbirli, ilim aşığı, fikir ve görüşlerinde isabetli, iyilik yapmayı
seven Ahmed Paşanın bir mektebi, çeşitli yerlerde çeşme ve hayratı
vardır.
Sülüs ve nesihte Yedikuleli Abdullah Efendinin; talik yazısında
Fındıkzade İbrahim Efendinin talebesi olan Ahmed Paşa bilhassa divani
yazıda mahir, üstad idi.


Ahmed Paşa (Şeker)





Ressam. 1841’de İstanbul’da doğdu. Asıl ismi Ahmed Ali’dir. Tıbbiye
talebesiyken resme olan kabiliyetiyle dikkati çekti. Resim öğretmenliği
yardımcılığı verildi. Tahsiline Harbiye’de devam etti. Sultan
Abdülaziz’in emri ile resim öğrenimi için Paris’e gönderildi (1864).
Paris Güzel Sanatlar Okulunda tahsil gördü. Eserleri, Abdülaziz Hanın
da ziyaret ettiği sergide teşhir edildi (1869-1870). Okulunu başarı ile
bitirdi. Mükafat olarak üç aylığına Roma’ya gönderildi. 1871’de yurda
dönünce saray yaverliği ve Tıbbiye Mektebi resim öğretmenliğine tayin
edildi. Fransızcası çok iyi olduğu için yabancı misafirlere
teşrifatçılıkla vazifelendirildi. İnsanlara karşı hoş davranışları
sebebi ile “Şeker” lakabını aldı. İstanbul Mercan’daki evinde bir resim
atölyesi kurdu. Meraklılara resim sanatını öğretti. Bu arada rütbesi
ferikliğe kadar yükseldi. Türkiye’deki ilk resim sergisini
Divanyolu’nda Maarif Nezareti binasında açtı. Burada kendi natürmort ve
peyzajlarını sergiledi. Şeker Ahmed Paşa, 1907’de İstanbul’da öldü.
Resimlerinde daha çok cansız varlıklara ve tabiat manzaralarına yer
vermiştir.


Ahmed Rasim





Gazeteci, yazar ve milletvekili. Posta ve telgraf memuru olan Behaeddin
Efendinin oğlu olup, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Doğmadan anne ve
babası ayrıldığı için sıkıntılar içinde büyüdü. Annesinin ve
akrabalarının yardımıyla, ilk mektebi sonra da 1883’te Darüşşafaka
Lisesini birincilikle bitirdi.
Ahmed Rasim, okulu bitirdikten sonra bir müddet Posta ve Telgraf
Nezaretinde memur olarak çalıştı. Ancak Ahmed Rasim, bu şekildeki bir
memuriyetten sıkıldığı için, ayrıldı. İki defa Maarif Nezareti Teftiş
Encümenine tayin edilmişse de, yine ayrıldı. Daha okul sıralarında iken
ilgi duyduğu, hevesli olduğu yazarlık mesleğini 1927 yılına kadar
aralıksız sürdürdü. Aynı sene İstanbul mebusu olarak meclise girdi. 21
Eylül 1933 tarihinde İstanbul’da vefat etti.
Ahmed Rasim, kalemi ile geçindiği için en çok eser veren yazarlardan
biridir. Yazarlığa Ahmed Midhat Efendinin teşvikiyle başladı. İlk
olarak Tercüman-ı Hakikat Gazetesinde Fransızca'dan yaptığı bir
tercümesi yayınlandı. Sonra sırasıyla, Ceride-i Havadis, Tercüman-ı
Hakikat, Ma’lumat gibi gazetelere yazı yazmaya başladı. Bunun yanında
Güneş, Gülşen, Sebat, Hamiyyet, Şafak, Servet, Tanin, Tasvir-i Efkar
vb. dergilere yazı yazıyordu. Bazı yazılarında takma isimler
kullanıyordu. Mesela Leyla, Feride, Hanımlara Mahsus gibi.
Ahmed Rasim, çeşitli konularda tarih, roman, şiir, otobiyografi, vb.
birçok dalda eser vermiştir. İlkokullarda okutulmak için dört ciltlik
bir Osmanlı Tarihi hazırlamıştır. Roman ve hikayeleri ilk acemilik
devirlerine rastlar. Ahmed Rasim de bu roman ve hikayelerinde Ahmed
Midhat Efendi gibi okuyucuya bilgi vermeye çalışmıştır. Şiirleri eski
biçimde yazılmış şarkı ve gazellerden ibaret olup, Nedim’in tesirleri
görülür. Fıkra ve hatıralarında ise İstanbul’un son yıllardaki halini
tasvir etmiştir. Burada çeşitli insan tiplerini başarıyla tasvir
etmiştir. Dünyayı ve insanları hoş ve gülünç tarafları ile ele alan
Ahmed Rasim’in eserlerinde yaşama sevinci her şeye hakimdir. Edebi
zevkte ve dilde orta bir yol tutma taraftarıdır. Sayıca yüzden fazla
olan eserlerinde canlı bir Türkçe kullanmıştır.
Romanları : Meyl-i Dil (1892), Nakam (1899), Kitabe-i Gam (1899), Hamamcı Ülfet (1922).
Fıkra ve makaleleri: Tarih ve Muharrir (1329), Şehir Mektupları (1316),
Eşkal-i Zaman (1334), Muharrir Bu Ya (1926), Menakıb-ı İslam (1325).
Hatıraları: Gecelerim (1312 - 1316), Fuhş-ı Atik Fuhş-ı Cedid (1340), Muharrir, Şair, Edib (1342).
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:43 pm
Ahmed Ratib Paşa





Osmanlı kaptan-ı deryalarından. 1711’de Mora Yenişehiri’nde doğdu.
Topal Osman Paşanın oğludur. 1733 İran savaşları sırasında babasının
şehid düşmesi üzerine kendisine vezirlikle serdar-ı ekremlik verildi.
1735’te Mora Muhassılı, 1740’ta Rumeli Beylerbeyi oldu. Aynı sene
Sultan Üçüncü Ahmed Hanın kızlarından Ayşe Sultan ile evlendi. 1743’te
kaptan-ı deryalığa getirildi. Bir yıl bu görevde kaldı. Mora, Rumeli,
Eğriboz, Aydın, Tırhala, Vidin ve Yanya valiliklerinde bulundu. 1758’de
Mora’da vefat etti. Ahmed Ratib Paşa şair ve hattat olarak da tanınmış
olup basılmamış bir Divan'ı vardır.


Ahmed Resmî Efendi





Osmanlı devlet adamlarından ve tarihçi. 1700 senesinde Girit’te doğdu.
Tahsilini tamamlamak üzere İstanbul’a geldi. Reisülküttablardan Mustafa
Efendinin yanında yetişti ve daha sonra onun damadı oldu. Öğretimini
tamamladıktan sonra devlet hizmetine girdi. Sırasıyla Selanik, İstanbul
ve Gelibolu baruthaneleri nezaret görevleri ile kethüdalıklarda ve dış
işleriyle alakalı vazifelerde bulundu. Sultan Üçüncü Mustafa’nın tahta
çıkışını bildirmek üzere Avusturya’ya elçi olarak gönderildi (1757).
Daha sonra maliye tezkirecisi ve Anadolu muhasebecisi olarak
vazifelendirildi.
Prusya ile Rusya arasındaki yakınlaşmanın Osmanlı Devletine getireceği
zararları incelemek, yolu üzerindeki himaye altındaki Lehlilere teminat
vermek üzere elçi olarak Berlin’e gönderildi (1763). Bu vazifesini
büyük bir titizlik ve dikkatle yapan Ahmed Resmi Efendi, İstanbul’a
döndüğünde, sadaret mektupçuluğuna tayin edildi. Arkasından çavuşbaşı,
matbah ve tersane emini ve ruznamçeci oldu. 1769’da sadrazam
kethüdalığına getirildi ise de kısa süre sonra sadaret değişikliği
yüzünden eski vazifesine döndü. 1771’de tekrar sadaret kethüdalığına
atandı. Bu vazifede iken Osmanlı baş delegesi olarak Küçük Kaynarca
Antlaşmasına katıldı. İstanbul’a dönüşünde matbah emaneti, şıkk-ı sani
defterdarlığı, cizye muhasebeciliği ve ruznamçecilik vazifelerinde
bulundu. 1783 Ağustosu sonlarında İstanbul’da vefat etti.
Ahmed Resmi Efendi, sefaretname ve biyografi eserleri ile tanınmıştır. Eserlerinden bazıları şunlardır:
1) Halikat-ür-Rüesa: Eserde Koca Nişancı Celalzade Mustafa Çelebi’den
başlayarak Ragıb Paşaya kadar olan reisülküttabların hal tercümesi
anlatılmıştır. 2) Sefaretname-i Ahmed Resmi: Eserde müellif, gittiği
ülkelerin askeri, siyasi, ekonomik ve toplumsal durumları ile ilgili
ayrıntılı bilgiler vermiş, yol boyunca gördüğü yerler hakkında
değerlendirmeler yapmıştır. Bu devletlerin Osmanlı Devleti ile olan
ilişkilerini inceleyerek muhtemel gelişmelerle ilgili tekliflerde
bulunmuştur. 3) Hamilet-ül-Kübera: Eserde 39 tane kızlar ağasının hal
tercümesi anlatılmıştır. 4) Hülasat-ül-İtibar: 1768-1774 Osmanlı Rus
Savaşı hakkında görüş, tenkit ve intibalarını anlatmaktadır. 1781’de
yazılan eser üç sefer basılmıştır. 5) Zülaliyye, 6) Coğrafya-ı Cedid,
7) El-İstinas fi Ahval-il-Efras.


Ahmed Reşid Rey





Osmanlı devri şairlerinden, devlet adamı, yazar. 1870 senesi başında
İstanbul’da doğdu. Babası Çankırı mutasarrıfı Abdulah Şefik Efendidir.
Anne tarafından Mollacıkzade ailesine mensuptur. İlk tahsilini
Çankırı’da yapan Ahmed Reşid, babasının vefatı üzerine İstanbul’a
gelerek Soğukçeşme Rüşdiyesinden mezun oldu. Mekteb-i Mülkiye-i
Şahaneye devam etti. Bu arada edebiyata ilgi duyan Ahmed Reşid, hocası
Recaizade Mahmud Ekrem’in tesirinde şiirler yazdı. İlk şiirleri Gülşen
Dergisi'nde yayınlandı. 1888’de Mülkiyeyi bitiren Ahmed Reşid bir sene
kadar burada öğretmenlik yaptı.
Ahmed Reşid, 1890’da Mabeyn katipliği daha sonra sırasıyla Kudüs
mutasarrıflığı, Manastır, Ankara, Halep ve Aydın valiliklerinde
bulundu. 1912’de Kamil Paşa kabinesinde Dahiliye Nazırı oldu. Babıali
Baskını ile kısa bir süre sonra kabine düşünce, ailesiyle önce Mısır’a,
oradan Paris’e gitti. Mahmud Şevket Paşanın öldürülmesi olayında suçlu
bulunarak gıyabında idama mahkum edildi. Birinci Dünya Harbi sırasında
Cenevre’de bulunan Ahmed Reşid, 1919’da İstanbul’a döndü. Tevfik ve
Damat Ferit Paşaların kurduğu hükümetlerde Dahiliye Nazırlığı yaptı.
Delege olarak Paris’e gitti. Sevr Antlaşmasını imzalamayarak
bakanlıktan istifa etti ve siyasi hayattan çekildi. Çeşitli dergi ve
gazetelerde yazı yazan Ahmed Reşid Rey, 14 Ağustos 1955’te İstanbul’da
öldü.
Ahmed Reşid önceleri Recaizade Ekrem ve Abdülhak Hamid tarzında şiirler
yazmıştır. Servet-i Fünun ve Mekteb’te yazmaya başlayınca asıl kendi
şahsiyetini bulmuştur. Parlak hayalleri olmakla birlikte, şiirlerinde
duygudan çok mantık hakimdir. Sanat ve anlayış bakımından realizme
yaklaşmak istemişse de romantizmden tam manasıyla ayrılamamıştır.
Şiirlerini bir kitap halinde toplamamış olan Ahmed Reşid’in diğer
eserleri şunlardır: 1) Nazariyat-ı Edebiye (1912), 2) Racine Külliyatı
(1934-1935), Şiirlerinden sadeleştirilmiş bir örnek:
Valideme
Hani sen ... saçlarımı okşayarak,
Her gece yüreğinin sıcaklığında beni
Yatırırdın, ısıtırdın ... hani sen!
Şefkatli bakışına gülümseyen
Oğlunun uyuyan gözünü
Öpücüklerle kapatırdın, ancak
Hani sen ... sağlığını rahatını
Yavrunun masum neşesi için
Zevk alırdın feda etmekten
Görmesen oğlunu bir gün mesela
Değişir, heyacanlanırdın o gün
O gün örterdi üzüntü, saflığını.


Ahmed Rıza






İttihat ve Terakki Cemiyetinin ve Jön Türkler hareketinin ileri
gelenlerinden. 1859 yılında İstanbul’da doğdu. Birinci Meşrutiyetin
Ayan Meclisi azasından ve Kırım Harbinde İngilizlerle yakından
ilgilendiği için İngiliz Ali Bey diye meşhur bir zatın oğludur. Annesi
ise, Avusturyalı bir kadındır.
Ahmed Rıza, ailesinden Avrupai bir eğitim gördü. Galatasaray Lisesini
bitirdikten sonra Fransa’ya gitti ve ziraat tahsili yaparak Türkiye’ye
döndü. Bursa Maarif müdürlüğü vazifesine tayin edildi. Bu sırada
İbrahim Temo, Abdullah Cevdet gibi kişilerin tıbbiye talebesiyken
gizlice kurdukları, daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alan
İttihad-ı Osmani Cemiyetine üye oldu. 1884’te merkezi Paris’te olan
Societe des Positivistes’e (Pozitivistler Birliğine) üye olarak,
onların fikir ve görüşlerini yeni Türk fikir hareketinin parolası
haline getirmeye çalıştı. 1889’da Fransa ihtilalinin yüzüncü yıl dönümü
sebebiyle Paris’te açılan meşhur sergiyi gezmek bahanesiyle Avrupa’ya
gitti. Yurda dönmeyerek Jön Türkler hareketinin başına geçti. Hayranı
olduğu Fransız filozofu Auguste Comte’un: “Pozitif bilimden başka bilim
yoktur. İnsanlığa, hiçbir insan üstü varlığa dayanmayan ve insan
sevgisinden doğan yeni bir insanlık dini gereklidir. Bu din pozitif
(müsbet) sebeplerin üzerine kurulmalı, teolojiye (dini ilimlere) olduğu
kadar metafiziğe de sırt çevirmemelidir. İnsanlık dini nereden
geldiğimizi ve nereye gideceğimizi düşünmeden, kısa hayatımızı daha
yaşanılır bir hale (pozitif hale) koyacaktır. Bu ise birbirimizi
sevmekle, birbirimiz için yaşamakla gerçekleşecektir. İnsanlığı, bir
insanı sevdiğiniz gibi seviniz” diyerek peygamberleri ve vahyi inkar
eden felsefi fikirlerini yaymaya çalıştı.
Avrupa’daki teşkilatın adını, Auguste Comte’un pozitivist felsefesinin
parolası olan “Nizam ve Terakki” koymak istedi. Ancak Jön Türkler, bu
ismi kabul etmeyip, İstanbul’daki İttihad-i Osmani Cemiyetinin
İttihad’ının da bu cemiyetin isminde yer almasını istediler. Böylece
İstanbul’dakilerin İttihad’ı ile Ahmed Rıza’nın Terakki’si bir araya
getirilerek, "İttihad ve Terakki" Cemiyeti haline geldi.
Cemiyetin başına geçen Ahmed Rıza, Paris’e tahsil için gönderildi.
Burada cemiyetin diğer üyeleri ile birlikte Meşveret Gazetesi'ni
çıkarmaya başladı. Çeşitli yollardan yurda gizlice sokulan bu gazeteyi
bir ara Osmanlı idaresinin Fransa hükümetiyle olan diplomatik
görüşmeleri neticesinde Paris’te çıkaramaz olunca, Cenevre'de
neşretmeye başladı. Orada da takibata uğrayınca Brüksel’de çıkarmaya
devam etti. Fakat Belçika hükümeti de Osmanlı Devletiyle olan
münasebetleri sebebiyle gazetenin çıkmasına mani oldu. Ancak Belçika
parlamenterlerinden M.Georges Lorand, gazetenin mesul müdürlüğünü
üzerine aldı. Yıkıcı ve bölücü fikirleri yaymaya devam etmesi sebebiyle
Ahmed Rıza Belçika’dan 1897 senesinde sınır dışı edildi.
Şahsi geçimsizliği ve sadece pozitivist fikirlere itibar etmesi
sebebiyle Jön Türkler arasında bölünme oldu. Bir kısmı İstanbul’a
döndü. Ahmed Rıza ise, Avrupa’daki grubun başında kaldı. İkinci
Meşrutiyetin ilan edilmesine kadar hayranı olduğu Auguste Comte’un
pozitivist fikirlerini yaydı ve Sultan İkinci Abdülhamid Han
aleyhindeki faaliyetlere devam etti.
1908 yılında İkinci Meşrutiyet ilan edilince, İstanbul’a döndü. İttihat
ve Terakki Partisinin önemli kişileri arasında ilk Mebusan Meclisine
İstanbul’dan milletvekili seçildi ve Mebusan Meclisi başkanı oldu. Bir
müddet sonra Ayan Meclisi üyeliğine getirildi. Hareket Ordusunun
İstanbul’u işgali ve İkinci Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesinden
sonra, Mebusan Meclisinin toplandığı Çırağan Sarayında çıkan bir yangın
sebebiyle itibarını kaybetti.
İttihat ve Terakki Partisi liderlerinden fikirce ayrılmış olan Ahmed
Rıza, Birinci Cihan Harbi sonunda Padişah Mehmed Vahideddin Han
tarafından Ayan Meclisi başkanlığına getirildi. Mütareke devrinin ilk
günlerinde bazı hareketleri sebebiyle Ayan Meclisi başkanlığından
uzaklaştırıldı. Tekrar Paris’e gitti. İstiklal Harbi sona erince
İstanbul’a döndü. Ömrünün son yıllarını, kendi köşesinde hiç bir şeye
karışmadan geçirdi. Başkalarını hor ve hakir gören, kibirli ve inatçı
olduğu kadar geçimsiz bir kişiliğe de sahib olan Ahmed Rıza, 1930
yılında İstanbul’da Şişli Etfal Hastanesinde öldü.
Büyük bir İslam düşmanı olan Ahmed Rıza, milletine de ihanet içerisinde
idi. Parti Gazetesi'nin muhabirine söylediği; “Şarkta Hıristiyanlar,
Müslümanlardan daha ziyade mağdur, mahkum ve mazlumdur. Ben onların da
müsavi (eşit) haklara kavuşmaları için çalışıyorum. Fırka ise (İttihat
ve Terakki Fırkası) bilakis Müslümanların taassubunu tahrik ederek
Hıristiyanları mahkum bırakmak istiyor.” sözleri onun bu hıyanetini
açıkça göstermektedir. Ayrıca Şerafeddin Mağmumi Hakikat-i Hal isimli
eserinde; “İttihat ve Terakki Cemiyeti, ihtilalden sonra dahi geniş
ölçüde mason ve Yahudi karakterini muhafaza etmiştir. Bunun tesirinin
mühim bir netice ve misali olarak Meclis-i Mebusan reisi Ahmed Rıza
Beyin yemin sırasında, anayasanın koyduğu “Allah” kelimesini kullanmayı
reddettiğini gösterebiliriz.” diyerek, bu düşüncede olanların
inançsızlığını ortaya koymuştur.
Ahmed Rıza, gayesini tahakkuk ettirmek için bazı eserler yazmıştır.
Fransızca ve Türkçe olan bu eserlerden bazıları: 1) La Crise de
L’Orient (1907), 2) Tolerence Musulmane (1897), 3) La Faillite Morale
de la Politique Occidentale en Orient (1922), 4) Hatırat, 5) Vazife ve
Mes’uliyet (Paris-1324), 6) Layihalar (Londra-1312).
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:43 pm
Ahmed Vefik Paşa





Yazar, mütercim ve devlet adamı. 1822 (H. 1238)de İstanbul’da doğdu.
Devlet adamı, edip, yazar ve mütercimler yetiştiren bir aileye
mensuptur. Dedesi Yahya Necib Efendi, Divan-ı Hümayunda tercüman,
babası Ruhuddin Mehmed Efendi, Paris birinci katipliğinde bulunmuştur.
Ahmed Vefik, ilk tahsiline Mühendishane-i Berr-i Hümayunda başladı.
1834’te babasıyla beraber Paris’e gitti. Paris’te Saint Louis Lisesine
devam etti. İstanbul’a dönünce 1837’de Tercüme Odasına memur girdi.
1840’ta elçi katibi olarak Londra’ya gitti. Daha sonra geçici olarak
Sırbistan, İzmir ve Memleketeyn’e gönderildi. 1847’de baş mütercimliğe
getirildi ve o yıl neşrine karar verilen Devlet Salnamesinin tanzimine
memur kılındı. 1851 yılında Encümen-i Danişe üye seçildi ve aynı yıl
Tahran elçisi oldu. 1854’te hiç anlaşamadığı Ali Paşa yüzünden geri
döndü. Reşid Paşanın yardımıyla Meclis-i Vala-yi Ahkam-ı Adliyye
üyeliğine seçildi. 1857’de Muhakemat Dairesi Başkanlığı, 1860’ta Paris
Büyükelçiliğine tayin edildi. Bu vazife esnasında, hazret-i Muhammed’i
(sallallahü aleyhi ve sellem) tiyatro konusu yapmak isteyen Fransızlara
mani oldu. Daha sonra İstanbul’a döndü. 1861’de Evkaf Nazırı oldu.
Ertesi sene 1862’de ilk Darülfünunun “Tarih-i Hikmet” profesörlüğüne
tayin edildi. Ancak Ali Paşanın ölümüne kadar 7 sene açıkta kaldı.
1872’de Mearif Nazırlığına tayin edildi. Aynı yıl istifa ederek Şura-yı
Devlet Reisi oldu. 1877 yılında Petersburg İlim Akademisi kendisine
azalık payesi verdi. 1878 yılında Edirne’den Meclis-i Mebusana girdi ve
reis oldu. 1882’de başvekil oldu. Kısa bir müddet sonra azledildi.
Bundan sonra köşküne çekilip 9 yıl herkesten uzak bir hayat yaşadı. 2
Nisan 1891’de vefat etti.
Ahmed Vefik Paşa, devlet adamlığı yanında, edebiyatımızda Molière’den
tercüme ve adaptasyonları ile de tanınmıştır. Tercüme ve adaptasyonları
asıllarından daha fazla tutulmuş ve okunmuştur. Bu tiyatro eserleri
Türk tiyatroculuğunun gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Ahmed Vefik
Paşa, Türkçe üzerinde de çok çalışmış ve eserleri ile Türk diline büyük
hizmet etmiştir.
Eserleri :
Hikmet-i Tarih (Tarih Felsefesi), Fezleke-i Tarih-i Osmani (Kısa
Osmanlı Tarihi), Lehçe-i Osmani. En meşhur ve mühim eseridir. Şecere-i
Türki: Çağataycadan Anadolu Türkçesine aktarmadır.
Tercümeleri: Fransız edebiyatından yaptığı tercümeleri Viktor Hugo’dan
Hernani, Voltaire’den Micromega’nın Felsefe Hikayesi, Fenelon’dan
Telemak Le Sage’dan Gil Blas Santillani’nin Sergüzeşti adlı eserleri
Türkçeye tercüme etti.
Moliére’in on altı eserini Türkçeye çevirmiştir. Bunların Türk örfüne
yabancı olanlarını adapte, diğerlerini ise tercüme etmiştir. Eserleri
arasında en çok adaptasyonları tutulmuştur. Bunlar İnfi’al-i Aşk, Zor
Nikah, Don Civani, Tabib-i Aşk, Adamcıl, Zoraki Tabib, Tartüf, Azarya,
Yorgaki Dandini, Okumuş Kadınlar, Dekbazlık, Meraki, Kadınlar Mektebi,
Savruk, Dudu Kuşları’dır.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:43 pm
Ahmed Yesevî





Orta Asya Türkleri arasında İslamiyeti yayan büyük alim ve veli. İsmi
Ahmed bin Muhammed bin İbrahim bin İlyas olup, “Pir-i Türkistan,
Hazret-i Türkistan, Hazret-i Sultan, Hace Ahmed, Kul Ahmed Hace”
lakablarıyla da bilinir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
Türkistan’ın Yesi şehrinde doğduğu için Yesevi diye meşhur olmuştur.
1194 (H. 590) senesinde Yesi’de vefat etti. Vefat tarihi hakkında başka
rivayetler de vardır.
Küçük yaştan itibaren babasından feyz alan Ahmed Yesevi büyük alim Baba
Arslan’ın talebesi oldu. Onun kalblere hayat ve huzur veren
sohbetlerinde bulundu. Teveccühlerine kavuşarak kısa zamanda
tasavvufdaki yüksek derecelere ulaştı. Küçük yaşta meşhur oldu. Baba
Arslan hazretlerinin vefatından sonra onun manevi işaretiyle Buhara’ya
giderek Ehl-i sünnet alimlerinin en büyüklerinden olan Yusuf-ı
Hemedani’den manevi ilimleri tahsil etti. İcazet alıp talebe
yetiştirmekle vazifelendirildi. Hocasının vefatından sonra bir müddet
Buhara’da kalıp, talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Bir müddet sonra
talebelerin terbiye ve yetiştirilmesini Yusuf-i Hemedani’nin en büyük
talebesi olan Abdülhalık Gondüvani’ye havale edip, Yesi’ye döndü.
Türklere İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya ve talebe
yetiştirmeye burada devam etti. Talebeleri günden güne çoğaldı,
büyüklüğü ve kıymeti kısa zamanda Türkistan, Maveraünnehr, Horasan ve
Harezm’e yayıldı. Zamanında bulunan alimlerin ve evliyanın en
büyüklerinden, en üstünlerinden oldu. Dine olan bağlılığı sebebiyle,
şaşırıp yoldan çıkmışlara sözleri kısa zamanda te’sirli oldu.
Yetiştirdiği talebelerin her biri bir memlekete giderek, İslamiyeti
doğru olarak öğretip yaydılar. Dergahı fakir, yetim ve çaresizler için
sığınak yeri idi. Şöhretinin yayılması, pekçok kerametlerinin
görülmesi, kendisini çekemeyenlerin dedikodularına sebep oldu.
Ahmed Yesevi hazretlerinin zamanında Türkistan’a ilk Türk-İslam
devletlerinden Karahanlılar hakimdi. Bu devlet zamanında İslam dininin
Seyhun Nehri boyları ile ahalisi göçebe olan Kazak-Kırgız,
memleketlerinde kolayca yayılmasını sağladı. Sade bir Türkçe ile
söyleyip yazdığı derin manalı “hikmet” denen sözleriyle tekke
edebiyatının ilk temsilcilerinden oldu ve nasihatlerde bulundu.
Çocukluğundan itibaren Resulullah efendimizin sünnetine uymakta hiç
gevşeklik göstermeyen Ahmed Yesevi, 63 yaşına geldiği zaman, yer
altında bir çilehane yaptırıp girdi ve burada vefatına kadar devamlı
ibadet ve Allahü tealayı düşünmekle meşgul oldu. Kendisini vefat etmiş,
kabre konmuş şekilde hissederek Allah korkusu ile ibadetlerini yaptı.
Burada evliyalık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı. Pir-i
Türkistan Ahmed Yesevi hazretleri, 1194 (H. 590) senesinde vefat etti.
Türkistan’ın Yesi şehrinde, Seyhun Nehrinin sağ sahilinde defnedildi.
Kabri üzerindeki muazzam türbeyi ve külliyesini Timur Han (1370-1405)
inşa ettirmiştir.
Ahmed Yesevi hazretleri vakitlerinin çoğunu Allahü tealaya ibadet ve
taat etmekle, talebelerine zahiri ve batıni ilimleri öğretmekle
geçirirdi. Kendisini ve talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için
sanatla uğraşır ve elinin emeği ile geçinirdi. Herkese iyilik eder,
kimseye sıkıntı vermezdi. İnsanların saadet ve kurtuluşu için çalışırdı.
Ahmed Yesevi’nin sade bir Türkçe ile söyleyip, derin manalı veciz
sözleri ve Hikmet adlı şiirleri Divan-ı Hikmet adlı eserinde toplandı.
Sohbet tarzında ve sade Türkçe ile söylenen hikmetleri kısa zamanda
doğuda Çin hudutlarından, batıda Akdeniz ve Marmara sahillerine kadar
yayıldı. Divan-ı Hikmet aslında İslamiyeti ve İslam ahlakını öğreten
bir ahlak ve din kitabıdır.
Ahmed Yesevi ayrıca Anadolu’daki Türk edebiyatının yeşerip, gelişmesine
zemin hazırlamış ve Yunus Emre gibi şairlerin yetişmesine sebeb
olmuştur.
Buyurdu ki: “Ey dostlar! Sakın ha cahil olanlarla dostluk kurmayınız.”
“Gönlünde Allahü tealanın aşkını taşıyanlar dünya ile tamamen
alakalarını kesmişlerdir. Bunlar halk içinde Hak ile olurlar. Bir an
Allahü tealayı unutmazlar.”
“Kafir bile olsa hiç kimsenin kalbini kırma. Kalb kırmak, Allahü tealayı incitmek demektir.”
“Gönlü kırık zavallı ve garip birini görürsen, yarasına merhem koy, yoldaşı ve yardımcısı ol.”
Gönül verme dünyaya
Sakın girme harama
Hakkı seven aşıklar
Hep helalden yemişler
Dünya benim diyenler
Cihan malın alanlar
Akbaba kuşu gibi
Haramlara dalmışlar
Hoca Ahmed bilmişsin
Hak yoluna girmişsin
Hak yoluna girenler
Cemalullah görmüşler


Ahmet Hikmet Müftüoğlu





Yazar ve diplomat. 1870 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Müftüoğlu
Sezai Beydir. Dedesi Yunanlılar tarafından şehid edilen Mora Müftüsü
Abdülhalim Efendidir. Dedesinin müftü olması sebebiyle Müftüoğlu adını
almıştır.
Ahmed Hikmet, sık sık hastalanması sebebiyle okula muntazaman devam
edememesine rağmen, Dökmecilerdeki Taş Mektebi ile Mahmudiye Vakıf ve
Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesini bitirerek Galatasaray Mekteb-i
Sultanisine girdi. Dördüncü sınıftayken ilk eserinin basılışı edebiyata
ilgisini artırdı. 1888’de Galatasaray’ı bitirdi ve Hariciye Nezareti
Umur-ı Şehbenderi Kalemine memur tayin edildi ve vazifesi dışında
Fransızcadan roman tercümeleri yaptı. Marsilya, Pire ve 1890 yılında da
Kafkasya’ya gönderildi. Sefaretlerde çalışan yazar, 1896’da İstanbul’a
dönerek Umur-ı Şehbenderi Kalemi Ser-halifeliğine getirildi.
Meşrutiyete kadar Hariciye Nezareti merkezinde çalıştı. Bir yıla yakın
Nafia Nezaretinde, Ticaret Müdiriyet-i Umumiyesinde vazife aldı. Tekrar
Hariciye Nezaretine dönerek 1912’de Peşte Başşehbenderi oldu. Bu tarihe
kadar geçen zaman içinde Ahmed Hikmet, 1908 yılında Türk Derneğinin ve
1911 yılında da Türk Yurdu’nun kurucu üyesi olarak hizmet verdi.
1918’de İstanbul’a dönen yazar, 1924 yılında Halife Abdülmecid
Efendinin Ser-karinliğine, iki yıl sonra da Hariciye Vekaleti
Müsteşarlığına getirildi. Anadolu-Bağdat Demiryolları İdare Meclisi
Azalığı ve Elektrik Şirketi İdare Meclisi Azalığı görevlerini de
üstlendi. Ahmed Hikmet 19 Mayıs 1927 günü karaciğer kanserinden öldü.
Ahmed Hikmet’in edebiyat merakı daha lise yıllarında başlamıştı. Bu
alandaki merakının, aileden gelen bir haslet olduğunu ifade eder. İlk
olarak Asır Kütüphanesi neşriyatı arasında çıkan Leyla Yahut Bir
Mecnunun İntikamı yayınlandı. Daha sonra Fransızcadan Tuvalet ve
Letafet ve Bir Riyazinin Muaşakası adlarında iki eser tercüme ettiyse
de, doğu ile batı kültürünün çok farklı olduğunu görerek bir daha eser
tercüme etmedi.
Servet-i Fünun devrinde, İkdam ve Servet-i Fünun dergilerinde yazdığı
hikaye ve nesirlerini 1901 yılında Haristan ve Gülistan adlı eserlerde
topladı. Bu iki eserinde Ahmed Hikmet Müftüoğlu, daha iyi tesir yapmak,
gönülleri heyecanlandırmak için mübalağalı bir üslub kullandığını, ağır
ve anlaşılması güç Servet-i Fünun dilini işlediğini ve hayal mahsulü
konular anlattığını bizzat kendisi söyler. Kendisinin de ifade ettiği
sebeplerden dolayı bu iki eseri fazla itibar kazanamamıştır.
İkinci Meşrutiyetten sonra, zamanın modasına uyarak o da Turancılık
edebiyatı akımına uymuştur. Bu akıma bağlı olarak yazdığı yazıların
büyük kısmını Çağlayanlar (1922) adlı eserinde toplamıştır. Bu eserinde
yazar arı Türkçeciliğe yönelmiş, fakat bu defa da kelime uydurma ve
Servet-i Fünundan kalma hayalcilikten kendini kurtaramamıştır.
Gönül Hanım adlı romanı Tasvir-i Efkar Gazetesinde tefrika edilmiş ve
1970’de kitap olarak bastırılmıştır. Ahmed Hikmet, yazılarında daha
ziyade kelime bulmaya ve üsluba dikkat ettiği için, konulara dikkat
etmemiş ve bu yüzden zamanındakilerin ayarında bir edebiyatçı
olamamıştır.
Eserleri:
Patates (ilmî, 1890), Leyla yahud Bir Mecnunun İntikamı (hikaye, 1891),
Tuvalet yahud Letafet-i Aza (tercüme ve ilaveler, 1892), Bir Riyazinin
Muaşakası yahud Kamil (tercüme, roman, 1892), Haristan ve Gülistan
(hikaye, 1901), Gönül Hanım (roman tefrikası, 1920), Çağlayanlar
(hikaye, 1922).
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:44 pm
Akçakoca





Osmanlı akıncı beyi. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir.
Akçakoca, Osman Gazinin yakın arkadaşı ve kumandanlarındandı. Sakarya
çevresi ile İzmit taraflarına akınlar yaptı ve bir çok Bizans kalesini
fethetti. Ermenipazarı ve Kandıra’yı aldı. Konur Alp ve Abdurrahman
Gazi ile beraber Samandra ve Aydos kalelerini fethetti.
Osman Gazinin oğlu Orhan Beye şehzadeliğinde lalalık eden Akçakoca,
İzmit üzerine akınlarda bulunurken 1328’de Kandıra yakınında vefat
etti. Daha sonra İzmit fethedilince, Akçakoca’nın ismine nisbetle
buraya Koca-ili denildi.
Akçakoca’nın oğlu Hacı İlyas ve torunu Gebze kadısı Fazlullah, Osmanlı Devletinde önemli hizmetlerde bulunmuşlardır.



Akif Mehmed Paşa





On dokuzuncu asır Osmanlı Devlet adamı ve şairi. 1787 senesinde
Yozgat’ta doğdu. Devrin kadılarından Ayıntabizade Mehmed Efendinin
oğludur. Altı yaşında iken babası ile hacca gitti. Hac dönüşü ilk
tahsiline Yozgat’ta başladı. Tahsilini tamamladıktan sonra Yozgat ayanı
Cabbarzade Süleyman Beyin divan katipliğinde bulundu. Süleyman Beyin
vefatı üzerine İstanbul’a gitti. Amcası Reis-ül-küttab Mustafa Mazhar
Efendinin yardımı ile Divan-ı Hümayun kalemine katip oldu (1814).
Başarılı çalışmalarından dolayı kısa zamanda arka arkaya terfi etti.
1825’de amedci, 1827’de beylikçi, 1832’de de Reis-ül-küttab oldu. Üç
sene sonra efendi unvanı ve vezirlik rütbesiyle Hariciye nazırlığına
getirildi. 1836 senesinde hastalığı sebebiyle vazifeden alındı. Bir
sene sonra kendisine daima rakip gördüğü Pertev Paşanın azli ile
boşalan Mülkiye nazırlığına getirildi. Bir sene kadar bu görevde
kaldıktan sonra hastalığı sebebiyle tekrar nazırlıktan alındı ve
Kocaeli mutasarrıflığına tayin edildi. Halkın şikayeti üzerine 1840
senesinde azledilerek, önce Edirne’de daha sonra da Bursa’da ikamete
mecbur edildi.
Şehzade Abdülhamid Hanın doğumu münasebeti ile sultana sunduğu bir
tarih üzerine İstanbul’a dönmesine izin verildi. Süleymaniye’deki
konağında ve Boyacıköy’deki yalısında ikamet etti. 1844 senesinde hac
farizasını yerine getirmek için Hicaz’a gitti. Hac dönüşü
İskenderiye’de hastalanarak 1845’te vefat etti.
Kindar, kavgacı, ikbalperest ve geçimsiz gibi sıfatlarla
değerlendirilen Akif Paşa, zamanında batı tesirine tamamen açık olan
bürokratların hışmına uğradı. Çevresinde meydana gelen hadiseler
sürekli azil ve sürgünler onu çeşitli tepkilere sevk etti. Akif Paşanın
geçinemediği ve sevmediği en önemli rakibi Pertev Paşa idi. Aralarında
geçen çekişmeleri anlatmak ve kendisini temize çıkarmak için Tabsıra
adlı eserini yazdı. Ancak, Pertev Paşanın, kendisine düşmanlık
beslemediği ve zaman zaman yardım ettiği anlaşılmaktadır. Tabsıra’da
öne sürülen suçlamalar, Pertev Paşanın haksız yere öldürülmesine sebeb
olmuştur.
Akif Paşanın, devlet adamlığı yanında şairliği ve edebiyatçılığı da
meşhurdur. Onun Avrupai Türk edebiyatı ile hiç bir münasebeti yoktur.
O, Tanzimat devri edebiyat alemine; ilmini, bir iki değişik şiirini ve
özellikle nesirdeki üslup sadeliğini kabul ettirmiştir. Bu durumu, Türk
edebiyatının kendi içinde sadeleşip, duygu ve düşüncelerini Türk diline
mahsus yerli üsluplarla ifade etme hadisesinin bir devamıdır. Buna
rağmen hadise, Tanzimatçılarca Avrupai bir yenilik gibi görülmüştür.
Akif Paşa, torununun vefatı sebebiyle on birli hece vezniyle söylediği
lirik mersiyenin, Avrupa şiir tarzı ile hiç alakası yoktur. Bu mersiye
bütünüyle aşık tarzında 6+5 veya 4+4+3 duraklı milli hece üslubuyla,
halk dörtlükleriyle ve yine halk şiirinin an’anevi yarım kafiyeleriyle
söylenmiştir.
Tamamıyla beşeri bir duyguyu dile getirdiği için, sevilen bu mersiyenin
Türk halk şiirinde benzerleri vardır. Bu şiir, Fransızca ve
İngilizce'ye tercüme edilmiştir. Bu mersiyenin dışındaki şiirlerini
divan şiiri tarzında yazmıştır. Bunlar arasında Adem Kasidesi mühim yer
tutar. Paşa bu kasidede; varlıktan nefret eder ve ondan kurtulmaya
çalışır. Kasidenin adından da anlaşılacağı üzere onun yokluğa dönüşü
mevcudatın yokluktan yaratılma inancına dayanır. Eserin yazılmasında
imparatorluğun o günkü hali ve Paşanın başına gelen felaketler de rol
oynamıştır. Bütün bunların yol açtığı bedbinlikler eski şiirin mücerred
ve süslü ifadesi ile ortaya konmuştur.
Adem Kasidesi: Psikolojik, metafizik ve estetik olmak üzere üç cephe
gösterir. Hayattan bıkmış, muzdarip, kötümser görüşlü ve ümitsiz bir
ruh halini ortaya koyduğu kaside, zamanında konu yönünden yenilik kabul
edilmiştir. Akif Paşanın bu şiirde kullandığı tema daha sonra Hamid ile
Recaizade Ekrem ve Servet-i Fünuncular tarafından da işlenmiş,
böylelikle Akif Paşa bir yol gösterici olmuştur.
Nesir sahasında, Tabsıra’sında ve Şeyh Müştak’a yazdığı mektubun
dilindeki sadelik ve akıcılıkla tanınan Akif Paşa’ya yeni nesrin öncüsü
gözüyle bakılmıştır.
Akif Paşanın küçük bir Divan'ı vardır. Bu divan, Münşeat’ı ile birlikte
1843’te İstanbul’da ve 1845’te Mısır’da Münşeat-ı el-Hac Akif Efendi ve
Divançe adı altında basılmıştır. Eserin yazma nüshası, Üniversite
Kütüphanesi 2597 numarada kayıtlıdır.
Diğer eserleri şunlardır: Tabsıra, Eser-i Akif Paşa (Muhtelif
mektupları), Muharrerat-ı Hususiyye-i Akif Paşa, Risalet-ül-Firasiyye
ves-Siyasiyye.



Akşemseddin




Osmanlılar zamanında yetişen büyük evliya ve İstanbul’un manevi fatihi.
İsmi, Muhammed bin Hamza’dır. Saçının sakalının ak olması veya beyaz
elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh veya Akşemseddin lakaplarıyla
meşhur olmuştur. Evliyanın büyüklerinden Şihabüddin Sühreverdi’nin
neslinden olup, soyu hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik’a kadar ulaşır. 1390
(H. 792) senesinde Şam’da doğdu. 1460 (H.864)da Bolu'nun Göynük
ilçesinde vefat etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Akşemseddin Kur’an-ı kerimi
ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya gelip, o tarihte
Amasya’ya bağlı olan Kavak nahiyesine yerleşti. Alim ve veli bir zat
olan babası vefat edince, tahsiline devam etti. Genç yaşta akli ve
nakli ilimlerde akranlarından daha üstün derecelere ulaştı. İlim
tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancık’a müderris oldu. İlim
öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle meşgulken, tasavvufa yönelip,
Ankara’da bulunan zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe
olmak üzere gitti. Fakat ona talebe olamadı. Halep’te bulunan Şeyh
Zeynüddin’e talebe olmak için Halep’e giderken, gördüğü bir rüya
üzerine Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak üzere Ankara’ya geri döndü.
Hacı Bayram-ı Veli tarafından kabul edilip, onun sohbetinde tasavvuf
yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Veli’den icazet
(diploma) aldı. Aynı zamanda tıp ilminde de kendini yetiştiren
Akşemseddin, bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmalar
sonunda Maddet-ül-Hayat adlı eserinde:
"Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak
yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu
bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar
vasıtasıyla olur." diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini
yaptı.
Pasteur’un teknik aletlerle Akşemseddin’den dört asır sonra varabildiği
neticeyi dünyada ilk defa haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi
yanlış olarak Pasteur’a mal edilmiştir. Aynı zamanda ilk kanser
araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde seratan denilen bu
hastalıkla çok uğraştı. Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın oğlu Kazasker
Süleyman Çelebi’yi tedavi etti. Ayrıca hangi hastalıkların hangi
bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve
formüller ortaya koydu.
Akşemseddin, zahiri ve batıni ilimleri bilen birçok alim yetiştirdi.
Oğulları Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nurullah,
Muhammed Emrullah, Muhmmed Nasrullah, Muhammed Mir-ul-Huda ve Muhammed
Hamdullah ile Harizat-üş-Şami Mısırlıoğlu, Abdurrahim Karahisari,
Muslihuddin İskilibi ve İbrahim Tennuri bunlardan bazılarıdır.
Fatih Sultan Mehmed Han muhteşem ordusuyla İstanbul’un fethine
çıktığında, Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani,
Şeyh Sinan gibi meşhur veliler ve alimler de talebeleriyle birlikte
orduya katıldılar. Akşemseddin hazretleri savaş esnasında Sultan’a
gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Kuşatmanın
uzaması ve Sultan’ın ısrarı üzerine ve Allahü tealanın izni ile fethin
ne gün olacağını bildiren Akşemseddin, Sultan şehre girerken yanında
yer aldı. Fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra İslamiyetin harple
ilgili hukukunun gözetilmesini genç Padişah’a hatırlattı ve buna göre
hareket edilmesini bildirdi. Sultan’ın Eshab-ı kiramdan Ebu Eyyub
el-Ensari’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine:
"Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nur görüyorum. Orada olmalıdır." cevabını verdi.
Daha sonra orası kazıldı ve Eyyub Sultan’ın (radıyallahü anh) kabri
ortaya çıktı. Fatih Sultan Mehmed Han, Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabr-i
şerifinin üzerine bir türbe,yanına bir cami ve ilim öğrenmek için gelen
talebelerin kalabileceği odalar inşa ettirdi. Sultan, Akşemseddin’den
İstanbul’da kalmasını istediyse de, Akşemseddin Padişah’ın bu teklifini
kabul etmedi.
Akşemseddin, İstanbul’un fethinden sonra, Göynük’e yerleşti ve vefatına
kadar orada kaldı. Göynük’e yerleştikten sonra, bir taraftan ahiret
hazırlığı yapıyor, diğer taraftan da küçük oğlu Hamdullah’ın ilim ve
terbiyesi ile meşgul oluyordu. “Bu küçük oğlum, yetim, zelil kalır,
yoksa, bu zahmeti çok dünyadan göçerdim.” derdi. Bir gün hanımının;
“Göçerdim dersin yine göçmezsin!” demesi üzerine; “Göçeyim!” deyip
mescide girdi. Akrabasını ve evladını toplayıp, vasiyetini yaptı.
Helalleşip veda etti. Yasin-i şerifi okumaya başladı. Sünnet üzere
yatıp temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynük’teki tarihi Süleyman Paşa
Caminin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber
bir türbe içine alındı.
Buyururdu ki: “Her işe besmele ile başla. Temiz ol, daim iyiliği adet
edin, tembel olma, namaza önem ver. Nimete şükür, belaya sabret.
Dünyanın mutluluğuna mağrur olma. Ömrüm uzun olsun dersen, kimseye
kızma, eziyet etme. Kimsenin nimetine haset etme. Senden üstün olan
kimsenin önünden yürüme. Tırnağını asla dişinle kesme. Çok uyumak
kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma.
Gece uyanık ol, seher vakti Kur’an-ı kerim oku. Zikrin daima hamd-i
Hüda (Allahü tealaya hamd etmek) olsun. Hem Cehennem azabından endişeli
ol. Hasedi terk et, kendini başkalarına medh etme. Namahreme (harama)
bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırma. Düşen şeyi
alıp (temizleyerek) yersen fakirlikten kurtulursun. Edepli, mütevazı ve
cömert ol. Cünüp kimse ile yemek yemek gam verir. Yalnız bir evde
yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebep olur.”
Eserleri:
1) Risalet-ün-Nuriyye: Tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara
cevab mahiyetindedir. Arapça olup, kardeşi Hacı Ali tarafından
Türkçe’ye çevrilmiştir. 2) Def’ü Metain, 3) Risale-i Zikrullah, 4)
Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli, 5) Malumat-ı Evliya, 6)
Maddet-ül-Hayat, 7)Nasihatname-i Akşemseddin.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:44 pm
Aktimur Bey





Ertuğrul Gazinin torunu ve Gündüz Beyin oğlu. Doğum yeri ve tarihi
bilinmemektedir. Aktimur Bey, ecdadı gibi cesur olup, amcası Osman
Gazinin emrinde askeri ve idari işlerde hizmet etti.
Karacahisar’ın fethinde büyük kahramanlıkları görüldü. Aykut Alp ile
birlikte Selçuklu Sultanı İkinci Alaeddin Keykubat’a gönderildi.
Sultan’ın, Osman Gaziye gönderdiği beylik alameti olan menşur ve
sancağı getirdi.
Bazı kaynaklarda Aktimur Beyin 1306 Koyunhisar savaşında şehit düştüğü
yazılı ise de, onun 1315 yılında Bursa’nın tamamen kuşatıldığı sırada
Kaplıca tarafındaki kalelerden birine kumandan tayin olunduğu
bilinmektedir. Nitekim 10 yıl boyunca Bursa Kalesini sıkıştıran Aktimur
Bey, şehrin fethini kolaylaştırdı. Orhan Gazi, Bursa’nın fethini
müteakip Aktimur Beye Kandıra’yı verdi. Aktimur Beyin bu tarihten
sonraki faaliyetleri hakkında bir bilgi yoktur. Söğüt’teki kabir
Aktimur Beyin makamıdır.
Aşıkpaşazade, eserinde Aktimur Beyi; “Ki o, gayet bahadır, yarar erdi.
Ak demir ki, demiri tutsa mum ederdi; kuvvetle taşı ovsa (sıksa) un
ederdi. Dönmez idi yüzü, yüz kişiden, korkudan titrerdi adını işiten.”
sözleriyle anlatmaktadır.


Alâeddin Bey





Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazinin oğlu. Annesi Şeyh Edebali’nin
kızı Bala Hatundur. Doğum yeri ve tarihi kesin bilinmemektedir. 1333
(H.733) tarihinden sonra vefat etti. Bursa’da babası Osman Gazinin
yanında medfundur.
Alaeddin Bey, dedesi Şeyh Edebali’nin terbiyesinde büyüdü. Daha sonra
Yenişehir’e babası Osman Gazinin yanına gidip cihad ve gaza ile meşgul
oldu.
Babasının vefatından sonra Orhan Bey, hükümdarlığı ağabeyi Alaeddin
Beye teklif etti. Fakat Alaeddin Bey; “Gel kardaş atamızın duası ve
himmeti senünledir. Anınçün kendi zamanında seni askere koşmuş idi. Hem
ulema dahi bunu kabul ettiler.” cevabıyla hakimiyeti daha layık olan
kardeşi Orhan Gaziye bıraktı.
Orhan Gazi, beyliğin idaresini eline alınca, Alaeddin Bey, onun en
büyük yardımcısı oldu. Nizam ve kanunlar ortaya koyup, devletin sağlam
temeller üzerine kurulmasına çalıştı. Çandarlı Kara Halil Paşa ile
birlikte "yaya" ve "müsellem" birliklerinin kurulmasını temin etti.
Aşıkpaşazade'nin yazdığına göre Orhan Gazinin vezirlik teklifini kabul
etmeyen Alaaddin Beye Bursa ile Mihalic arasında bulunan Kete
mıntıkasındaki Kotra arazisinin mülkiyetini verdi. Ömrünün sonuna kadar
münzevi bir hayat yaşadı.
Bursa’da bir cami yaptıran Alaeddin Bey, Kükürtlü’de bir tekke ve Kaplıca civarında ikinci bir mescid bina ettirmiştir.
Bursa'da yaptırdığı Alaaddin Bey Camii, fetihten sonra yapılan ve
şehirde Türk hakimiyetinin sembolü olan ilk eserdir. Cami, kuzey
tarafında üç bölümlü son cemaat yeriyle birlikte tek kubbeli klasik
biçime uyarken, Bursa’da kanatlı (zaviyeli) ters T planlı camilerde
yeni bir gelişmeye öncülük etmiştir. Bu plan şeması, Selçuklu döneminin
kubbeli medreselerine kadar uzanır. Osmanlıların Bursa’da bu planda ilk
bina ettiği cami Alaeddin Camiidir.
Cami 8,20x8,20 metre ölçüsünde, kare planlı asıl ibadet alanı ile kuzey
yönünde buna ekli üç kemerli, üzeri kubbelerle örtülü bir son cemaat
yerinden meydana gelmektedir.


Alâeddin Bey





Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazinin oğlu. Annesi Şeyh Edebali’nin
kızı Bala Hatundur. Doğum yeri ve tarihi kesin bilinmemektedir. 1333
(H.733) tarihinden sonra vefat etti. Bursa’da babası Osman Gazinin
yanında medfundur.
Alaeddin Bey, dedesi Şeyh Edebali’nin terbiyesinde büyüdü. Daha sonra
Yenişehir’e babası Osman Gazinin yanına gidip cihad ve gaza ile meşgul
oldu.
Babasının vefatından sonra Orhan Bey, hükümdarlığı ağabeyi Alaeddin
Beye teklif etti. Fakat Alaeddin Bey; “Gel kardaş atamızın duası ve
himmeti senünledir. Anınçün kendi zamanında seni askere koşmuş idi. Hem
ulema dahi bunu kabul ettiler.” cevabıyla hakimiyeti daha layık olan
kardeşi Orhan Gaziye bıraktı.
Orhan Gazi, beyliğin idaresini eline alınca, Alaeddin Bey, onun en
büyük yardımcısı oldu. Nizam ve kanunlar ortaya koyup, devletin sağlam
temeller üzerine kurulmasına çalıştı. Çandarlı Kara Halil Paşa ile
birlikte "yaya" ve "müsellem" birliklerinin kurulmasını temin etti.
Aşıkpaşazade'nin yazdığına göre Orhan Gazinin vezirlik teklifini kabul
etmeyen Alaaddin Beye Bursa ile Mihalic arasında bulunan Kete
mıntıkasındaki Kotra arazisinin mülkiyetini verdi. Ömrünün sonuna kadar
münzevi bir hayat yaşadı.
Bursa’da bir cami yaptıran Alaeddin Bey, Kükürtlü’de bir tekke ve Kaplıca civarında ikinci bir mescid bina ettirmiştir.
Bursa'da yaptırdığı Alaaddin Bey Camii, fetihten sonra yapılan ve
şehirde Türk hakimiyetinin sembolü olan ilk eserdir. Cami, kuzey
tarafında üç bölümlü son cemaat yeriyle birlikte tek kubbeli klasik
biçime uyarken, Bursa’da kanatlı (zaviyeli) ters T planlı camilerde
yeni bir gelişmeye öncülük etmiştir. Bu plan şeması, Selçuklu döneminin
kubbeli medreselerine kadar uzanır. Osmanlıların Bursa’da bu planda ilk
bina ettiği cami Alaeddin Camiidir.
Cami 8,20x8,20 metre ölçüsünde, kare planlı asıl ibadet alanı ile kuzey
yönünde buna ekli üç kemerli, üzeri kubbelerle örtülü bir son cemaat
yerinden meydana gelmektedir.


Alemdar Mustafa Paşa





Osmanlı sadrazamlarından. Rusçuklu Hasan Ağa’nın oğlu olup, doğum
tarihi bilinmemektedir. Yeniçeri ocağından yetişti. 1768-1774
Osmanlı-Rus harbinde bölüğünün bayrağını taşıdığından Alemdar veya
Bayraktar unvanı verildi. Rusçuk ayanı Tirsinikli İsmail Ağa’nın
hizmetinde bulundu. Kendini kabul ettirerek hazinedarlığa yükseltildi.
Devlete karşı isyan eden Vidin voyvodası Pazvandoğlu Osman’ın
kuvvetlerini yenince, şöhreti etrafa yayıldı. Bu zaferden dolayı
rütbesi yükseltildi. Tirsinikli İsmail Ağa ölünce, Rusçuk ayanlığına
getirildi (1806). Bu görevde iken Deliorman ayanı Yılıkoğlu Süleyman’ın
ayaklanmasını bastırdı. Rusların Hotin’i alıp, İsmail Kalesini
kuşattıkları sırada gönderdiği kuvvetlerle kaleyi muhasaradan kurtardı.
Bükreş üzerine yürüyen Rus kuvvetlerini durdurdu. Bu başarıları sonunda
vezirlik rütbesiyle, daimi Silistre Valiliği ve Tuna Seraskerliği
Vazifesi verildi.
Alemdar Mustafa Paşa, düşmanlarla devamlı temasları neticesinde,
devletin askeri ve idari yapısında ıslahatın gerekli olduğuna kesin
inananlardandı. Üçüncü Selim Han, ıslahat hareketlerine başlayacağı
sırada Kabakçı isyanı ile yeniçeri zorbaları tarafından tahttan
indirildi. Yerine Sultan Dördüncü Mustafa padişah oldu. Sultan Üçüncü
Selim’i seven, ıslahat hareketlerinin yapılmasını arzu eden ve devletin
çeşitli yerlerinde görevler yapmış olan Galib, Refik, Ramiz, Behiç ve
Tahsin efendiler Alemdar’ın himayesi altına sığındılar. Tarihte “Rusçuk
Yaranı” diye geçen bu altı kişi Üçüncü Selim’i yeniden tahta çıkarmak
için çalışmalara başladılar. Alemdar Mustafa Paşa, 19 Temmuz 1808’de
Kabakçı Mustafa’yı cezalandırmak için İstanbul’a geldi. Zorbalar
ortadan kaldırılmaya, fesatçılar sürülmeye başlandı. Onun bu
faaliyetlerinden memnun fakat nüfuzunun artmasından endişelenen
sadrazam Çelebi Mustafa Paşa, kendisinden geriye dönmesini isteyince,
Alemdar 28 Temmuz günü on beş binden fazla askerle Babıali’yi bastı.
Sadrazamın mührünü alarak, ordugahını gönderdi. Sultan Selim’i tahta
çıkarmak için saraya gitti. Fakat orada gerekli tedbirler alınmadığı
için, Sultan Üçüncü Selim zorbalarca şehit edildi.
Hizmetkarlarının yardımı ile kurtulan Şehzade Mahmud, Alemdar
tarafından padişah ilan edildi. Sultan İkinci Mahmud, padişah olur
olmaz, Alemdar’a sadaret mührünü verdi. Alemdar, ıslahata tarafdar
olmayanları, isyancıları temizledi. İstanbul’un asayişi sağlandı. Bu
sırada Rumeli ve Anadolu’da valiler başlarına buyruk olmuşlardı.
Anadolu ve Rumeli’de vazifeli bütün ayanlar devlet işlerini görüşmek
üzere İstanbul’a davet edildi. Görüşmeler neticesinde ayanlar ile
devlet arasında kurulacak münasebetlerin şeklini ihtiva eden bir senet
imzalandı. Bu senede “Sened-i ittifak” denildi (Bkz. Sened-i İttifak).
Alemdar Mustafa Paşa, daha sonra askeri ıslahata başladı. “Sekban-ı
Cedid” ismiyle talimli bir askeri teşkilat kurdu. Selimiye Levend
kışlaları tamir edilerek askerler buraya yerleştirildi. Bu durum
yeniçerileri rahatsız etti. Ayrıca sanatla uğraşan askerleri talime
mecbur etmesi hoşnutsuzluğu arttırdı."Alemdar vakası” olarak tarihe
geçen isyandan önceki gece ziyafetten dönen Paşa’ya, maiyeti, yol açmak
için halkı kamçı ve sopalarla dağıttılar. Bu esnada yaralananlar, kahve
kahve dolaşarak yeniçerileri isyana teşvik ettiler. Gece yarısı
kışlalarından hareket eden 400 kadar isyancı yeniçeriye, yağmacılık
hırsıyla pek çok serseri katıldı. İsyancılar önce yeniçeri ağası
Mustafa Paşayı öldürdüler. Sonra sadrazam Alemdar Mustafa Paşanın
köşkünü sardılar. Alemdar, zorbalara teslim olmaktansa, sonuna kadar
karşı koymaya karar verdi. İmdadına gelecek yardımdan ümidini kesince,
vaktiyle mensup olduğu 42. bölük odabaşını çağırttı. Haremini ocağın
namusuna emanet ederek ona teslim etti. Yanında sadece baş haremi ile
sadık harem ağası kaldı. Alemdar’ın bulunduğu kuleye, kalabalık bir
yeniçeri grubunun hücum etmesi üzerine, daha önce koydurduğu barut
fıçısının üzerine tabancası ile ateş etti ve büyük bir patlama oldu.
İsyancılardan beş yüz yahut sekiz yüz kişi bir anda havaya uçup öldü.
15 Kasım 1808’de dumandan boğulan Alemdar Paşa ile iki sadık adamının
cesedi iki gün sonra enkaz altından çıkarıldı. Cesedi sokaklarda
sürüklendikten sonra, Etmeydanı’nda baş aşağı asıldı. Sonra da
parçalanmış olan kemikleri, Yedikule dışında bir hendeğe atıldı.
1908’den sonra kurulan Tarih-i Osmani Encümeni tarafından Alemdar’ın
kemikleri Gülhane parkı karşısındaki Zeynep Sultan mezarlığına
taşıtıldı.


Ali Bey





Osmanlı devlet adamı ve tiyatro yazarı. İstanbul’da 1844 senesinde
doğdu. Babası Halep ve Şam kethüdalıklarında bulunmuş Yusuf Cemil
Efendidir. İlk öğrenimini özel hocalardan ders alarak yaptı. Küçük
yaşta Fransızca öğrendi. On dört yaşında Babıali Tercüme Odasına memur
girdi ve on sene kadar çalıştı. Sonra Sıhhiye Meclisi Azası, 1873’te
ise Karantina Başkatibi oldu. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşından önce
Varna’ya mutasarrıf tayin edildi. Savaşın Osmanlı aleyhine dönmesi
üzerine, İstanbul’a geldi. Bir süre sonra Düyun-ı Umumiye Müfettişi
olarak doğu vilayetleri ve Irak’ta görev yaptı (1885). Irak’tan
Hindistan’a giden Ali Bey, kısa süre sonra İstanbul’a döndü. 1890-1893
tarihleri arasında Trabzon’da valilik yaptı. Sonra tekrar Düyun-ı
Umumiye'de çalışmaya başladı ve buranın direktörü oldu. Ölünceye kadar
aynı görevde kalan Ali Bey, "Direktör" lakabıyla meşhur oldu. 3 Şubat
1899’da İstanbul’da öldü. Anadoluhisarı’ndaki Göksu Mezarlığına
defnedildi.
Ali Bey, Türk tiyatrosunun kurulmasında büyük gayret ve çaba
harcamıştır. Başta tiyatro olmak üzere mizah ve seyahat edebiyatı
alanlarında eser vermiştir. Tanzimat’tan sonra çıkarılan ilk mizah
mecmuası Diyojen’de yayınlanan yazıları, Türk mizah edebiyatının o
devirdeki en güzel örnekleri olarak kabul edilir. Tiyatroları genelde
komedi türündedir. Tiyatro dili bakımından Ahmed Vefik Paşanın
izindedir. Ondan farklı olarak, özellikle halk konuşmalarına yaklaşmış,
günlük konuşmalardan ve Türk dilini renklendiren pek çok klişe ve
deyimlerden de faydalanmıştır.
Ali Beyin eserlerinden bazıları şunlardır: 1) Kokana Yatıyor yahut
Madam Uykuda: (Tek perdelik komedi 1870), 2) Tosun Ağa (Üç perdelik
komedi, 1870), 3) Ayyar Hamza (1871), 4) Müsafir-i İstiskal (Tek
perdelik komedi, 1871), 5) Geveze Berber (İki perdelik komedi, 1873),
6) Gavo Minar ve Şürekası (Üç perdelik komedi (1889), 7) Evlenmek İster
Bir Adam (Tercüme roman 1897), 8) Lehcet-ül-Hakayık (Mizah sözlüğü,
1897), 9) Seyahat Jurnali (Hindistan gezisine ait notlar, 1897), 10)
Seyyareler (Mizahi hikaye 1897).
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:44 pm
Ali Ekrem Bolayır





Osmanlı Devletinin son zamanlarında yetişen devlet adamı ve şair.
İstanbul’da 1867 senesinde doğdu. Babası Namık Kemal’dir. Dört yaşında
iken Hobyar Mahalle Mektebine başladı. İlk tahsilini tamamladıktan
sonra bir sene kadar Fatih Askeri Rüşdiyesine devam etti. Özel
derslerle idadi tahsilini tamamlayan Ali Ekrem, babası Rodos
Mutasarrıfıyken Arapça, Farsça ve Fransızca öğrendi. Oğlunu asker
yapmak isteyen Namık Kemal, bir dilekçe ile Sultan İkinci Abdülhamid
Hana müracaat etti ise de, dedesi buna mani olarak padişahtan Şura-yı
Devlete veya Hariciye Nezaretine tayinini rica etti. Sultan bu iki
teklifi kale almayıp, Ali Ekrem’i Mabeyn’e aldı.
Ali Ekrem, Mabeyndeki görevine başladığında 20 yaşındaydı. On sekiz
sene bu vazifede çalıştı. 1906’da Kudüs Mutasarrıflığına, Meşrutiyetin
ilanından sonra da Beyrut valiliğine tayin edildi. Bu vazifede üç gün
bulunduktan sonra istifa etti. 1908 Eylülünde Cezayir-i Bahr-i Sefid
(Akdeniz Adaları) valisi oldu. Bir sene sonra görevden alınınca
İstanbul’a döndü. 1910’da Darülfünunda Edebiyat Müderrisi oldu. 1912’de
tekrar Akdeniz Adaları valiliğine tayin edildi. Balkan Savaşları
sırasında Yunanlılara esir düştü ise de esareti kısa sürdü ve
İstanbul’a döndü. Tekrar Darülfünun’a müderris oldu. 1919'da edebiyat
dersi, Maarif Nazırı tarafından kaldırılınca, Galatasaray Lisesi
Edebiyat Öğretmenliğine tayin edildi. Ancak bu vazifeyi kabul etmedi.
Said Bey Maarif Nazırı olunca Galatasaray Lisesi Edebiyat
Öğretmenliğini kabul etti. 1922’de Yahya Kemal’e vekaleten üçüncü defa
Darülfünun'a tayin edildi. Birkaç ay sonra asil olarak ders vermeye
başlayan Ali Ekrem, buranın üniversiteye çevrildiği tarihten 1933’e
kadar bu vazifede kaldı. Diğer taraftan da Maltepe Askeri Lisesinde
edebiyat dersleri veriyordu. Darülfünun'dan ayrıldıktan sonra bu
vazifesine devam etti. Ali Ekrem 27 Ağustos 1937’de öldü ve
Zincirlikuyu Asri Mezarlığına gömüldü.
Ali Ekrem, daha on yaşında iken şiirler söylemeye başlamıştı. Babası
bazı mısralarını düzelterek ona yardımcı oldu. 17-18 yaşlarında iken
düzgün manzumeler yazıyordu. İlk neşredilen eseri “Dağ” adlı
mensuresidir. Önceleri İlham, sonra da Ayın Nadir takma isimlerini
kullandı. Servet-i Fünun'da yazmaya başladıktan sonra asıl şahsiyetine
kavuşan Ali Ekrem, bir süre sonra Tevfik Fikret’le aralarında ayrılık
çıkınca Servet-i Fünun'u bırakarak Malumat’a geçti.
Ali Ekrem’in dili ihtişamlı olduğu için Türkçülük cereyanına katılmadı.
Bazı manzumelerinde tekellüflü (ağır) bir dil kullanmış, tamlamalara
bağlı kalmıştı. Dile hakim olan şair, 1908’den sonra hece vezni ile
şiirler yazdı ise de bu vezni aruzdaki gibi başarıyla kullanamamıştır.
Gerçekleri romantik bir tarzda ifade etmek onun bariz
özelliklerindendir.
Ali Ekrem Bolayır’ın başlıca eserleri şunlardır: 1) Zilal-i İlham
(1909): 1888-1908 seneleri arasında yazdığı şiirleri içine alan bir
eserdir. 2) Kaside-i Askeriye (1908): Namık Kemal’in Hürriyet
Kasidesi'ne nazire olarak yazılmış 41 beytlik bir kasidedir. 3) Ana
Vatan (1921): Hece vezni ile yazılmış milli duyguyu işleyen şiirlerden
meydana gelmiştir. 4) Şiir Demeti (1925): Küçük çocuklar için dini,
milli ve eğitici mahiyette şiirlerin yer aldığı bir eserdir. 5) Ruh-ı
Kemal (1908), 6) Kırmızı Fesler (1908), 7) Lisan-ı Osmani (1914), 8)
Ordunun Defteri (1918), 9) Vicdan Alevleri, 10) Lisan-ı Nazm, 11)
Lisan-ı Nesr, 12) Mesalik-i Edebiye, 13) Tair-i İlahi, 14) Barıa, 15)
Engel, 16) Sükut, 17) Eğlenirken.


Ali Fuad Cebesoy





Türk asker ve siyaset adamı. 1882’de İstanbul’da doğdu. Ferik İsmail
Fazıl Paşanın oğlu, 93 Harbi komutanlarından Müşir Mehmed Ali Paşanın
torunudur. 1902’de Harp Okulunu, 1905’te Harp Akademisini bitirdi.
1907’de kolağası (önyüzbaşı) oldu. Rumeli’de, meşrutiyeti yeniden
kurmak için ordu içinde yapılan gizli çalışmalara katıldı. 1909-1911
yılları arasında Roma’da askeri ateşe olarak bulundu. Balkan Savaşları
sırasında Yanya Savunmasında gösterdiği üstün gayret sonucu
kaymakamlığa (yarbay) yükseltildi. Birinci Dünya Savaşında önce miralay
(1915), Sina cephesinde İngilizlerin Tellü’ş-Şeria saldırısına karşı
gösterdiği başarılı savunmayla da mirliva (tuğgeneral) oldu. Kafkas ve
Filistin cephelerinde savaştı.
Birinci Dünya Savaşının mağlubiyet ile neticelenmesi ve vatanın düşman
işgaline uğramasından sonra Anadolu’nun kurtuluş hareketine katıldı.
Anadolu’da ilerleyen Yunan kuvvetleri karşısında ilk çete birliklerini
kurdurarak savunma cephelerinin ortaya çıkmasında büyük rol oynadı.
Sivas Kongresi sonunda (9 Eylül 1919) Batı Anadolu Umum Kuva-i Milliye
Komutanlığına getirildi. TBMM açılınca (23 Nisan 1920) Ankara’dan
milletvekili seçildi. 24-25 Haziran 1920’de teşkil olunan Batı
Cephesinin ilk komutanlığına getirildi. Ancak Yunanlılara karşı
başlattığı bir taarruzun başarısızlıkla neticelenmesi üzerine bu
görevden alınarak Moskova büyükelçiliğine getirildi. 16 Mart 1921’de
TBMM hükumeti adına Moskova Antlaşmasını imzaladı. Ankara’ya döndükten
sonra (2 Haziran 1922) TBMM ikinci başkanı seçildi. 1923’te ikinci defa
Ankara milletvekili olarak meclise girdi. 23 Ekim 1923’te meclisten
izinli sayılarak, Konya’da 2. Ordu Müfettişliğine tayin oldu.
Cumhuriyetin ilanı ile asker milletvekillerinden siyasi ve askeri
görevlerinden birini seçmeleri istendiği zaman Ali Fuad Cebesoy, 30
Ekim 1924’te 2. Ordu Müfettişliğinden ayrılarak meclise döndü. 17 Kasım
1924’te Kazım Karabekir Paşa, Refet Bele, Adnan Adıvar ve Rauf Orbay
beylerle birlikte Cumhuriyet döneminin ilk muhalefet partisi olan
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdu. 3 Haziran 1925’te partinin
kapatılmasından sonra bir süre siyasetten uzak kaldı. 15 Haziran
1926’da Kemal ******’e karşı girişilen İzmir Suikastıyla ilişkili
olduğu iddiasıyla tutuklandı. İstiklal Mahkemesinde görülen muhakemesi
sonucu beraat etti.
1933’te Konya’dan milletvekili seçilerek yeniden meclise girdi. 1950
yılına kadar Konya ve Eskişehir milletvekilliği ile bu arada
bayındırlık (1939-1943) ve ulaştırma (1943-1946) bakanlıkları
görevlerinde bulundu. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden
bağımsız aday oldu. Önce Eskişehir, sonra da Demokrat Parti İstanbul
milletvekili seçildi (1950-1960). 27 Mayıs ihtilalinden sonra siyasi
hayattan çekildi. 10 Ocak 1968’de İstanbul’da vefat etti. Vasiyeti
üzerine Geyve yakınında adını taşıyan kasabanın tren istasyonu
yanındaki cami avlusuna gömüldü.
Başlıca eserleri: Birüssebi-Gazze Meydan Muharebesi ve 20. Kolordu,
Milli Mücadele Hatıraları, Moskova Hatıraları, General Ali Fuad
Cebesoy’un Siyasi Hatıraları, Sınıf Arkadaşım ******.


Ali Fuad Türkgeldi





Tanzimat devri siyaset adamlarından ve tarihçi. 1867'de İstanbul’da doğdu ve 1935’te yine burada vefat etti.
Tanzimat devri Dahiliye müsteşarlarından Celal Beyin torunu ve Tercüme
odası Mühimme müdürü Cemal Beyin oğludur. Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesi
ile lisan mektebini bitirdi. 1895’te ise Hukuk Mektebinden mezun oldu.
Hindli Hoca İskender Efendiden Farisi ve Farisi edebiyatını öğrendi.
1881’de mülazemetle Dahiliye mektubi kalemine girdi. Bu resmi vazifesi
yanında tahsiline de devam etti. Pekçok komisyonlarda çalıştıktan
sonra, çalıştığı kaleme müdür; 1901 senesinde Dahiliye Mektupçusu oldu.
1903 senesinden itibaren Dahiliye müsteşarlığına vekalet etti.
Meşrutiyetin ilanında bu iki vazifeyi yapmaktaydı. 1908 senesinde
Sadaret Mektupçusu, 1909’da Dahiliye müsteşarı oldu. Bu vazifedeyken
Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi, sonra Hüseyin Hilmi Paşanın Meclis-i
vükela’da teklifi ve Sultan Reşad’a tavsiyesiyle 1912’de Mabeyn baş
kitabetine tayin edilmiştir. Sultan Reşad’ın vefatına kadar ve
Vahdeddin Hanın tahta geçmesinden sonra da bu vazifede kaldı. Sonra da
Damad Ferid Paşanın ikinci sadaretinde Kuvay-ı milliyeyi asi ilan eden
Hatt-ı hümayuna itirazı üzerine sadrazamla araları tamamen açılarak
Şura-yı devlet, Maliye ve Nafia Dairesi riyasetine nakil suretiyle
1920’de saraydan çıkarıldı. Tevfik Paşanın son defa sadarete gelmesini
müteakib aynı sene içinde sadaret müsteşarlığına tayin olunarak
İstanbul hükumetinin ilgasına kadar bu vazifede kaldı.
Ali Fuad’ın tarihle ilgili bazı eserleri vardır. Bunlar; Rical-i
Mühimme-i Siyasiye, Ma’ruf Simalar, Mesail-i Mühimme-i Siyasiyye,
Evdar-ı Islahat, Tarihi Fırkalar, Afaki Fırkalar ve Görüp İşittiklerim
isimli hatıratıdır.


Ali Haydar Efendi





Son devir Osmanlı hukuk alimi ve devlet adamı. Gürcüzade Mehmed Emin
Efendinin oğludur. 1853 senesinde Batum’da doğdu. 1935 senesinde
İstanbul’da vefat etti.
İlk tahsilini doğum yeri olan Batum’da gördükten sonra İstanbul’a
geldi. Hünkar imamı Hafız Reşid Efendiden okudu. Medreset-ül-kudatı
(Hukuk Fakültesini) birincilikle bitirdi. Yirmi yedi yaşında Burdur
kadılığına tayin edildi. Daha sonra Uşak ve Denizli kadılıkları yaptı.
1883’te İstinaf Mahkemesi azalığına, sonra Mekteb-i Hukuk-i Mecelle ve
Usul-i Muhakemat-ı Hukukiyyenin ameliyat-ı tatbikiyyesi dersini okuttu.
İstanbul-Bidayet Mahkemesi İkinci Hukuk Dairesi başkanlığına tayin
edildi. Zamanla Bidayet Mahkemesi birinci reisliğine terfi ettirildi.
Ehliyetinden dolayı 1898 tarihinde İstinaf Mahkemesi hukuk kısmı reisi,
1900’de Temyiz Mahkemesi azası, 1907’de Temyiz-i Hukuk Dairesi reisi
oldu. 1911 tarihinde padişahın emri ile uzun müddet yaptığı ilmi
çalışmalarının karşılığı olarak birinci rütbeden maarif nişanı aldı.
1914 tarihinde Fetvahane-i ali eminliğinde bulundu. Gayretli
çalışmaları neticesinde padişahın emri ile haiz olduğu Osmanlı nişanı
üçüncü rütbeden birinci rütbeye yükseltildi. Kazaskerlik payesi ile
ömrünün sonuna kadar adliye nazırlığında bulundu. Soyadı kanunundan
sonra Arsebuk soyadını aldı. 1837’de doğup 1903’te vefat eden Büyük ve
bu evliliklerinden dört erkek, üç kız çocuğu olmuştur. Oğullarının
ikisi kendisi gibi hukuk mesleğini seçmişlerdir.
Eserleri:
Ali Haydar Efendinin en meşhur eseri, dört büyük cilt halinde birkaç
kere basılmış ve Arapçaya da çevrilmiş olan Dürer-ül-Hükkam fi Şerh-i
Mecellet-ül-Ahkam adlı Mecelle şerhidir. Erazi Kanunu Şerhi ve Evkafta
Muvadaa, Risale-i Mefkud ve İntikal Kanunu Şerhi gibi eserleri de
vardır.


Âlî Paşa





Islahat Fermanı’nı hazırlayan ve yürürlüğe koyan Osmanlı sadrazamı.
1815 senesinde İstanbul’da doğdu. Babası Mısır çarşısında attarlık ve
kapıcılık yapardı. Geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kaldığından
iyi ve devamlı bir tahsil göremedi. Daha sonra vüzeradan birinin
yardımıyla divan-ı hümayun kalemine girdi. Burada kendisine Âlî, lakabı
verildi. Âlî yedi sene kadar divan-ı hümayun mühimme tercüme
kalemlerinde çalıştı ve Fransızcasını ilerletti.
1835 senesinde sefaret ikinci katibi olarak Viyana’ya gitti ve bir
buçuk sene burada kalarak diplomatlık mesleğini öğrendi. Âlî’nin bundan
sonra icraatlarında buradayken kapıldığı Avrupai fikirlerin etkisi
daimi olarak görüldü. 1837’de divan-ı hümayun tercümanı oldu. 1838’te
Reşid Paşa Londra elçiliği ile vazifelendirilince, Âlî Efendi’yi de
sefaret müsteşarı olarak yanında götürdü. Reşid Paşa 1846’da sadrazam
olunca kendisiyle aynı fikirleri paylaşan Âlî Efendiyi hariciye nazırı
yaptı.
Bu dönemde Reşid Paşa vasıtasıyla mason olan Âlî Paşaya 1848’de
vezirlik ve müşirlik rütbesi verildi. 1852’de Reşid Paşa görevden
azledilince yerine Âlî Paşa getirildi. Bu menfaat çatışmaları üzerine
iki paşanın arası açıldı. Aynı yıl mukaddes makamlar meselesi yüzünden
azledilen Âlî Paşa, İzmir valiliğine tayin edildi. Kırım savaşı sonunda
toplanan Viyana konferansına Osmanlı delegesi olarak katılan Âlî Paşa,
Mustafa Reşid Paşanın 1855’te dördüncü sadaretinden istifa etmesi
üzerine ikinci defa bu makama getirildi. Bu sadareti sırasında Osmanlı
Devleti’nin başına büyük gaileler açacak olan ve gayr-i müslimlerdeki
istiklal ateşini körükleyen Islahat Fermanı’nı yürürlüğe koydu (1856).
Bu ferman yayınlandığında, Fransız elçisi bile; “Osmanlı Devleti’nin bu
kadar fedakârlıkta bulunacağını hiç ummuyorduk” diyerek hayretini ifade
etmiştir. Mason Mustafa Reşid Paşa bile bu kadarına dayanamayarak, bu
fermanın hainler tarafından Avrupa’ya verilen memleketi tahrip vasıtası
olduğunu belirten bir raporu Abdülmecid Han’a sunmuştur (Bkz. Islahat
Fermanı). Nitekim fermanın ilanı üzerinden henüz bir yıl geçmeden
ülkenin dört bir yanında isyanların patlak vermesi üzerine istifa etmek
zorunda kaldı.
Bundan sonra, birbirlerine düşmanlık gösterilerinde bulunan, ancak
Osmanlıyı batının kuklası yapmak gayesinde birleşen Mustafa Reşid ile
Âlî Paşa, oturdukları koltuğu nöbetleşe doldurarak devletin bu en
önemli mevkiini ellerinde tuttular. Âlî Paşanın bilhassa beşinci
sadareti döneminde (1867) Belgrad’ı Sırplara teslim etmesi ve Girit’e
hıyanet derecesine varan imtiyazları, ıslahat adı altında
gerçekleştirerek adanın elden çıkmasına sebep olması, aleyhinde büyük
bir infialin doğmasına sebep oldu. Âlî Paşa 1871 senesi Eylül’ünün
yedisinde Bebek’te bulunan yalısında öldü.
Âlî Paşa, hırslı ve kaprisli bir adamdı. Tenkit edilmekten hoşlanmazdı.
Rakiplerine karşı acımasızdı. Mevkiini muhafazada aşırı derecede
hassasiyet gösterir, bu sebeple padişahın huzurunda bulunurken kan-ter
içerisinde kalır ve konuşurken elleri ayakları titrerdi. Cevdet
Paşa’nın bildirdiği gibi hariciye nezaretinde devlete sadık olan
memurları azlederek yerlerine devlete düşman olan Ermenileri tayin
etmesi onun mevkiine ne kadar düşkün olduğunu gösterir. Yedi sene
hariciye nezaretine, beş defa da sadarete geldi. Sekiz sene üç ay on
dokuz gün sadarette kaldı.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:45 pm
Ali Paşa (Moldovancı)





On sekizinci yüzyıl Osmanlı sadrazamlarından. Kastamonu’nun Daday
kazası Sorkun köyündendir. Doğum tarihi belli değildir. İstanbul’a
geldikten sonra Bostancı Ocağına girdi. Bostancıbaşılığa kadar
yükseldi. 1762’de vezirlikle Rumeli beylerbeyliğine atandı. Daha sonra
Bosna, Diyarbakır, Anadolu, Konya, Adana, Maraş beylerbeyliklerinde
bulundu. 1768 Rus Seferi sırasında Bender seraskerliğinde bulundu.
1769’da Yaş muhafızlığına ve aynı yıl içinde Hotin seraskerliğine tayin
edildi.
Ali Paşanın burada bulunduğu sırada Hotin üzerine gelen Rus
kuvvetlerini mağlup etmesi şöhretini artırdı. 12 Ağustos 1769'da
Yağlıkçızade'nin yerine vaziriazam ve serdar-ı ekrem oldu. Ancak Ali
Paşa, Rusların tekrar taarruzları ve Hotin önündeki muvaffakiyetsizliği
sebebiyle aynı sene içerisinde azl olunarak yerine Halil Paşa tayin
edildi (12 Aralık 1789). Gelibolu’ya sürgün edilen Ali Paşa, 1770’te
Seddülbahir muhafızlığıyla Boğaz seraskerliğine tayin edildi. 1772’de
ihtiyarlığı dolayısıyla emekli edilerek Tekirdağ’a gönderildi. 1773’te
burada vefat etti. Kaynaklarda Ali Paşanın çok cesur, fedakar ve
gayretli bir zat olduğu yazılıdır.


Ali Paşa (Seydî)





Osmanlı kaptan-ı deryalarından. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir.
Cezayir’de kaptan oldu. Daha sonra İstanbul’a gelerek Kapı Kethüdası
oldu. Akdeniz Filosu Komutanlığı yaptı. 1806-1812 Osmanlı-İngiliz
Savaşı sırasında İngiliz donanmasının Marmara Denizine girmesi üzerine
vezirlikle kaptan-ı deryalığa getirildi (1807). İstanbul kıyılarını ve
Çanakkale Boğazını toplarla tahkim ettirdi. Çanakkale Boğazına giren
İngiliz donanmasını topa tutarak büyük kayıplar verdirdi. Daha sonra
Silistre valiliğine tayin edildi. Ancak Alemdar Mustafa Paşa ile
arasının açık olması dolayısıyla bu görevi kabul etmedi. Bu sebeple
Mısır’a sürüldü. İskenderiye’ye indiği gün vefat etti (1809).


Ali Rıza Paşa





Osmanlı sadrazamlarından. 1860’ta İstanbul’da doğdu. Babası nizamiyeden
emekli Jandarma Binbaşısı Tahir Beydir. 1885’te kurmay yüzbaşı olarak
Harp Akademisini bitirdi. Askerlik bilgi ve becerisini artırmak üzere
hükümetçe Almanya’ya gönderildi (1887). Üç yıl orada kaldıktan sonra
binbaşı rütbesiyle yurda döndü. Erkan-ı Harbiye Mektebinde harp tarihi
okuttu. 1895’te miralay olan Ali Rıza Paşa, Harran’da çıkan isyanı
bastırmakla görevlendirildi. 1897’de bir süre Manastır vali ve
komutanlığı görevinde bulunduktan sonra Yemen ayaklanmasını bastırmaya
memur edildi (1905). Bu görevi sırasında müşirliğe yükseldi. İkinci
Meşrutiyetin ilanından sonra (1908) ayan meclisi üyeliğine getirildi.
Meşrutiyet kabinelerinde iki defa Harbiye Nazırlığı yaptı. Balkan
Harbine (1912) Batı Ordusu Komutanı olarak katıldı. Mondros
Mütarekesinden sonra kurulan Tevfik Paşa kabinesinde (11 Kasım 1918)
Bahriye Nazırı olarak vazife yaptı.
Sivas Kongresinden sonra Milli Mücadele taraftarlarının baskını sonucu
Ferid Paşa hükümetinin düşmesi ile Ali Rıza Paşa sadrazamlığa getirildi
(2 Ekim 1919). Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın İstanbul’da
toplanmasını sağladı. Ancak İstanbul’daki merkezi hükümetin
Anadolu’daki Kuvay-i milliye hareketi ile birleşmesini istemeyen işgal
kuvvetlerinin zoru ile 3 Mart 1920’de istifa etti.
Ali Rıza Paşa 21 Ekim 1920’de kurulan Dördüncü Tevfik Paşa kabinesinde
Nafia ve Dahiliye nazırlıklarında bulundu. TBMM’nin saltanatı
kaldırması (1 Kasım 1922) üzerine son Osmanlı hükumeti olan Tevfik Paşa
kabinesinin diğer üyeleriyle birlikte o da istifa etti (3 Kasım 1922).
Ali Rıza Paşa 31 Ekim 1932’de vefat etti. İçerenköy Mezarlığına
defnedildi. Devletin güç zamanlarında önemli vazifeleri başarıyla
yerine getiren Ali Rıza Paşayı Vahideddin Han çok takdir ederdi.


Ali Seydî Bey





Osmanlı Devletinin son devirlerinde yetişen devlet adamı ve
yazarlarından. 1870 Martında Erzincan’da doğdu. Babası süvari kumandanı
Üzeyir Paşadır. Tahsiline Erzincan’da başlayan Ali Seydî, Askeri
Rüşdiyeyi ve Mülkiye İdadisini bitirdi. Tahsili sırasında şiirler
yazdığından okulun önde gelen şairleri arasında yer alıyordu.
Mülkiyenin yüksek kısmından 1891’de mezun oldu. Aynı sene Şura-yı
Devlet Kaleminde memur olarak vazifeye başladı. Bir yandan da Numune-i
Terakki Mektebi ve idadilerde hendese, hesap, tarih, kitabet ve imla
hocalığı yaptı. Bir süre sonra Hazine-i Hassa Nezareti Tahrirat Kalemi
mümeyyizliğine tayin edildi. Daha sonra Arazi-i Seniyye başkatipliği
üyesi olarak Bağdat’a gönderildi (1896). Bu vazifede iken Bağdat’ın
çeşitli okullarında vazife yaptı. Aşiretler arasında bazı ihtilafları
halletmekle görevlendirildi. Bu vazifeyi başarı ile yapınca 1900
Martında İstanbul’a döndü.
Ali Seydî Bey, vazifelerinde gösterdiği başarılardan dolayı sırasıyla
Hazine-i Hassa Tahrirat Kalemi Mümeyyizi (1901), Baş Mümeyyiz (1904),
Baş Müfettiş (1907) oldu. Bu vazifelerdeyken çeşitli rütbe ve
nişanlarla mükafatlandırıldı. Sultan İkinci Abdülhamid Hanın tahttan
indirilmesinden sonra Hazine-i Hassanın Maliye Nezaretine
bağlanmasıyla, bir süre açıkta kaldı. Bir süre sonra hizmeti göz önünde
tutularak Dahiliye Nezareti Müfettişliğine tayin edildi (1909). Aynı
sene Sultan Reşad’ın emri ile kurulan Tarih-i Osmani Encümenine daimi
üye seçildi. 1913-1919 seneleri arasında sırasıyla Adana Vali
Vekilliği, Dahiliye Nezareti Teftiş Heyeti Umum Müdür Vekilliği, Bolu
ve Çatalca Mutasarrıflığı ve Elazığ Valiliğinde görev aldı. Daha sonra
Mekteb-i Mülkiyede öğretmenlikte bulundu. Trabzon Mebusu olarak meclise
girdi ise de aynı senenin Ekim ayında vefat etti.
Ali Seydî Bey, eserleri ile Türk eğitim ve fikir hayatına önemli
hizmetlerde bulunmuştur. Ona göre ilerlemek için halkın kültür
seviyesini yükseltmek ve batının ilim ve fen alanındaki buluşlarını
öğrenmek lazımdır. Bu yüzden ders kitabı mahiyetinde irili ufaklı
birçok kitap yazmıştır. Alfabe değişikliğine karşı çıkarak, bunun
getireceği zararları anlatan küçük bir risale de yazmıştır.
Ali Seydi Beyin yazdığı eserlerden bazıları şunlardır: 1) Resimli
Kamus-i Osmani: Lügat türünde bir eser olan kitapta 40.000 madde başı
vardır. 2) Seci’ ve Kafiye Lügati, 3) Defter-i Galatat, 4) Musavver
Dairet-ül-Mearif, 5) Latin Hurufu Lisanımızda Kabil-i Tatbik midir?:
Alfabe değişikliğine karşı yazdığı risaledir. 6) Resimli Yeni Lügat, 7)
Güldeste-i Bedayi, 8) Kitabet Dersleri, 9) Hükumat-ı İslamiyye Tarihi,
10) Mekatib-i İdadiye Şakirdanına Mahsus Devlet-i Osmaniyye Tarihi, 11)
Tarih-i Umumi, 12) Musahabat-ı Ahlakiyye.


Ali Şefkatî





Jön Türklerden. Türk siyasetinde masonluğun önde gelen simalarındandır.
Babası İzmir gümrük memuru Reşid Efendidir. Şura-yı Devlet Tanzimat
Dairesi yardımcılarından iken, İkinci Abdülhamid Hanı tahttan indirip
yerine Beşinci Murad’ı geçirmek için çalışan Skalyeri Aziz Bey
Komitesine girdi. Komitenin gizli çalışmalarına katıldı. Ali Suavi’nin
Çırağan Vakasından sonra bu gizli derneğin de meydana çıkması üzerine
Avrupa’ya kaçtı. Napoli ve Cenevre’de İstikbal adlı gazeteyi çıkardı
(1879-1881). İslamiyet ve hanedan düşmanı çevreler tarafından büyük
ilgi gördü ve desteklendi. Bir müddet eski Mısır Hidivi İsmail Paşanın
sekreterliğini yaptı. 1895’te İstikbal’i Londra’da çıkarmaya başladı.
Aynı zamanda Osmanlı idaresine karşı Hayal adında bir de mizah dergisi
çıkardı. 1896’da Paris’te sefalet içerisinde öldü. Pere Lachaise
Mezarlığına gömüldü.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:45 pm
Ali Şir Nevai





Türklüğün Çağatay sahasında bilgin ve devlet adamı. 1441’de Herat’ta
doğdu. Timur Hanın meliklerinden Sultan Ebu Said’in vezirlerinden olan
babası Kiçkine Bahşi, Ali Şir Nevai’nin terbiye ve eğitimine çok önem
verdi.
Sultan Hüseyin Baykara ile mektepte ders arkadaşıydı. İkisinden hangisi
devlet idaresine geçerse, diğerini unutmamak üzere aralarında
sözleşmişlerdi. Ali Şir, bir müddet Horasan’da, sonra da Semerkant’ta
tahsil ile meşgul oldu. Bir hayli zaman sonra, Hüseyin Baykara Herat’ta
tahta geçti. Verdiği sözü yerine getirmek için Ali Şir’i arattırdı.
Semerkant’ta olduğunu öğrendi. Maveraünnehir meliki Ahmed Mirza’ya
yazarak Ali Şir’in kendisine gönderilmesini istedi. Ali Şir, Sultan
Ahmed’in yardımıyla Herat’a geldi. Hüseyin Baykara tarafından yakın
ilgi ile karşılanarak önce mühürdarlığa, sonra da vezirliğe tayin
edildi. Ali Şir, boş vakitlerini kitab okuma, inceleme ve araştırma
yapmakla geçirdi. Bu sebepten çevresi alimler ve edipler cemiyeti
haline gelmiş idi. Edip ve şairler ile bütün ilim, sanat, hüner
sahiplerine yardım ederdi. Böylece maarif ve sanayinin gelişmesine
yardımcı oldu.
Sultan Hüseyin kendisini çok severdi. Hatta, Herat’ta bulunmadığı
zamanlar, yerine Ali Şir vekalet eder, onun namına fermanlar çıkarırdı.
Bir müddet sonra siyasetten usanıp, istifa etmek istemiş ise de Sultan
razı olmamış, ısrarı üzerine Esterabad valiliğine tayin etmiş idi. Ali
Şir Nevai orada da çok durmayıp vazifeden ayrılarak kendisini ilim ve
sanata verdi (1490). Sultan ona daima ihsanlarda bulunurdu. Şehzadeler
de Ali Şir’in meclisinden eksik olmazlardı. 1501 (H. 906) yılında vefat
etti. Mezarı Herat’tadır.
Ali Şir Nevai, devlet ve siyaset adamlığı yanında her şeyden önce bir
şair ve alimdi. O devirde örnek gösterilen İran edebiyatını Türk
geleneklerine uygun hale getirmeye çalıştı. Türkçe'ye büyük hizmetlerde
bulundu. Ayrıca güzel sanatların hemen hepsi ile meşgul olmuş; hattat,
nakkaş ve benzeri sanatçıları korumuştur.
Ali Şir, tarih, edebiyat ve lisanda söz sahibi idi. Türkçe ve Farsça
şiir yazmasının yanında Arapça’yı pek iyi öğrenmişti. Şiirlerini Türkçe
ve Farisi yazdığı için Züllisaneyn (iki dil sahibi) ismiyle tanınır.
Meşhur alim Molla Cami onunla şiir sohbetleri yapardı. Molla Cami, İran
insanının yetişip aydınlanması için eser yazarken, Ali Şir Nevai de ona
paralel olarak Türk insanının yetişmesi için çalıştı. Gerçekte her iki
edebiyatçı ve alim de, inanç ve fikir yönünden aynı şeylere yer
vermişlerdir.
Ali Şir Nevai, Kaşgarlı Mahmud’dan sonra Türk diline hizmet eden en
büyük Türk edebiyatçısıdır. Muhakemet-ül-Lugateyn (iki dilin
muhakemesi) adlı eserinde Türkçe ile Farsça'yı karşılaştırmış ve birçok
yerlerde Türkçe'nin üstünlüğünü göstermiştir. Bu eserini Türkçe'yi
bırakıp, Farsça'yı üstün görenleri uyarmak için yazmıştır. Kendisinden
sonra gelen birçok şairi etkilemiş, ona nazire yapan, onun görüşlerini
savunan pek çok şair görülmüştür. Türkçe şiirlerinde Nevai, Farisi
şiirlerinde Fani mahlasını kullanmıştır.
Hayrat ve iyilikleri de çok olup, bir çok medreseler ve binalar
yaptırmıştır. Büyük bir kütüphanesi olup, bu kütüphaneden pek çok kişi
istifade etmiştir.
Eserleri:
Ali Şir Nevai’nin dördü Türkçe, biri Farsça olmak üzere beş divanı
vardır. Türkçe divanlarının genel adı Hazain-ül-Maani’dir. Türkçe
divanlar, sırasıyla; 1) Garaib-üs-Sıgar: Çocukluğunda yazmış olduğu
şiirlerden meydana gelmiştir. 2) Nevadir-üş-Şebab: Gençliğinde yazdığı
şiirleri ihtiva etmektedir. 3) Bedayi-ül-Vasat: Olgunluk devresine ait
şiirleri bu eserde toplamıştır. 4) Fevaid-ül-Kiber: Yaşlılığında
söylemiş olduğu şiirlere ayrılmıştır.
Ali Şir Nevai’nin diğer eserleri şunlardır: 1) Hayret-ül-Ebrar: İslam
ahlakı, tasavvuf, iman, adalet, doğruluk, ilim, cehalet, yiğitlik, edeb
gibi konular üzerine yazılmış, manzum makale ve hikayelerden müteşekkil
bir mesnevidir. 2) Ferhad ve Şirin. 3) Leyla ve Mecnun: Nevai’nin
üçüncü mesnevisidir. Bu mesnevi, Nizami’nin ve Hüsrev-i Dehlevi’nin
izinde yazılmış olmakla beraber, olayların psikolojisi, tasviri ve
sosyal hayat içinde işleyişi bakımından tamamiyle orijinal, milli ve
mahalli bir eser görünüşündedir. Hikayede şahısların ve olayların
tasviri, kelimelerle yapılan bir tablo halinde, adeta Orta Asya
hayatını ortaya sermektedir. 4) Seb’a-i Seyyare: Bu mesnevi, meşhur
Sasani Hükümdarı Behram-ı Gur’un hikayesidir. Daha çocukken babası
tarafından Medain’den çıkarılan ve babasının ölümünden sonra çıkan taht
kavgaları arasında, bir ordu ile Medain’e gelerek hükümdar olan
Behram-ı Gur’un yaptığı savaşlar, av maceraları bu mesnevinin mevzuunu
teşkil etmektedir. 5) Sedd-i İskenderi: Bu mesnevi, Zülkarneyn
aleyhisselamın hayatını, fetihlerini, kahramanlıklarını ve adaletini
anlatan bir İskendernamedir. Beş mesnevisinden meydana gelen Hamse’si
ile Türk edebiyatında ilk hamse yazan da Ali Şir Nevai’dir. 6)
Lisan-üt-Tayr: Büyük alim Feridüddin-i Attar’ın Mantık-ut-Tayr’ına
nazire olarak yazılmış, 3500 beytten meydana gelen tasavvufi bir
eserdir. 7) Muhakemet-ül-Lügateyn, 8) Mecalis-ün-Nefais: Bu eser, Türk
edebiyatında ilk defa Ali Şir Nevai tarafından yazılan bir şairler
tezkeresidir ve pek çok şair tarafından örnek alınmıştır. 9)
Mizan-ül-Evzan: Türkçe olup, bu eserde, Orta Asya Türk nazım şekilleri
hakkında bilgiler ve örnekler verilmektedir. 10) Nesaim-ül-Mehabbe:
Orta Asya’da yaşayan velilerin hayat ve menkıbelerini anlatan bir
Tezkiret-ül-Evliya’dır. Tasavvufun Türkler arasında nasıl karşılandığı,
büyük velilerin Türklerden nasıl saygı ve sevgi gördüğü, Türk tasavvufu
hakkında bilgiler veren bu eserde, özellikle halk psikolojisi
bakımından önemli çizgiler vardır. 11) Nazm-ül-Cevahir (Türkçe), 12)
Hamset-ül-Mütehayyirin, 13) Tuhfet-ül-Müluk (Farisi), 14) Münşeat
(Türkçe), 15) Sirac-ül-Müslimin, 16) Tarih-ül-Enbiya (Türkçe), 17)
Mahbub-ül-Kulub fil-Ahlak, 18) Seyf-ül-Hadi ve Rekabet-ül-Münadi.


An Lu-Şan





Çin'de devlet idaresinde önemli vazifeler almış, Türk asıllı bir siyaset adamı ve asker (?-757).
Büyük bir ordu kumandanı ve sarayın hürmetini kazanmış bir askerken,
756 yılında hükümete karşı ayaklandı. Kısa zamanda duruma hakim oldu.
Çin'in iki başkentini de zaptederek, Çin imparatorunu kaçırdı. Yeni
adıyla anılan bir sülâle kurdu. Çinli idareciler ve kumandanlar, An
Lu-Şan'a karşı harekete geçtiler, fakat bir şey yapamayacaklarını
anlayınca, Uygurlar'dan yardım istediler. Uygurlar işe karışınca, An
Lu-Şan yenildi ve 757 yılında öldürüldü.


Asaf Mehmed Paşa





Osmanlı devlet adamlarından ve şairlerinden. Sadrazam Topal Osman
Paşazade Ratib Ahmed Paşanın oğludur. Doğum tarihi ve yeri
bilinmemektedir. Sarayda tahsil görüp yetişti. Devrine göre tahsilini
tamamladıktan sonra kapıcıbaşı olarak memuriyete atıldı.1757 senesinde
Beylerbeyi rütbesiyle Köstendil mutasarrıflığına tayin edildi.1763
senesinde Hotin Muhafızı oldu. Daha sonra orduda çalışmaya başladı.
1768’de vezirlikle Selanik Valisi oldu. Bir sene sonra da Halep
valiliğine tayin edildi ve bir sene kadar görev yaptıktan sonra Vidin
valiliğine getirildi. 1771’de Belgrat, 1775’te İnebahtı, 1776’da Konya,
1778’de ikinci defa Halep’te valilik yaptı. İkinci defa Halep
Valisiyken aynı zamanda Bender Muhafızlığı görevini de üstlendi. 1780
senesinde Rumeli Valisi oldu ve aynı sene Belgrat’tayken vefat etti.
Asaf Mehmed Paşa iyi bir idareciydi. Şiirle meşguliyeti az olmakla
birlikte, şairane ve hakimane şiirleri vardır. Asafi mahlasıyla şiirler
yazan Asaf Paşanın şiirleri o devrin bazı mecmualarında yayınlanmıştır.



Aydın Reis





On altıncı yüzyıl Türk denizcilerinden. Aslen Karamanlı olup Kemal
Reisin yetiştirmelerindendir. Osmanlı donanmasında gemi kaptanlığı
vazifesindeyken Sultan İkinci Bayezid’in emriyle Memlüklü Sultanlığı
hizmetine girdi. Ustası Kemal Reisin vefatı (1511) üzerine Kuzey-Batı
Afrika’ya geçerek Oruç Reisin gazalarına iştirak etti. Cezayir’in
fethine katıldı. Oruç Reisin şehadetinden sonra Barbaros Hayreddin
Paşanın maiyetinden ayrılmadı. Barbaros, on beş gemilik bir filoyu
Aydın Reisin emrine verip İspanyol zulmü altında inleyen Müslümanları
kurtarmaya gönderdi. İspanyollar tarafından “Şeytan Döven” adı verilen
Aydın Reis, Endülüs’e giderken rastladığı beş İspanyol gemisini ele
geçirdi. Güney İspanya kıyılarına vardı. Oliva Limanında Müslümanları
gemilere bindirip yola çıktı. Balear Takım Adalarından Formentera'da
muhacirleri karaya çıkarıp kendisini takip eden İspanyol donanması
komutanı Portundo’nun filosuna hücum etti. Yedi İspanyol gemisini ele
geçirdi. İspanyol komutan ve kaptanları çarpışmada öldü. İspanyol
amiral bayrağını da ele geçiren Aydın Reis, muhacirleri alarak
Cezayir’e döndü. Barbaros tarafından Cezayir donanması kaptanlığı ile
taltif edildi. On parçalık bir filoyla Barbaros’un mektubunu ve
hediyeleri takdim etmek üzere İstanbul’a gönderildi. Arkadaşları ile
birlikte Kanuni Sultan Süleyman Hanın huzuruna kabul edilip
iltifatlarına mazhar oldu.
Daha sonra Barbaros’un Kaptan-ı deryalık vazifesiyle İstanbul’a gitmesi
üzerine Aydın Reis seferler tertip edip İspanyol zulmünden Müslümanları
kurtarmaya devam etti. 1534 yılında Barbaros Hayreddin Paşa ile
birlikte Tunus seferine iştirak etti. 1535 yılında Beledül-Unnab’da
(Bone) vefat etti.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:45 pm
Aydoğdu Bey





Osman Gazinin kardeşi Gündüz Alp’in oğlu. Doğum yeri ve tarihi
bilinmemektedir. Bir çok savaşlarda bulunarak büyük kahramanlıklar
gösterdi. 27 Temmuz 1302’de Osman Beyin üstün Bizans kuvvetlerine karşı
giriştiği Koyunhisar Muharebesine katıldı. Bu savaşta büyük yararlıklar
gösteren Aydoğdu Bey şehid düştü. Osman Gazi, yetişmesi ile bizzat
ilgilendiği bu gözüpek yeğeninin ölümüne son derece üzüldü. Kabri
Bursa-Yenişehir arasında Koyunhisar’a giden yol üzerindedir. Hastalanan
atların, kabrinin etrafında gezdirilince şifa buldukları söylenmektedir.


Bağdatlı İsmail Paşa





Osmanlı Devletinin son devirlerinde yetişen asker, araştırmacı ve
biyografi yazarı. Baban ailesinden Baban Mehmed Emir Efendinin oğludur.
1839'da Bağdat'ta doğdu. 1920'de İstanbul'da vefat etti.
İlk tahsilini memleketinde yaptı. Irak'tayken askeri mektepte okudu.
Çeşitli askeri birliklerde görev yaptı. Jandarma Dairesi İkinci Şubesi
Müdürüyken 1875'te İstanbul'a yerleşti. 1908'den itibaren Mirliva
rütbesi ile Jandarma Dairesi Müdürlüğüne tayin edildi. Bu arada ilmi
araştırmalarla meşgul olup, uzun bir çalışma neticesinde Katib
Çelebi'nin Keşf-üz-Zünun adlı eserine iki ciltlik bir Zeyl (ek) yazdı.
1920 (H. 1339)de İstanbul'da vefat etti.
Ününü, yazmış olduğu eserden almış olan Bağdatlı İsmail Paşanın ilk
eseri; İzah-ül-Meknun fi Zeyl-i ala Keşf-üz-Zünun'dur. İki cilt halinde
yazdığı bu zeylde 19.000 kadar kitabı tanıtmaktadır.
Hediyyet-ül-Arifin ve Esma-ül-Müellifin ve Asar-ül-Musannifin adıyla
yazdığı ikinci eseri de iki cilt olup, Arapçadır. Alfabetik olarak
tertib edilmiş olan bu eserde, bir müelliften (yazardan) bahsedilirken
sırayla müellifin adı, babasının adı, nisbeti yani şöhreti, lakabı,
memleketi, mezhebi, vefat tarihi, Türk olup olmadığı ve eserleri
yazılmıştır.


Bali Bey (Malkoçoğlu)





Fatih Sultan Mehmed Han'ın kurdurmuş olduğu, Enderun-ı Hümayün adlı Saray Üniversitesinde yetişen meşhur akıncı beyi.
Sultan İkinci Bayezid Han devrinde Silistre Beylerbeyliği yaptı.
Fevkalade cesur, sadık ve kabiliyetli bir kumandandı. Pek çok ve büyük
hizmetlerde bulundu.Kendisi Silistre Beylerbeyi bulunduğu sıralarda
isyan eden Eflak Voyvodasına karşı gönderilen Osmanlı ordusunda
yararlıklar gösterdi. Yine aynı beylerbeyliği sırasında Macaristan’a
ordu sevkederek Varadin Kalesi ile diğer pek çok yeri zaptetti. Daha
sonra Prut Nehrini geçerek Akkerman Kalesini ele geçirmek isteyen
Buğdan Voyvodasını ordusu ile hezimete uğrattı. 1498 yılında 40.000
kişilik ordusu ile Lehistan üzerine akınlar yaparak Varşova şehrine
kadar uzanmış ve büyük bir zafer kazanmıştı. Bu akınları sırasında tam
10.000 esir ve pek çok harb ganimeti ile dönmüştü. Bu ganimet ve
esirlerden bir kısmını seçerek, Kethüdası Mustafa Bey ile Sultan İkinci
Bayezid Hana gönderdi.
Oğulları Ali ve Tur Ali Beyler de kendisi gibi cesur, silahşör ve
kahraman idiler. Büyük oğlu Ali Bey, Sofya Sancakbeyliği yaptı. Küçük
oğlu Tur Ali Bey ise, babasından sonra Silistre Sancakbeyliği
hizmetinde bulundu. Bali Bey 1514 yılında vefat etti.


Baltacı Mehmed Paşa





Osmanlı Devleti sadrazamlarından. 1660 yılında Kastamonu sancağı
Osmancık kasabasında doğdu. Baltacı ocağında yetişti ve yazıcı
halifeliğine kadar yükseldi. Devletin birçok eyaletinde görevlerde
bulundu. Sultan Üçüncü Ahmed zamanında Mirahurluğa yükseltildi. 6 Eylül
1704’te vezirlik rütbesi ile kaptan paşalığa getirildi. Aynı yıl içinde
Kalaylıkoz Ahmed Paşanın yerine sadarete getirilerek, 18 ay bu vazifede
kaldı. Fakat hakkında çıkarılan bazı dedikodular sebebiyle azledilerek,
Erzurum, sonra da Halep valiliğine tayin edildi (1706).
Dört yıl kadar bu vazifede kaldıktan sonra, 18 Ağustos 1710’da ikinci
defa sadrazam oldu. Bu sırada Rusya’ya karşı açılan seferin
serdarlığına getirildi. Komutasındaki kuvvetlerle Prut Irmağı kıyısında
Rus ordusunu çember içerisine aldı. Rus kuvvetlerinin bir yanı Prut
bataklığı diğer yanı ise Osmanlı askerleriyle çevriliydi. Rus çarı
büyük tavizler vermek suretiyle barış yapmak istedi. Kırım Hanı Devlet
Giray’ın karşı çıkmasına rağmen sadrazam Baltacı Mehmed Paşa
yeniçerilerin disiplinsiz hareketleri ve bazı devlet adamlarının
anlaşmaya meyilli olmaları yüzünden bu isteği kabul etti (22 Temmuz
1711) (Bkz. Prut Antlaşması).
Ancak, Rusların antlaşma hükümlerini yerine getirmemesi üzerine
Baltacı’nın aleyhtarları harekete geçti. Nitekim görevinden azledilen
Baltacı Mehmed Paşa, önce Midilli, ardından da Limni adasına sürüldü ve
1712 yılında burada vefat etti.


Barbaros Hayreddin Paşa





Büyük Osmanlı kaptan-ı deryası (amirali). 1466’da bir rivayette de 1483
yılında doğdu. Asıl adı Hızır'dı. Din ve devlet yolunda yaptığı büyük
işlerden dolayı Kanuni Sultan Süleyman Han tarafından, dine hayrı
dokunan manasına gelen Hayreddin ismi verildi. Doğu Akdeniz
kıyılarındaki kavimler tarafından "kızıl sakallı" manasına gelmek üzere
Barbarossa diye tanınmaktadır.
Midilli’nin Osmanlılarca fethinden sonra, kale muhafızı olarak buraya
gelmiş, aslen Vardar Yenicesi’nden Yakub Ağanın dört oğlundan biriydi.
Hızır’ın, İshak ve Oruç adında iki ağabeyi ve İlyas adında bir kardeşi
vardı. İshak Midilli’de çalışıyor, Oruç ve Hızır deniz ticareti
yapıyorlardı. Üç kardeş baba memleketi olan Selanik ve Saros’a gemi
işleterek ticaretle meşgul oluyorlardı.
O zamanlar korsanlarla dolu Akdeniz’de deniz ticareti tehlikeli bir
işti. Nitekim Oruç Reis de ticaretle uğraşırken Rodos şövalyeleri
tarafından esir edildi. Bir kolayını bulup esaretten kurtulunca, iki
kardeş birlikte denizciliğe başladılar. Bu konuda Şehzade Korkut'un
yardımlarını gördüler. Şehzade Korkut'un ölümünden sonra denizci iki
kardeş beraberce Tunus Hafsi Sultanı Ebu Abdullah Muhammed'e müracaat
ederek ganimetlerin beşte birini vermek şartıyla Halk-ül-Vad Kalesine
yerleştiler (1512).
Ceneviz, Fransız, İspanyol ve Venedik gemilerine karşı kazandıkları
başarılar, servet, kuvvet ve şöhretlerini artırdı. Kuzey Afrika’daki
bazı kabilelerin ileri gelenleri tarafından zalim beylere, İspanyol ve
Ceneviz istilacılarına karşı yardıma çağırıldılar. Böylece Oruç Reis,
Kuzey Afrika’da bir devlet kurmaya başlıyordu. Becel, Cicel, Şirşel ve
Cezayir ellerine geçti. İspanya’nın müttefiki olan Tenes ve Tlemsen’i
de aldılar. Fakat İspanyollara sığınan Tlemsen Beyi, İspanyol
kuvvetleri ile tekrar hücuma geçti. Bu harpte Oruç Reis şehid oldu.
Oruç Reisin şehadeti sonrasında çıkan karışıklıklarda Hızır Reisin
mertlik ve ustalığı Cezayir şehrinde bir süre tutunmasına yettiyse de,
ilerde İspanyollarla Arapların tekrar hücum edeceğini anlayan Hızır
Reis, Yavuz Sultan Selim’e bir heyet göndererek, topraklarının Osmanlı
hakimiyetine kabulünü diledi. Yavuz Sultan Selim bu teklifi
memnuniyetle kabul etmekle kalmadı. Barbaros Hayreddin’e Beylerbeyi
payesini verdi. Her türlü yardımı vaad etti ve Kuzey Afrika’ya 2000
kişilik bir yeniçeri kuvveti ile top gönderdi. Ayrıca Anadolu’dan asker
toplama izni verdi. Hızır Reis, 1520’den sonra, bütün Hıristiyanlık
dünyasını ürküten fevkalade zaferler kazandı. Akdeniz’deki bütün Türk
ve öteki Müslüman denizciler onun emrine girmek için koştular. Kısa
zamanda kırk teknelik bir donanma kuruldu.
Cezayir, Şirşel ve Tenes tekrar ele geçirildi. Cezayir şehri
yakınındaki Penon şehri İspanyolların elindeydi. Bunlar bilhassa Pazar
günleri Müslümanların bulunduğu şehri topa tutuyordu. Barbaros, Penon
Kalesini kuşatarak teslim olmalarını teklif etti. Kabul edilmeyince
lağım kazılarak kale havaya uçurulup zaptedildi.
Aydın Reis idaresindeki Türk denizcileri, Marsilya ve Nis sahillerini
basıp esir ve ganimetlerle dönüyorlardı. İslam alemini sevindiren bu
zaferler, Hıristiyanları mateme boğuyordu. Rahiplerin gönderdiği
şikayet mektupları ve bizzat gelen şikayetçilerin verdiği kara haberler
o zamanlar Almanya, İtalya, Hollanda ve İspanya tahtlarına sahip olan
imparator V. Şarlken’i bir meclis toplamaya mecbur etti. Toplanan bu
meclis, İspanyol ve Fransız deniz kuvvetlerinin Andrea Doria
komutasında, Barbaros Hayreddin Paşanın üzerine gitmesini
kararlaştırdı. Bu gayeyle yola çıkan Haçlı donanması, Kuzey Afrika’da
bir hareket üssü elde etmek üzere 40 gemilik bir donanma ile Şirşel’e
çıkarma yaptı ise de şehrin müdafileri, Andrea Doria’yı birçok ölü ve
yaralı bırakarak çekilmek zorunda bıraktı. Hayreddin Paşa, Haçlı
donanmasını bulmak üzere Akdeniz’e açıldı. Fakat Andrea Doria selameti
İspanya kıyılarına kaçmakta buldu. Barbaros Hayreddin Paşa, Akdeniz’de
çarpışacak düşman bulamayınca, İspanya’da Hıristiyan zulmüne karşı
ayaklanan Endülüs Müslümanlarına yardım etti ve binlerce Müslümanı
Afrika’ya geçirerek kurtardı.
1533 senesinde Kanuni Sultan Süleyman tarafından İstanbul’a çağrılan
Hayreddin Paşa, yerine evlatlığı Hasan Ağayı bırakarak mükemmel bir
donanma ile İstanbul’a doğru yola çıktı. Yolda 18 gemilik bir düşman
filosunu Mesina açıklarında yaktı. Koron’da bulunan Haçlı donanması
Preveze’ye kaçtı. İstanbul’da büyük bir merasimle karşılanan Barbaros,
birkaç gün sonra Kanuni Sultan Süleyman tarafından kabul olundu.
Merasimle, Cezayir Beylerbeyi payesiyle kaptan-ı deryalığa tayin edildi.
1534 baharında 80 gemilik donanma ile Akdeniz’e açılan Hayreddin Paşa,
Santa Luka, Sidraro, Fondi ve Isperlanga şehirlerini zaptetti. Bundan
sonra Tunus’a yönelen Osmanlı donanması, Tunus Beyi Hasan’ın üzerine
yürüdü. Kayrevan’a çekilen Hasan Bey mağlup oldu ve kabileler itaate
mecbur edildi (1534).
Tunus Beyinin Avrupa’dan yardım isteği üzerine 1535'te Alman
İmparatorluğu, Papalık, İspanya, Napoli, Ceneviz ve Portekiz
donanmalarından mürekkep 300 gemi ve 24 bin kişilik ordu,
Halk-ül-Vad’de karaya çıktı. Burayı bir süre müdafaa eden Hayreddin
Paşa, Tunus şehrine çekildi. Şehrin müdafaası zorlaşınca, Haçlı
ordusunu yaran Osmanlı ordusu, Bab-üz-Zünnab limanına çıkarak oradan
Cezayir’e geçti. Şehre giren Haçlılar, günlerce katliam yaptılar.
Cezayir’e gelen Barbaros, tekrar denize açılarak, İspanya kıyılarına
baskınlar düzenledi. Mayorka ve Minorka adalarının limanlarını tahrip
etti. Yolda Haçlı donanmasından Müslüman esirleri kurtardı ve gemilerle
Cezayir’e döndü.
Tekrar İstanbul’a davet edilen Hayreddin Paşa, 1536’da karadan
Napoli’ye yürüyecek orduya denizden yardımla vazifelendirildi. Osmanlı
donanması, Otranto’da çıkartma yaptı ve Kastro Kalesini zaptetti.
Bir sene sonra Venedik’e ait Syra, Egina, Nios, Paros, Tinos ve
Skorpento ve Kasos adaları zaptedildi. Nakos dukalığı Osmanlı idaresine
bağlandı. Osmanlı donanmasının parlak zaferleri Venedik’i güç durumda
bıraktı. Papa’ya ve diğer Avrupa devletlerine müracaat ederek Haçlı
donanması talebinde bulunan Venedik’in isteği kabul edildi. 600 gemilik
olan Haçlı donanmasının komutasına yine Andrea Doria getirildi.
Barbaros Hayreddin Paşa, bu büyük deniz kuvvetini, 27 Eylül 1538’de
Preveze önlerinde 122 kadırga ile karşıladı. Akşama kadar süren tarihin
bu en büyük deniz muharebesi sonunda, Haçlı donanması perişan edildi.
Andrea Doria gecenin karanlığından istifade ederek, savaş alanından
kaçabildi (Bkz. Preveze Deniz Savaşı). Böylelikle Akdeniz’de Osmanlı
hakimiyeti tamamen sağlanmış oldu.
Barbaros Hayreddin Paşanın gücünden faydalanmak isteyen Beşinci Karl,
onu Kuzey Afrika hükümdarı olarak tanıyacağını, ancak, Osmanlı
Devletinden ayrılmasını istedi. Bu teklif kabul edilmeyince, Beşinci
Karl, yanında Andrea Doria ve Fernando Cortez ile Cezayir’e saldırdı.
Ancak Hasan Ağa tarafından mağlup edildiler.
Hayreddin Paşa, daha sonra İspanya ve İtalya sahillerine hücumlar
tertipleyerek, İspanya Kralını, Fransa Kralı Birinci Fransuva ile sulha
mecbur etti ve bu esnada birçok Müslüman esiri kurtardı. 1544’te
İstanbul’a döndü. İstanbul’da iki sene yaşadıktan sonra 1546’da vefat
etti. İstanbul Beşiktaş’ta deniz kenarındaki türbesine defnedildi.
Ölümüne ebced hesabı ile “Mate reis-ül-bahr” (Denizin Reisi vefat etti.
H. 953) tarihi düşürülmüştür.
Osmanlı Devletinde 12 sene kaptan-ı deryalık hizmetinde bulunan
Barbaros Hayreddin Paşa, devletin sınırlarını Fas’a kadar uzattı.
Beşiktaş’ta bir medrese inşa ettirdi. Serveti ile İstanbul’un bir çok
semtine hanlar, hamamlar, konaklar, evler, değirmenler, fırınlar
yaptırdı. Hayreddin Paşa geceyi üçe ayırırdı. Birinci kısmında Kur’an-ı
kerim okur, ikinci kısmında ibadet eder ve üçüncü kısmında da uyurdu.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:46 pm
Bayezid Paşa





Çelebi Sultan Mehmed ve İkinci Murad devri vezir-i azamlarından.
Amasyalı olup babasının adı Yahşi’dir. Çelebi Sultan Mehmed Amasya’da
sancakbeyiyken hizmetine girdi. Ankara Muharebesinden sonra Osmanlı
şehzadeleri arasında başlayan saltanat kavgalarında Çelebi Mehmed’i
destekledi. Çelebi Mehmed’in Osmanlı tahtına geçmesinden sonra birinci
vezir oldu (1413). Karamanoğlu üzerine yapılan bir seferde gösterdiği
başarı üzerine veziriazamlık makamına ilave olarak Rumeli Beylerbeyliği
de kendisine verildi (1414). Şeyh Bedreddin İsyanının bastırılmasında
önemli rol oynadı. İkinci Murad Hanın tahta geçmesinden sonra da
görevlerine devam etti. Bu sırada Mustafa Çelebi (Düzmece Mustafa)
İsyanı meydana geldi. Mustafa Çelebi, Bizans İmparatorunun da
desteğiyle Rumeli’de durumu lehine çevirmeye başladı. Bunun üzerine
Murad Hanın emriyle, Bayezid Paşa Rumeli’ye geçerek Mustafa Çelebi
üstüne yürüdü. İki kuvvet Sazlıdere mevkiinde karşılaştı. Fakat ilk
temasta Bayezid Paşa kuvvetlerinin önce sağ kolu ve onu takiben sol
kolu Mustafa Çelebi tarafına geçti. Bu vaziyet üzerine teslim olan
Bayezid Paşa, Mustafa Çelebinin yanında bulunan Aydınoğlu Cüneyd Beyin
ısrarıyla öldürüldü. Kabri Sazlıdere’dedir. Torunları zamanımıza kadar
gelmişlerdir. Muktedir bir devlet adamı olan Bayezid Paşa, Amasya’da
cami, imaret ve medrese inşa ettirmiştir.


Bayram Paşa





Osmanlı veziriazamlarından. İstanbul’da doğmuştur. Doğum tarihi kesin
olarak bilinmemektedir. Gençliğinde Yeniçeri Ocağına girip sırasıyla
Ocak Ağası, Kul Kethüdası ve 1623’de Yeniçeri Ağası oldu. 1625 yılında
vezirlik rütbesiyle Mısır Valisi olan Bayram Paşa, İstanbul’da Kubbe
Veziri bulunduğu sırada Tabanı Yassı Mehmet Paşanın azli üzerine
vezir-i azam tayin edildi (Şubat 1636).
Dördüncü Murad Bağdat Seferine çıkışında Bayram Paşayı da yanına aldı.
Ancak ordu Urfa’ya yakın Celab mevkiine geldiğinde Bayram Paşa vefat
etti (Eylül 1638). Cenazesi İstanbul’a nakledilip Cerrahpaşa’daki
türbesine defnedildi.
Dördüncü Murad, Bayram Paşayı takdir ettiği için vefatını duyunca
çadırına gelip ağlamıştır. Paşa’nın çadırında her konakta padişaha
takdim edilecek hediyeleri havi sandıklar bulunmuştu. Sultan Murad bu
sandıktaki zırhtan gömlek, miğfer, samur takımıyla esvapları görünce
derin bir teessür içinde; “Çok yazık ki, böyle kadirşinas bir vezirden
ayrıldım. Böyle bir vezir az bulunur.” diyerek ruhuna dualar etmiştir.
Bayram Paşanın sadareti bir buçuk sene kadardır. Tedbirli ve iyi
idareli, uzağı gören bir devlet adamıydı. İstanbul’da türbesine bitişik
bir tekkesiyle, sebil mektebi ve medresesi ve Kayseri’de mevlevihanesi
ve Amasya’da bazı hayır eserleri vardır.


Bekir Paşa (Koca)





Kaptan-ı derya, Sultan İkinci Mustafa’nın damadı, vezir.
1670 yılında Alanya’da doğdu. Sarayda yetişerek darphane eminliğine
kadar yükseldi. Bu vazifedeyken vezir rütbesi ile Cidde ve peşinden de
Mısır valiliğine tayin edildi. Çeşitli yerlerde valilik yaptıktan
sonra, Kıbrıs muhassıllığında ve Eğriboz muhafızlığında bulundu.
Birinci defa olarak 1732 senesinde kaptan-ı derya oldu. On bir ay kadar
bu vazifede bulunduktan sonra nişancılık verildi. Sultan İkinci
Mustafa’nın kızı Safiye Sultanla evlendi (1740). 1750 senesinde ikinci
defa kaptan-ı derya oldu. Üç sene sonra bu vazifeden alınıp Cidde
valiliğine tayin edildi ise de ihtiyarlığını ileri sürerek İstanbul’da
kaldı. Gelibolu ve Alanya’ya sürgüne gönderildi (1752).
Ömrünün son yıllarını İstanbul’da Safiye Sultanın sarayında geçirdi.
Çeşitli yerlerde cami, medrese, çeşme gibi hayır eserleri inşa ettirdi.
Doksan yaşındayken vefat etti (1759). İstanbul’da defnedildi.


Beşir Ağa





Osmanlılar devri Darüssaade ağalarından. 1652 (H.1062) senesinde doğdu. 1746 (H.1159) senesinde İstanbul’da vefat etti.
Sarayda Yapraksız Ali Ağanın yanında yetişen Beşir Ağa, 1707 senesinde
saray hazinedarı oldu. Sultan Üçüncü Ahmed’in şehzadeliği sırasında
onun musahibi oldu. Sonraları Darüssaade Ağası Süleyman Ağa ile beraber
1713’te Kıbrıs’ta mecburi ikamete tabi tutularak gönderildi. Kıbrıs’tan
Mısır’a, oradan da Hicaz’a gönderilerek Şeyhülharemeynlik vazifesi
verildi. Bu vazifesi sırasında Mekke-i Mükerreme'de bulunan evliyanın
büyüklerinden olan Ahmed-i Yekdest hazretlerine talebe oldu. Onun
sohbetlerinde bulunup feyz aldı ve tasavvufta yüksek derecelere
kavuştu. 1717 senesinde İstanbul’a çağrılarak Darüssaade Ağalığına
tayin edildi. Bundan Sonra Sultan Üçüncü Ahmed Hanın padişahlığının son
ve Sultan Birinci Mahmud Hanın padişahlığının ilk devirlerinde olmak
üzere vefatına kadar otuz sene Darüssaade Ağalığı yaptı. Bu vazifesi
sırasında çok hizmet eden Beşir Ağa, Babıali civarında, cami, medrese,
tekke, çeşme ve kütüphane inşa ettirdi. Fatih, Beşiktaş,
Kocamustafapaşa, Fındıklı, Üsküdar ve Sarıyer’de çeşmeler, Medine-i
Münevverede pek çok hayrat yaptırdı. Babıali yakınında yaptırdığı cami
yanındaki kütüphanede 1368, Eyyub’deki kütüphanede 219 cilt kitap
vardır. Bu kitaplar bugün ayrılan bir bölümde muhafaza edilmektedir.
Beşir Ağanın ilk matbaanın kuruluşunda mühim rolü olmuştur. İbrahim
Müteferrika İstanbul'da ilk matbaayı açtığı gibi, ilk kağıt
fabrikasının da Yalova’da açılmasına gayret etti. Bu fabrika için en
uygun yer Beşir Ağanın çiftliği idi. Çiftliğini bu iş için seve seve
vakfeden Beşir Ağa, fabrikanın kurulmasından çok kısa bir zaman sonra
1746 senesinde İstanbul’da vefat etti. Eyüp Sultan Türbesine defnedildi.
Osmanlı tarihinde Darüssaade Ağası olan iki Beşir Ağa daha vardır.
Bunlardan birisine Küçük Beşir Ağa denilmiştir. Diğeri Sultan Üçüncü
Mustafa Han zamanında Darüssaade Ağası olan Beşir Ağadır.



Bıyıklı Mehmed Paşa





Yavuz Sultan Selim devri beylerbeylerinden. Enderun'da yetişti. Çeşitli
saray hizmetlerinde yetiştikten sonra baş mirahur oldu. Yavuz Sultan
Selim, Çaldıran Seferine giderken Bıyıklı Mehmed Paşa'yı Bayburt’u
almakla görevlendirdi. Bayburt zaptedildikten sonra Erzincan
beylerbeyliğine bağlandı. 1515’te Kemah’ı kuşattı. Yavuz Sultan
Selim’in de kuvvetleriyle gelerek muhasaraya iştiraki üzerine kale
kumandanı şehri padişaha teslim etti. Bundan sonra Yavuz onu Safevi
Devletinin batı hududunda elinde tuttuğu kalelerin en mühimi olan
Diyarbekir üzerine serdar tayin etti. Büyük alim İdris-i Bitlisi ile
birlikte hareket eden Bıyıklı Mehmed Paşa, şehri sulhen zaptetti. Bu
arada şehrin kurtarılması için gelen Karahan kumandasındaki Safevi
kuvvetlerini Mardin civarında Koçhisar mevkiinde bozguna uğrattı.
Böylece Mardin, Ergani, Çermik ve Birecik de Osmanlı hakimiyeti
içerisine girdi. Bıyıklı Mehmed Paşa, teşkil olunan Diyarbekir
eyaletine ilk beylerbeyi tayin olundu. Diyarbekir halkının “Fatih Paşa”
sanını verdikleri Bıyıklı Mehmed Paşa 1524’te vefat etti.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:46 pm
Bilge Tonyukuk





Adı bilinen ilk Türk yazar, tarihçi ve büyük devlet adamı. Milattan
sonra 8. asırda Göktürkler devrinde yaşamış İlteriş (Kutluk) Kağan,
Kapagan Kağan, Bögü Han ile Bilge Kağana baş vezirlik yapmış, bazı
savaşlarda başkomutan olarak vazife görmüştür.
Kendi adına dikilen abideye yazdırdıklarından anlaşıldığına göre;
Çin’de doğmuş, Çin esaretinden İlteriş (Kutluk ) Kağanla birlikte
kurtularak Türklerin Çin esaretinden kurtuluş savaşını idare etmiş,
gençlik yıllarında ataklık ve cesaretiyle, yaşlılığında da tecrübe ve
bilgisi ile devletine hizmet vermiştir. Damadı Bilge Kağanın Türk
milletini yerleştirmek ve Budist tapınakları açmak gibi fikirlerini
reddetmiştir. Bu sebeple milleti her an at sırtında harbe hazır tutmuş
ve Türklüğün İslamiyete girmesine zemin hazırlamıştır. Politikayı iyi
bilen, halk ruhunu derinlemesine kavramış olan bu meşhur Göktürk
vezirinin kendi adına M.S. 720-725 yıllarında dikilen kitabesi,
Moğolistan’ın Bayın Çoktu mevkiindedir.
Sade ve sanatsız bir dille yazılan bu kitabede; Çin esaretinin
çilesinden, Çinlilerin hile ve zulümlerinden bahsedilerek halka öğütler
verilir. Bazı bölümlerde de kendi hayatından bahisler vardır.
Bilge Tonyukuk kitabesinden:
“Tanrı yarlıgadığı için Türk milleti içinde silahlı düşmanı
gezdirmedim. Damgalı atı koşturmadım. İlteriş Kağan çalışmasaydı ona
uyarak ben kendim çalışmasaydım, il de millet de yok olacaktı.
Çalıştığı, çalıştığım için il, il oldu. Millet de millet oldu. Kendim
artık kocadım... Şimdi Türk Bilge Kağan, Türk müstakil milletini, Oğuz
milletini iyi idare ederek tahtında oturuyor."



Burak (Barak) Reis





Ünlü Türk denizcisi. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. 1488’de
Osmanlıların Mısır Memlûkları ile yaptıkları deniz seferine kadırga
reisi olarak katıldı.
Cem meselesinin hallinden sonra, İkinci Bayezid Han, Akdeniz’i bir Türk
gölü hâline getirmek için bazı kalelerin bir an önce fethedilmesini
istiyordu. Bunun için de önce İnebahtı (Lepanto) Kalesinin fethedilmesi
gerekiyordu. İnebahtı’nın fethi için İstanbul ve Gelibolu’da sefer
hazırlıklarına başlandı. Nihayet, Sultân İkinci Bâyezîd Han karadan,
Kaptan-ı deryâ Küçük Davud Paşa da 300 parçadan meydana gelen Osmanlı
donanması ile 1499 yılı baharında Gelibolu’dan hareket etti. Devrin
meşhur denizcilerinden Kemal, Burak, Kara Hasan ve Herek reisler de bu
donanmaya katılmışlardı. Ancak buralara sahip olan Venedikliler de boş
durmuyordu. Bütün Avrupa devletlerinden yardım alarak 160 parçadan
meydana gelen kuvvetli bir filo meydana getirmişlerdi.
Osmanlı donanması aylarca sıkıntılı yolculuktan sonra, İnabahtı’ya
yaklaştı. İnebahtı’ya ulaşabilmek için, Bradino Kanalını geçmek
gerekiyordu. Oysa düşman donanması bu sırada Kanal’da yatmaktaydı. 29
Temmuz 1499 günü, Kaptan-ı deryâ Davud Paşanın gemisinin güvertesinde
yirmi kadar kaptan toplandılar. Yapılacak işin müzâkeresini yaptılar.
Davud Paşanın bir yanında Kemal Reis, diğer yanında Burak Reis vardı.
Davud Paşa, kaptanlara: "Daha kuvvetli olan düşman donanmasını ikiye
bölüp kuvvetini azaltmak için, arkasına sarkmak üzere bir akıncı
müfrezesi ayrılacaktır. Ben, bu müfreze ile düşmanın arkasına
sarkacağım. Kemal Reis ile Burak Reis benim yerimde hücuma geçecekler.
Bu tehlikeli bir teşebbüstür. Düşman farkına varırsa, kurtuluş Allahü
teâlâya kalmıştır." dedi. O zaman Kemal Reis: "Bu işi senin yapman
olmaz Paşam!" diye cevap verdi. Kırk beş yaşlarındaki Burak Reis, hemen
ileri atıldı: "Paşa kardeş, sen serdârsın, Donanma-yı Hümâyûn sana
emânettir. Bu akını benim gemim yapacaktır. Destûr ver! Şehid olmak
önce bize düşer. Kara Hasan ile ben giderim!" dedi.
Şafak sökerken düşman donanması ile karşılaştı. Burak Reis bir düşman
mavnasıyla bir göğesini top ateşi ile batırdı. Donanmadan ayrılarak
düşman gemilerinin arkasına sarktı. Fakat bunu fark eden düşman, dört
gemi ile Burak Reisin peşine düştü. Bu gemilerin ikisinde biner,
ikisinde beş yüzer kişi bulunuyordu. Burak Reis, kendisinden çok güçlü
ve süratli olan düşman gemilerinin ortasından sıyrılamayacağını
anlayınca, mahvolmayı, mağlup olmaya tercih ederek, yakın muhârebeyi
seçti. Şan ve şerefle ölmeyi tercih etti. Saldıran düşman gemilerine
ateşe başladı. Düşman da karşı ateşe geçerek yaklaştılar. Üç düşman
gemisi Burak Reisin gemisine rampa yaptılar. Kancalı halatlarla sıkı
sıkıya bağladılar.Kanlı ve çetin bir muhârebe başladı ve saatlerce
sürdü. Düşman kalyonları yok olduğu takdirde Venedik donanmasının sevk
ve idâresinin de bozulacağını tahmin eden Burak Reis, kendi gemisinin
barutluğunu ateşlemeye karar verdi. Böylece kendi gemisiyle berâber
kendisine rampa yapan çok kuvvetli Venedik kalyonlarını da yok
edecekti. Son nefesine kadar çarpışan leventler, gemiyi neft ile
tutuşturdular. Düşman gemilerini de neftlediler. Rüzgârın hızlı olması
sebebiyle yangın düşman gemilerini de sardı.
Çok geçmeden, deniz ortasında, siyah dumanlarla karışık kızıl alevler
içinde Burak Reis ve arkadaşları şehid olurken, düşman donanmasının
önemli bir kısmı da yok oldu. İnebahtı yolu da Osmanlıya açıldı. Türk
denizcileri Modon limanının güneyindeki Sapienza Adasına Burak Reis
Adası adını vererek kadirbilirliğin güzel bir örneğini verdiler.


Bursalı Mehmed Tahir





Osmanlıların son devirlerinde yetişmiş araştırmacı - yazar ve siyaset
adamı. Sultan Abdülmecid Han devri ordu mensuplarından Üsküdarlı Seyyid
Muhammed Tâhir Paşanın torunudur. Babası Rifat Beydir. 22 Kasım 1861
târihinde Bursa’nın Yerkapı Mahallesinde doğdu. İlk tahsilini evlerinin
yanındaki kârgir mektepte yaptıktan sonra Mülkiye Rüştiyesine girdi.
Rüştiyede talebeyken Haraççıoğlu Medresesi hocalarından Niğdeli Hoca
Ali Efendiden dînî ve Arabî dersler okudu. Babası Rifat Bey 1877-78
Osmanlı-Rus Harbinde şehid oldu. Bu sırada Mülkiye Orta Mektebini
birincilikle bitiren Mehmed Tâhir, Askerî Liseye kaydoldu. Askerî
Liseyi başarıyla bitirdikten sonra Mekteb-i Harbiyeye (Kara Harb Okulu)
girdi. Harbiye’de okurken tasavvufa karşı ilgi duyup Halvetî-Rufâî
tarîkatı şeyhlerinden Kemâleddîn Efendiye bağlandı. 1881 senesinde
Harbiyeyi bitirdikten sonra teğmen rütbesiyle Manastır Askerî Rüştiyesi
coğrafya ve hendese (geometri) öğretmenliğine tâyin edildi. 1884’te
üstteğmen, 1888’de yüzbaşılığa yükseldi. 1895 senesinde Üsküp Askerî
Rüştiyesi Coğrafya öğretmenliğine naklolundu. 1896 senesinde Kolağası
rütbesine terfi ettirilerek Manastır Askerî Rüştiyesi Müdürlüğüne
getirildi. 1902 senesinde Selânik Askerî Rüştiyesi Müdürlüğüne
nakledildi. 1903’te binbaşılık rütbesine yükseldi.
Selânik’te bulunduğu sırada, Sultan İkinci Abdülhamid Hanı tahttan
indirmek ve dış düşmanlarla birlikte hareket ederek Osmanlı Devletini
yıkmak için çalışan İttihat ve Terakki Cemiyetine girdi. Rumeli’deki
subayların arasında gelişen Genç Osmanlılar hareketine katıldı. Vatan
ve Hürriyet Cemiyetine de üye oldu. Asıl vazifesi dışındaki siyâsî
hareketlere katıldığı için Selânik Askerî Rüştiyesi Müdürlüğünden
alındı. Bir müddet sonra kendisini sevenlerin himâye ve
arabuluculuğuyla Manisa Alaşehir Alayı Birinci Tabur Kumandanlığına
naklolundu. Buradan da İzmir Fırka Divan-ı Harp Âzâlığına tâyin edildi
ve tedkik memurluğu vazifesi yaptı. Kaymakam (Yarbay)rütbesindeyken
ordudan emekli oldu.
İkinci Meşrutiyetin îlânından önce İttihatçıların hareketlerine faal
bir şekilde katılan Mehmed Tâhir Bey, Meşrûtiyetin îlân edilmesinden
sonra Bursa Mebusu (millet vekili) seçilerek Mebusan Meclisine girdi.
Ancak yaptığı bir devre milletvekilliği sırasında, Sultan İkinci
Abdülhamîd Hana karşı cephe alanların aldatılmış veya devlet düşmanı
olduklarını görerek siyâsî hayattan çekildi. Türkçülük fikrini
harâretle savunan kimseler arasında yer aldı. Türk Derneği, Türk Yurdu,
Sırât-ı Müstakîm (Sonradan Sebîlür-Reşâd), İslâm Mecmuası gibi dergi ve
gazetelerde yazı yazdı. Türk Derneğinin asil üyesi, Târih-i Osmânî
Encümeninin de yardımcı üyesi olarak vazife yaptı. Umûmiyetle kitabiyat
ve hal tercümeleriyle alâkalı makâleler ve eserler yazdı. Askerî ve
siyâsî kişiliğinden ziyâde bu sahada yazdığı eserleriyle dikkati çeken
Mehmed Tâhir Bey, 28 Ekim 1924’te İstanbul’da vefât etti. Üsküdar’da
Aziz Mahmud Hüdâî Efendi Câmii yanındaki kabristana defnedildi.
Eserleri:
Bursalı Mehmed Tâhir Beyin basılmış ve basılmamış birçok eseri, bibliyoğrafya ve biyoğrafi sahasında önemli kaynaklardır.
Basılmış olan eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Osmanlı Müellifleri: Eserlerinin en mühimi olan bu kitap on iki
senelik bir inceleme ve araştırma neticesinde meydana gelmiştir.
İçerisinde 1600’ü aşkın âlim, şâir ve evliyâ zâtın hal tercümesi
anlatılmıştır. Üç cilttir. 2) Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri, 3)
Terceme-i Hal ve Fezâil-i Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Arabî, 4) Müverrihîn-i
Osmâniyeden Âli ve Kâtib Çelebi’nin Terceme-i Halleri, 5) Aydın
Vilâyetine Mensûb Meşâyıh, Ulemâ, Şuarâ, Müverrihîn ve Etibbânın
Terâcim-i Ahvâli, 6) Müntehebât-ı Masârî’ ve Ebyât, 7)
Delîlü’t-Tefâsir, 8) Kırım Müellifleri, 9) Meşâyıh-i Osmâniyeden Sekiz
Zâtın Terâcim-i Ahvâli, 10) Ulemâ-i Osmâniyeden Altı Zâtın Terâcim-i
Ahvâli, 11) Hacı Bayrâm-ı Velî, 12) Siyâsete Müteallik Âsâr-ı İslâmiyye.



Celâlazade Mustafa Çelebi





Kanûnî Sultan Süleyman Han devrinin önde gelen âlim ve devlet
adamlarından. Tosyalı Kâdı Celâl’in oğlu olup, çoğu defâ yalnız Koca
Nişancı nâmı ile anılırdı. Tosya’da doğan Mustafa Çelebi, ilk tahsilini
burada yaptıktan sonra İstanbul’a giderek öğrenimini tamamladı.
Genç yaşında devlet hizmetine girdi. Pîrî Paşaya intisâb ederek 1516’da
Dîvân Kâtibi oldu. İslâm yazılarından “dîvânî” yazıda başarılı
olduğundan mesleğini çabuk ilerletti. Yavuz Sultan Selim Hanın
iltifâtına kavuştu. Pîrî Paşadan sonra İbrâhim Paşanın da takdirini
kazandı.Mısır’a gittiği sırada Mustafa Çelebi’yi de sır kâtibi olarak
berâberinde götürdü.Mısır’da bulundukları sırada âsâyiş, huzûr ve
düzenin temini için yeni kânunlar hazırlanmasında sadrâzam İbrâhim
Paşanın yanında fevkalâde liyâkat gösterdi. Mustafa Çelebi’nin resmî
yazı ve raporları hazırlamadaki üstün kâbiliyeti henüz bilinmemekle
berâber, çoğu defâ bâzı mühim nâme-i hümâyûnlar (pâdişâh mektupları) ve
fermânlar ile berâtlar ona yazdırılıyordu.
Mustafa Çelebi, 1534 Irakeyn Seferinde, Nişancı Seydi Beyin vefâtı
üzerine Nişancılık makâmına getirildi. 1534’ten 1557’ye kadar aralıksız
bu makamda devlete hizmet etti. Birçok kânun ve nizamların
hazırlanmasını sağladı. Ayrıca dış ülkelerle olan siyâsî münâsebetlerde
fevkalâde mahâret sâhibi olduğunu gösterdi. Dîvân-ı hümâyûnda, yâni
Osmanlı Devleti Bakanlar Meclisinde, kânunlarla ilgili hususlarda
devamlı fikri alınırdı. Sonraki devirlerde derlenen bu kânun ve
nizâmlar Celâlzâde Kânunları adıyla Osmanlı târihinin altın sayfalarına
geçti. Nişancılıktan ayrılan Mustafa Çelebi’ye Kânûnî Sultan Süleymân
Han tarafından emeklilik maaşı bağlandı. Bununla berâber, devlet
hizmetlerinden büsbütün el çekmiş değildi. 1567 târihinde tekrar
Nişancılığa tâyin olundu. Daha önce Zigetvar Seferine katılan Mustafa
Çelebi ölümüne kadar bu vazîfede kaldı. Aynı yıl içinde vefât ederek
İstanbul’da Eyüp Sultan'da bulunan Nişancılar Câmii yanında defnedildi.
Nişancı olup da emekliye ayrıldığı ilk dönemde burada güzel bir ev
yaptırmıştı. Ayrıca bir hamam ve dâhil olduğu Halvetî tarîkatı için de
bir tekke yaptırdı. Emekliye ayrıldığı dönemde evinin bir ilim ve irfân
yuvası olduğu, ilim ve edebiyât âşıklarını himâye ettiği rivâyet
edilmektedir.
Mustafa Çelebi, güzel yazı yazmakta ve resmî yazıları kaleme almakta
pek mahâret sâhibiydi. Aynı zamanda takdir edilen bir şâirdi. Pâdişâha
sunduğu kasîdeler pek beğenilir, kendisine ikrâm ve iltifât olunurdu.
Cömert ve şefkatli olan Mustafa Çelebi, devlet hizmetlerinden başka
yalnız şiir ve inşâ ile meşgul olmakla kalmamış, birçok telif ve
tercüme eser bırakarak ilme ve fenne de hizmet etmiştir. Eserlerinin
başında Kânûnî Sultan Süleymân devrini gâyet güzel bir üslûpla anlatan
Tabakâtü’l-Memâlik fî Derecâti’l-Mesâlik adlı eseri gelmektedir.
Târihçi Peçevî bu esere “manzum ve mensur Şehnâme” adını vererek
kıymetini ifâde etmeye çalışmıştır. İlk Nişancılığı zamânında Horasanlı
Mu’inü’l-Miskin’in Peygamberler Târihi ile ilgili Me’aricü’n-Nübüvve
adlı eserini Türkçeye tercüme etti. (Bu eser, sonradan 17. asır
âlimlerinden Altıparmak Mehmed Efendi tarafından da tercüme edilerek
basıldı. Altıparmak Târihi adıyla günümüzde yeniden bastırılmıştır.)
Mustafa Çelebi, emekliye ayrıldığı sırada oturmakta olduğu Eyyûb
Sultandaki evinde Mevâhibü’l-Hallâk fî Merâtibi’l-Ahlâk adlı pek
kıymetli bir eser hazırladı. Bu eser, İslâm ahlâkını anlatmaktadır.
Daha sonra Enîsü’s-Selâtîn ve Celîsü’l-Havâkîn adı verilen bu eser, 54
bölümden meydana gelmektedir. Merhumun ayrıca, Yavuz Sultan Selim’i,
din ve devlete olan hizmetlerini anlatan Selimnâme adlı bir eseri ile
Nişânî mahlaslı bir Dîvân’ı vardır. Bunlardan başka birkaç tercüme
eseri daha mevcuttur.
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:46 pm
Cem Sultan





Fâtih Sultan Mehmed’in küçük oğlu. 1459 yılında doğdu. Annesinin adı
Çiçek Hâtun’dur. İlk terbiyesini saray hocalarından aldı. Beş yaşına
gelince, bir hocaya verilerek Kastamonu sancakbeyliğine gönderildi.
Eğitim ve öğrenimine burada da devâm etti. Fâtih Sultan Mehmed, büyük
oğlu Mustafa’nın vefâtı üzerine (1474) Cem’i Karaman eyâletine
gönderdi. Cem Sultan Konya’da kaldığı müddet zarfında, tahsilinin
yanısıra ata binmek ve her türlü silâhları kullanmakta büyük bir
mahâret kazandı. Sağlam yapılı bir genç hâline gelen Şehzâde, Karaman
eyâletinde halkın muhabbet ve teveccühünü kazandı. Harâbe hâlindeki
Larende’de saray, bedesten ve çarşı yaptırmak sûretiyle geniş îmâr
faâliyetlerinde bulundu.
1481’de Mısır Seferine çıktığı tahmin edilen Fâtih Sultan Mehmed
Gebze’de hastalanarak vefât edince, babasının yerine tahta çıkan İkinci
Bayezid’e kardeşi Cem Sultan muhâlefet etti. Cem, Bayezid’in aksine,
babasının pâdişahlığı zamânında doğduğunu, bu yüzden Uzun Hasan Seferi
sırasında babasına vekâlet ettiğini belirterek, asıl kendisinin tahta
geçmesi icab ettiğini iddiâ ediyordu. Bu sebeple harekete geçen Cem
Sultan, bir ara Bursa’ya hâkim olduysa da, Gedik Ahmed Paşanın Sultan
İkinci Bayezid’le birleşmesi üzerine Konya’ya çekilmek zorunda kaldı.
Daha sonra Kâhire’ye giden Cem Sultan burada Sultan Kayıtbay tarafından
merâsimle karşılandı. Cem, 20 Aralık 1481’de hac farîzasını yerine
getirmek üzere Mekke’ye gidip, 12 Mart 1482’de Kâhire’ye geri döndü. Bu
arada eski Karaman beyi olan Kasım Bey, Cem’i tahrik ederek Karaman
beyliğini yeniden kurma düşüncesindeydi. Aynı zamanda Ankara
sancakbeyini de yanına çekmeyi başarmıştı. Bu durum üzerine bir defâ
daha şansını denemeye karar veren Cem Sultan’ın, Konya ile Ankara’ya
karşı bizzat giriştiği taarruz başarısızlıkla netîcelendi. Bunun
üzerine önce Akşehir’e sonra da Kasım Bey ile birlikte Taşeli’ne
çekilmek zorunda kaldı. Konya Ereğlisi’ne gelen Sultan İkinci
Bayezid’le yeniden müzâkerelere girişti. Ancak bu müzâkereler de
diğerleri gibi netîcesiz kaldı. Çünkü onun Kudüs’te oturmasını teklif
eden Sultan İkinci Bayezid’e karşılık Cem Sultan, Osmanlı topraklarında
hâkim olacağı bir bölgenin kendisine tahsis edilmesi husûsunda ısrar
ediyordu. Bunun üzerine kardeşi ile uğraşan Sultan İkinci Bayezid’in
kendisine bâzı tâvizlerde bulunacağını ümid eden Kasım Beyin teşviki
ile Cem Sultan, nihâyet Rodos şövalyelerine mürâcaat etmeye karar
verdi. 29 Temmuz 1482 günü, Rodos limanında karaya ayak bastı. Talihsiz
şehzâde için, 12 yıl 7 ay sürecek ve sonu ölümle noktalanacak olan acı
gurbet hayâtı başlamış oluyordu.
Rodos şövalyelerinin başı Pierre d’Aubusson daha önce imzâladığı bir
senetle Cem Sultan’a istediği zaman Rodos’tan ayrılabilme hakkını
tanımıştı. Ancak bu sözünü çabuk unuttu. Şehzâdeyi elde tutmakla Sultan
Bayezid Hana istedikleri yolda anlaşma yapmaya ve adalarını
Osmanlıların fethinden kurtarmaya, aynı zamanda para koparmaya muvaffak
olabileceğini umuyordu. Ancak Cem Sultan’ın Türk topraklarına yakın
olan bu adada bırakılması tehlikeli olacaktı. Böylece Cem Sultan,
maiyetiyle birlikte bir müddet Nis’de, bir müddet de Şambri ve Puy
kalelerinde ikâmet etti. Öte yandan d’Aubusson ile Sultan İkinci
Bayezid arasında bir antlaşma imzâlandı. 7 Aralık 1482 târihli bu
antlaşmaya göre Cem Sultan’ın bakım masrafı olarak, Rodos’a her yıl
45.000 duka altını ödenecekti.
Şövalyeler 6,5 yıl ellerinde tutmaya muvaffak oldukları Cem Sultan’dan
âzami derecede istifâdeye bakıyorlardı. Bu arada Avrupa’da Cem Sultan’ı
elde edebilmek için yoğun siyâsî faaliyetler vardı. Fransa, Macaristan,
Venedik ve hattâ Memlûk Sultanlığı bu gâye ile şövalyelere câzip
tekliflerde bulunuyorlardı. Nihâyet Cem Sultan’ın Alman
İmparatorluğunun eline düşmesi ihtimâlinin belirmesi üzerine endişeye
düşen Fransa, onun Papa’nın himâyesine verilmesini kabul etti. Bu
faaliyetlerden şüphelenen Cem Sultan, Bayezid’e gönderdiği bir mektupta
kendisini küffâr elinde bırakmamasını istedi. Nihâyet Toulan’dan yola
çıkan Cem Sultan ve maiyeti, Mart 1489’da Roma’ya vardı. Burada büyük
bir törenle karşılanarak Vatikan Sarayına yerleştirildi.
14 Martta Papa Sekizinci Innocent tarafından resmen kabul edilen Cem
Sultan, teşrifât memurunun bütün ısrarlarına rağmen kavuğunu çıkarmaya
ve diz üstü çökmeye râzı olmayarak, doğru Papa’nın yanına gidip ona ve
yanındaki kardinallere başıyla selâm verdi. Papa da, onu kucaklayıp
öptü. Papa ile görüşmelerinde Avrupa’ya ne maksatla geldiğini
anlatarak, artık Mısır’a gidip âilesiyle berâber olmaktan başka bir
emeli kalmadığını açıklayan Cem Sultan, Papa’nın aracılığını istedi.
Ancak Cem Sultan’ın üzüntüsüne iştirâk etmiş görünüp onunla birlikte
gözyaşı döken Papa, hakîkatte onu âlet ederek Osmanlılar üzerine bir
Haçlı seferi açmak emelinde olduğundan, Macaristan’a gitmek
tavsiyesinde bulundu. Cem Sultan’ın böyle bir hareketin, İslâm âleminde
lânetle karşılanacağını belirtmesi üzerine de, Papa Lâtince ağır bir
cümle kullandı. Aynı dili bildiği anlaşılan Cem Sultan’ın mukâbelesinde
papayı mahcup ettiği görüldü. Papa Innocent, Cem Sultan’ı, Hıristiyan
yapabilirse, Haçlı seferinin gerçekleşeceğini ve Osmanlıları Avrupa’dan
atmanın mümkün olabileceğini sanıyordu. Bu sebeple bir gün, kendisiyle
görüşürken Hıristiyan olmasını resmen teklif etti. Ama yanılmıştı. Cem
Sultan, kendisine değil, Osmanlı pâdişahlığı, hattâ bütün dünyânın
pâdişahlığı pâyesi verilse, dîninden dönmeyeceğini sertçe bildirdi.
Papa Innocent’in 1492 yılında ölümü üzerine yerine Altıncı Alexandre
Burgia seçildi. 1494 yılında İtalya sınırını aşarak Roma’ya giren
Fransa Kralı Sekizinci Charles, papa ile anlaşarak Cem Sultan’ı yanına
aldı. Cem Sultan 28 Ocak günü Fransız ordusu ile Roma’dan ayrılarak
Fransızların Napoli seferine iştirâk etti ve birçok kalelerin zaptına
şâhid oldu. Napoli Krallığının mukâvemetinin kırıldığı sıralarda Cem
Sultan’da hastalık belirtileri ortaya çıktı. Bir müddet sonra, hastalık
daha da ilerleyerek, yüzü ve boynu şişti. Artık ata binecek hâli
kalmadığından sedye ile naklediliyordu.
Cem Sultan böyle bir durumda bile dâimâ, “Yâ Rabbî! Eğer bu kâfirler
beni bahâne edip Müslümanlar üzerine yürümeye kalkarlarsa, beni o
günlere eriştirme, canımı al!” diye duâ ediyordu. Nihâyet 25 Şubat 1495
Çarşamba sabahı, şehâdet getire getire rûhunu teslim etti. Cem Sultan o
sırada 35 yaşındaydı.
Cem Sultan’ın hastalık veya zehirlenme netîcesinde öldüğüne dâir
muhtelif rivâyetler vardır. Osmanlı müellifleri genellikle papa
tarafından gönderilen bir berberin zehirli ustura ile Cem Sultan’ı
tıraş ettiğini ve ölümüne sebep olduğunu bildirmektedir.
Haberin İstanbul’a ulaşmasından sonra, Sultan Bâyezid’in emriyle
dükkanlar, çarşılar kapatıldı, fakirlere para dağıtıldı. Ülkedeki bütün
câmilerde gâib cenâze namazı kılındı. Tâbutu ise ancak 1499 yılı Ocak
ayında ülkeye getirildi. Bursa’ya götürülerek Fâtih Sultan Mehmed’in
büyük oğlu Mustafa’nın yanına gömüldü.
Cem Sultan şâir ve edip ruhlu bir zât olup, Dîvân’ı vardır. Avrupa’da
bulunduğu müddetçe Fâtih Sultan Mehmed’in oğluna yakışır sûrette
hareket edip, herkesin gıpta ve sevgisini kazanmıştı. İsmi bütün
Avrupa’da şöhret bulmuştur.
Cem Sultan Dîvân’ından bir parça aşağıdadır:
Ne-durur Hakk’a toğru varmağa râh
Himem-i Lâ ilâhe illallah
Zahm-ı küfre odur şifâ-yı ebed
Merhem-i Lâ ilâhe illallah
Dil ü cân bağını kılur tâze
Şeb-nem-i Lâ ilâhe illallah
Kim olursa olur Hudâ’ya karîb
Hem-dem-i Lâ ilâhe illallah
Sahn-ı câna safâ virür irse
Kadem-i Lâ ilâhe illallah
Kangı kalbe yazılsa ola pür-nûr
Rakam-ı Lâ ilâhe illallah
İns ü cân râm ola ele girse
Hâtem-i Lâ ilâhe illallah
Uludur on sekiz bin âlemden
Alem-i Lâ ilâhe illallah
Toludur cümle âsmân ü zemîn
Ni’am-i Lâ ilâhe illallah
romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:47 pm
Cemaleddin Efendi





Osmanlı Devletinin yüz yedinci şeyhülislâmıdır. İsmi, Mehmed
Cemâleddîn’dir. Babası, Tedkikât-ı Şer’iyye Meclisi reisi Kazasker
Hâlid Efendi, dedesi ise Kazasker Yûsuf Efendidir. Annesi, Abdülmecid
Han devri kazaskerlerinden Hacı Mehmed Sa’îd Efendinin kızıdır. 1848
(H.1264) senesinde İstanbul’da doğdu. 1919 (H. 1335) senesinde Mısır’ın
İskenderiye şehri civarındaki Remle kasabasında vefât etti. İstanbul’da
defnedildi.
İlk öğrenimini mahalle mektebinde gören Cemâleddîn Efendi, babasından
ve zamanının büyük âlimlerinden ilim tahsil etti. Medrese tahsilini
tamamlayıp on yedi yaşındayken Rüûs-ı Hümâyûn defterine kaydolunarak
kendisine maaş bağlandı. Zekâ ve dirâyeti sâyesinde ilerleyerek 1866
senesinde İbtida-yı hâriç pâyesiyle müderris oldu. 1871’de Hareket-i
hâriç pâyesi alıp Şeyhülislâmlık Mektupçu Muâvinliği; 1872’de İbtidâ-yı
dâhil pâyesiyle, Anadolu Kazaskerliği Mektupçuluğuna getirildi. Daha
sonra Adliye Nezâreti Cezâ Mahkemesi Muharrerât Şûbe Muâvinliği ve
Müdürlüğüne yükseldi. İlmiye rütbesinde ilerleyip 1877’de Süleymaniye
Müderrisliği pâyesine ulaştı. 1884’te İstanbul Kâdısı; daha sonra
Anadolu Kazaskeri ve 1890’da Rumeli Kazaskeri oldu. 1891 senesinde
Rumeli Kazaskeri pâyesiyle Meşîhât mektupçuluğunda bulunduğu sırada
üstün zekâ ve dirâyeti, aynı zamanda devrin bütün ahvâline (hallerine)
vâkıf olması sebebiyle, 43 yaşındayken Şeyhülislâmlık makamına
yükseldi. Aralıklı olarak on sekiz seneye yakın bu vazifede kaldı. Dört
defa Şeyhülislâmlık makamına getirildi. Birinci ve ikinci
şeyhülislâmlığı 17 yıl 5 ay 10 gün; üçüncü ve dördüncü şeyhülislâmlığı
6 ay 3 gün sürmüştür. Birinci ve ikinci şeyhülislâmlığı Sultan İkinci
Abdülhamid Hanın, üçüncü ve dördüncü şeyhülislâmlığı ise Sultan
Reşâd’ın saltanatı yıllarına rastlamaktadır. Cemâleddîn Efendi Osmanlı
târihinde Ebüssuud Efendi, Molla Fahreddîn-i Acemî ve Zenbilli Ali
Efendiden sonra şeyhülislâmlıkta en çok kalan kimselerdendir.
Cemâleddîn Efendi uzun müddet Şeyhülislâmlık vazifesinde bulunmaktan
başka devrinde yaşanan birçok önemli hadiselere şâhid olmuştur.
Bunlardan birisi, Sultan İkinci Abdülhamid Hana karşı 21 Temmuz 1905
Cumâ günü tertiplenen Yıldız Suikastıdır.
Sultan İkinci Abdülhamid Han, her hafta Cumâ selâmlığına Şeyhülislâm
Cemâleddin Efendi ve serasker Rızâ Paşa ile birlikte çıkardı. 21 Temmuz
1905 Cumâ günü Ermeniler Yıldız Câmii önüne bir saatli bomba
yerleştirerek Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı suikast
tertiplediler. Her şey saniyesi saniyesine hesaplanmıştı. Ancak
Abdülhamid Han hünkâr mahfelinde Şeyhülislâm Cemâleddîn Efendi ile
birkaç cümle konuştu. Bu gecikme sırasında yerleştirilen bomba patladı.
Böylece Sultan İkinci Abdülhamid Han, Allahü teâlânın yardımıyla,
suikastten kurtuldu. Cemâleddîn Efendi de bir fâcianın önlenmesine
sebep olduğu için padişahın ihsan ve iltifatını kazandı.
Cemâleddîn Efendinin şeyhülislâmlığı sırasında 23 Ocak 1913 târihinde
vukû bulan ikinci mühim hâdise, İttihatçıların meşhûr Bâbıâlî
Baskınıdır. İttihatçılar o sırada şeyhülislâm olan Cemâleddîn Efendiyi
İstanbul’dan Mısır’a sürmüşlerdir. Cemâleddîn Efendi Mısır’da bulunduğu
sırada, Mısır halkı ona çok hürmet gösterdi. Cemâleddîn Efendi Mısır’da
kaldığı altı yıl içinde Hâtırât-ı Siyâsiyye adındaki eserini yazdı.
1919 senesinde 72 yaşında bulunduğu sırada Mısır’ın İskenderiye şehri
civarındaki Remle kasabasında vefât etti. İskenderiye’deki cenâze
namazına 35.000’den fazla Müslüman katıldı. İstanbul’a getirilen nâşı
Fâtih Otlukçu Yokuşundaki âile kabristanlığına defnedildi. Sonraları
Otlukçu Yokuşunun tâdilatı sebebiyle mezarı Edirnekapı Şehitliği'ne
nakledildi.


Cevad (Cevat) Paşa





Osmanlı Devletinin 19. asır kumandan ve sadrâzamlarından. Şam’da doğup
İstanbul’da vefât eden Cevad Paşa, Kaba-Ağalızâde nâmıyla anılan ve
Şûrâ-yı Askerî üyesi Afyonlu Mustafa Âsım Beyin oğludur. 1851 yılında
doğdu. İlk tahsilini Bursa ve İstanbul mekteplerinde yaptıktan sonra
Harbiyeye girdi. 1869’da burayı bitirince Erkân-ı Harbiyeye alındı ve
buradan da birincilikle mezun oldu. Kısa bir zamanda terfi görerek önce
kolağası ve o sıralarda yazdığı El-Ma’lûmâtü’l-Kâfiye fî
Ahvâl-il-Memâlik-il-Osmâniyye adlı eserini pâdişâha takdim ile binbaşı
oldu. 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinde Tuna ordusuna gönderilen Cevad
Paşa, önce başkumandan Süleymân Ağanın yâverliğinde, sonra
kaymakamlıkla (yarbay) Necip Paşa fırkasının Erkân-ı Harbiye
reisliğinde bulundu. 27 yaşındayken miralaylığa terfi ederek Peyker
Paşa kolordusunun Erkân-ı Harbiye reisliğine getirildi. Harpten sonra
1878Berlin Muâhedesi hükümlerinin tatbiki işi ile görevlendirildi.
1884’te Çetine Sefâretine tâyin ve rütbesi mirlivâlığa (tuğgeneral)
yükseltildi. Burada iki yıl kalan Cevad Paşa rahatsızlığı sebebiyle
Viyana’ya gitmek için izin istedi ise de, İstanbul’a gelmesi emrolundu.
Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın dikkatini çekip takdirini kazanan Cevad
Paşa, dönüşünden sonra İstanbul’da Teftiş-i Askerî Komisyonu âzâlığına
getirildi. Girit’teki karışıklıklar üzerine Girit fevkalâde kumandanlık
ve vâli vekilliğine tâyin edildi. Adadaki Müslüman ve Hıristiyan
ahâliye iyi idâresi ile kendini sevdirerek aralarında bir anlaşma ve
âhenk tesis eden Cevad Paşaya hizmetine karşılık 40 yaşında müşirliğe
(orgenerallik) yükseltildi. Cevad Paşanın değerini takdir eden Sultan
İkinci Abdülhamid Han, onu sadrâzamlığa getirdi (1891).
Cevad Paşa, 3 seneyi geçen sadâreti esnâsında takip ettiği siyâseti,
dâhilde ve hâriçte sulhun muhâfazası idi. Zamanının en mühim ve müzmin
meselesi, hâlâ bugün ehemmiyeti devam ettirilmek istenen Ermeni
meselesi olmuştu. Cevad Paşa, meselenin en ince teferrûatına vâkıf ve
memleketin menfaatlerini müdrik bir devlet adamı sıfatıyla, sert, fakat
âdilâne kararlar aldı. Üç sene sonra sadrâzamlıktan alınarak
Nişantaşı’ndaki evinde ikâmete mecbur edilen Cevad Paşa, bu sıralarda
Girit’te yeniden karışıklıkların çıkması üzerine Girit Fırka-i Askerîye
kumandanlığına tâyin edilerek 1897’de Girit’e gönderildi.
Girit’in Avrupa devletleri tarafından husûsî bir şekilde idâre
edileceği anlaşılıp, Almanya İmparatorunun Suriye taraflarına seyâhat
yapması kesinleşince, Cevad Paşa mihmandarlığa getirildi. Ancak
imparatorla görüşmesinden sonra karargâhı Şam’da bulunan Beşinci Ordu
Kumandanlığına tâyin edildi. Burada rahatsızlanan Cevad Paşa,
doktorların verdiği rapor sâyesinde İstanbul’a geldi ve 1900’de vefât
etti. Merhûm, Fâtih civârında Emir Ahmed Buhârî hazretlerinin türbesi
karşısında inşâ olunan husûsî bir türbede medfûndur.
Cevad Paşa, münevver, bilgili ve dürüst bir devlet adamıydı. Arapça,
Farsça, Fransızca bilip, Rumca ve İtalyanca’ya da vâkıftı. Türkçe'de
emsâli bulunmayan 10 ciltlik Tarih-i Askerî adlı eseri çok değerlidir.
Eserde İmparatorlukta eskiden beri mevcut muhtelif askerî teşekkül ve
müesseseler, 1826 yılına kadarki meşhur harpler hakkında mâlumât
(bilgi) verilmektedir. Yalnız Yeniçerilere âit olan birinci cildi
basılmıştır. Ayrıca kıyâfetleri ve o devrin silâh ve teçhizatını
gösterir bir de albümü vardır ki, Paris’te basılmıştır. Bunlardan başka
Riyâziyenin Mebâhis-i Dakikası, Kimyânın Sanâyie Tatbiki, Semâ ve
Telefon gibi fennî eserleri de mevcuttur. Ancak 24 nüshası basılan
Yâdigâr adlı bir de mecmûa çıkarmıştır. Sadrâzamken Bâbıâlî bahçesinde
yaptırdığı kütüphâne bugün de Cevad Paşa Kütüphanesi adı ile anılmakta
olup,Başbakanlık Osmanlı Arşivinin bir deposudur. Beş bin ciltlik
kütüphânesini İstanbul Arkeoloji Müzesine bağışlamıştır.


Cezayirli Hasan Paşa





Osmanlı Devletine hizmet vermiş, cesâretiyle tanınmış sadrâzamlardan.
Heybetli görünüşünden dolayı önceleri kendisine “Palabıyık” lakâbı
verilmişse de, sonraları; “Cezâyirli” ve “Gâzî” ünvanları ile anılıp
meşhûr olmuştur.
1720’de Gelibolu’da doğduğu rivâyet edilmektedir. Diğer bir rivâyete
göre ise, küçük yaşta İran sınırında esir düşmüş daha sonra da
Tekirdağlı bir tüccâr tarafından köle olarak satın alınıp
büyütülmüştür. Sonradan efendisi tarfından âzâd edilen Hasan Paşa, onun
verdiği bir miktar sermâyeyle, yiğitlerinin şöhretini duyduğu Cezâyir’e
gitmek için yola çıkmış; ancak yolda gemileri yabancı bir gemiye rampa
edince, Hasan Paşa, çok genç olmasını rağmen düşman gemisine sıçrayıp
büyük bir gayretle cenge katılmıştı. Rüzgârın yön değiştirmesiyle
gemiler birbirinden ayrılınca, Hasan Paşa düşman gemisinde kalmış,
geminin mürettebâtından on beş kadarını yalnız başına öldürdükten
sonra, diğerlerini geminin ambar ve kamarasına kapatmak sûretiyle
gemiyi ele geçirmişti. Lâkin, deniz ortasında yatağanıyla yapayalnız
kaldığından, Cezâyirliler tarafından kurtarılarak Cezâyir’e
götürülmüştür. Hasan Paşanın bu cesâreti o zamanki Cezâyir Dayısı
tarafından pek takdir edildiğinden, gemi kendisine bırakıldığı gibi,
bir de kahvehâne verilerek dayılar arasına katılmıştır. Kısa zamanda
şöhrete ulaşarak Tlemsen beyi olan Hasan Paşa, Cezâyir’deki dayıların
hasetliğine mâruz kalıp, hayâtı tehlikeye düştüğünden İspanya’ya
geçmiştir. Oradan Napoli’ye, oradan da İstanbul’a gelmiştir.
Kendisi denizciliğiyle meşhur olduğundan, kaptanlar sınıfına alınarak,
bir de gemi verilmiştir. 1770’te mîr-i mîrânlık pâyesiyle kaptan olmuş
ve Limni Adasını Hıristiyanlardan alıp “Gâzî” ünvânını kazanmıştır.
Aynı sene içinde vezir olan Hasan Paşa, kapdân-ı deryâlığa
getirilmiştir. Daha sonra Boğaz muhâfızı, ardından da Anadolu eyâleti
ile Rusçuk seraskeri oldu. Aynı sene ikinci defâ kaptân-ı deryâ
nasbolundu. 1780’de Mora vilâyeti de ilâve olarak idâresine verildi.
1786’da sadâret kaymakamı olan Hasan Paşa, iki sene sonra kaptân-ı
deryâlıktan azledilerek kendisine Özi Kalesi seraskerliği
(başkomutanlık) vazîfesi verildi.
Hasan Paşa, kaptân-ı deryâ olduğu ilk senelerde 1768 Türk-Rus Harbi
başgöstermişti. Rusların Akdeniz’e gönderdikleri Baltık donanması
İngiliz donanması ile takviye görerek önce Osmanlı donaması ile
çarpışmış, fakat bu çarpışmada kesin bir netîce alınamamıştı. Ege
kıyılarına yakın Koyun Adaları civârında yapılan ikinci bir savaşta
asıl muhârebe Hasan Paşanın kalyonu ile Rus amirali Spiridov’un gemisi
arasında olmuştur. Rus gemisinin kendi kalyonuna yanaştığı bir sırada
Hasan Paşa birkaç çarmıh halatını kestirdi. Her ipe birkaç Türk
Cengâveri yapışıp, Hasan Paşa ile birlikte otuz kadar yiğit Rus
gemisine atladı. Düşman gemisinde yapılan kahramanca çarpışma esnâsında
Hasan Paşa bir kurşun yarası aldıysa da, bunu belli etmeden bir müddet
daha cenk ettikten sonra, leventleriyle berâber kendi gemisine geçmeye
muvaffak oldu. Bu beklenmeyen baskın ile şaşkına döner Ruslar telâşa
kapılarak kendi cephâneliklerini ateşlemişler, ateş Türk gemisine de
sıçrayınca, her iki gemi de yanmaya başlamıştı. Gemide kalmanın
imkânsız hâle gelmesi üzerine Hasan Paşa yatağanını ağzına alarak
berâberindekilerle denize atladı. Bir tahta parçasına tutunarak kıyıya
doğru giderlerken kıyıdan gönderilen bir kayıkla kurtarıldılar. Hasan
Paşaya, gösterdiği bu kahramanlık sebebiyle kaptanlık ve beylerbeyliği
verildi.
Hasan Paşanın ikinci kaptân-ı deryâlığı 15 yıl sürdü. Bu süre içinde
pek büyük hizmetlerde bulunan Hasan Paşa, Sûriye ve Irak’ta başgösteren
Tâhir Ömer isyânını bastırmış; Mora Yarımadasındaki isyankâr
Arnavutları yenerek fitne ateşini söndürüp, huzur ve sükûnu yeniden
temin etmiştir. Daha sonra 1787 Rus-Avusturya Harbinde Yılan Adası
Savaşına katılıp, Rus donanmasını mağlub etmiştir. Ertesi yıl Kasım
ayında İsmâil Kalesi önünde de Rusları hezîmete uğratmış, bu başarısı
üzerine 1789 senesinde kendisine vezîr-i âzamlık (sadrâzamlık) pâyesi
verilmişti. Hasan Paşanın sadrâzamlığı üç buçuk ay sürdü. 1790 senesi
Mart ayında Hakk’ın rahmetine kavuştu. Şumnu’da yaptırmış olduğu
zâviyeye defnolundu.
Hasan Paşa, yürüttüğü devlet hizmetleri yanında, birçok hayır eserleri
de bırakmıştır. İstanbul tersânesinde kalyoncular için bir kışla inşâ
ettiren Hasan Paşa, Middili’ye dört saat mesâfedeki bir yerden şehre su
getirterek çeşmeler yaptırdı. Bakla’da yine çeşme, Vize’de câmi ve
hamam ve üç çeşme, Midilli Adası ortasında Paşa Köşkü ve büyük mermer
havuz ile Limni, Sakız, İstanköy adalarında çeşmeler yaptırmıştır.
Şecâat ve kahramanlığı had safhadaydı. Îmânı sağlam, idâreciliği
fevkalâdeydi. Kendisine alıştırdığı bir aslanı dâimâ yanında gezdirirdi.

romaryu
romaryu

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Tarihimizde iz bırakan devlet adamları Empty Geri: Tarihimizde iz bırakan devlet adamları

Ptsi Şub. 09, 2009 6:47 pm
Cezzar Ahmed Paşa





Fransız Kralı Napolyon’a karşı Akkâ Kalesini başarı ile savunan büyük
Türk kumandanı. Bosnalı olup doğum târihi bilinmemektedir. İstanbul’a
gelerek Sadrâzam Hekimoğlu Ali Paşanın hizmetine girmiştir. Ali Paşa
ikinci Mısır vâliliğinden azledilince, Mısır’da kalarak meşhur Ali
Beyin kölesi Abdullah Beyin hizmetine girdi. Bahire kâşifliğine atanan
Ahmed, orada Bedevîlere karşı olan muhârebelerde gâlip gelmiş ve çok
kan dökmüş olduğundan, kasap anlamına gelen “Cezzâr” lakabı verilmişti.
Fakat bir müddet sonra Ali Beyin öç almasından korkarak, İstanbul’a
kaçtı. Sonra da Şam Vâlisi Osman Paşanın hizmetine girerek Tâhir Ömer,
Zeydan ve Şahab âileleriyle yapılan mücâdelede başarı gösterdi. 1775’te
kendisine Beylerbeyi rütbesi verildi, Bir yıl sonra da Sayda vâliliğine
tâyin edildi.
Sûriye’de emniyeti sağlayan ve 1780’de Emîrü’l-Haclık ile Şam eyâletine
tâyin olunan Ahmed Paşa, gerek Sayda ve gerekse Şam vâliliği zamânında
Akkâ Kalesinde oturdu. Burada kuvvetli bir ordu kuran Ahmed Paşa, küçük
bir donanma da yaptırarak âdetâ bağımsız bir şekilde hareket etti.
1789’da Mısır’ı işgâl eden Napolyon Bonapart’ın anlaşmak için ileri
sürdüğü teklifleri reddedince, Bonapart, Akkâ Kalesini kuşattı. Ancak
Cezzâr Ahmed Paşanın emrindeki 3000 kişilik Nizâm-ı Cedîd askerinin
müdâfaada gösterdikleri azim ve mahâret netîcesinde, Napolyon ilk defâ
burada yenildi. Bunun üzerine; “Akka mukâvemet etmeseydi belki Şark
İmparatoru olurdum.” demekten kendini alamadı.
Mısır Seferi seraskerliğine Sadrâzam Yûsuf Ziyâ Paşanın getirilmesine
gücenen Cezzâr, Sûriye’de serdara yardımda bulunmadı ve devlete daha
başka güçlükler de çıkarmaya çalıştı. Bununla berâber bu sırada
“Vehhâbî meselesi” önem kazandığından kendisi Şam vâliliği ile berâber
Vehhâbîlere karşı serdâr tâyin oldu. Fakat hastalığı sebebiyle vazifeye
gitmeyerek, kölesi Süleymân Paşayı gönderen Cezzâr, 23 Nisan 1804’te
Akkâ’da vefât etti.
Cezzâr Ahmed Paşa, zekî, dirâyetli, anlayışlı bir insan olup, birçok
meseleleri önceden sezmek kâbiliyetine sâhipti. İdare ettiği yerlerde
adaletle asayişi temin ederdi. Akkâ, Sayda ve Beyrut’u tahkim ettiği
gibi, Akkâ’da mükemmel bir câmi, bir çarşı ve birçok çeşme ve sebil
yaptırmak suretiyle imar işlerine de önem verdi.


Çağrı Bey






Büyük Selçuklu Devletinin kurucularından. Selçukluların ilk hükümdârı
Tuğrul Beyin kardeşidir. 990 yılında doğdu. Künyesi Ebû Süleymân olan
Dâvûd Çağrı Bey, Horasan bölgesinin emîri idi. Târihçi Beyhekî ve
Gerdizî onu dâimâ Dâvûd ismiyle zikretmişlerdir. Diğer kaynaklarda da
öbür isimleri geçmektedir.
Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında yer alan meşhur ilim ve irfân
bölgesi Mâverâünnehr’de Oğuz Türklerini etrâfında toplayan Selçuk Beyin
vefâtından sonra, ülkenin idâresi oğulları arasında taksim edilmişti.
Büyük bir kısmı oğlu Mikail Beye verilmişti. Yabgu unvanını taşıyan
Mikail Beyin vefâtından sonra ülkenin idâresi oğulları Dâvûd Çağrı Bey
ile Mehmed Tuğrul Beye kaldı. İki kardeş, Karahanlı Hakanı İsrâil
Arslan Yabgu’yu reis tanıyıp, Gaznelilerle olan mücâdelesine katıldılar.
Çağrı Bey, 1016’da Mâverâünnehr’den Bizans ülkeleri üzerine cihâda
çıktı. Horasan bölgesine gelerek oradaki Türkmenleri etrâfına topladı.
Buradan Irak-ı Acem bölgesine geçerek Bizans’a bağlı Ermeni Vaspurakan
ve Ani krallıkları ile Âzerbaycan’da muhârebeler yaptı. 1016’dan 1022
senesine kadar altı yıl boyunca Bizans hududunda Ermeni ve Hıristiyan
Gürcü krallıklarıyla savaştı. Birçok muvaffakiyetler ve ganîmet kazanan
Çağrı Bey, tekrar Mâverâünnehr’e döndü. 1025’te Mâverâünnehr’e geçen
Sultan Mahmud Gaznevî, Türkmenlerin ve Selçukluların reisi Arslan
Yabgu’yu esir edip Hindistan’a gönderince, ülke halkının bir kısmı
Gaznelilerin tâbiiyeti altına girdi. Bir kısmı ise Tuğrul ve Çağrı
beylere katılarak ordularını güçlendirdiler. Böylece iki kardeş,
amcaları Mûsâ Yabgu ile birlikte Türkmenlerin reisi oldular.
Mâverâünnehr bölgesinde râhat ve huzur içinde devleti idâre eden
Selçuklu liderleri, muhâfızları durumundaki Ali Tigin’in 1034’te vefâtı
üzerine zor durumda kaldılar. Buhârâ ve Harezm emirleri tarafından
baskı altına alındıklarından, Horasan’a geçmek zorunda kalan Çağrı ve
Tuğrul beyler, Gazneli Sultanı Mes’ûd’un Horasan vâlisine mürâcaat
ederek sürüleri için Sultan’dan yaylak ve kışlak istediler. Fakat
istekleri kabul edilmediği gibi o bölgeden uzaklaştırmak için
üzerlerine büyük bir ordu gönderildi. Nisa yakınlarında yapılan harbi
Selçuklu liderleri Tuğrul ve Çağrı beyler kazandılar (1035).
Bu muvaffakiyetleri üzerine Gazneli Sultan Mes’ûd, Selçuklu reisleriyle
müzâkerelere girişti ve isteklerini fazlasıyla verdiği gibi, birçok
imtiyazlar da tanıdı. Sultan Mes’ûd, Dihkan ve Dihistan bölgelerini
vermesine karşılık, onların Oğuzlara karşı durmalarını şart koştu.
Ancak Selçuklular, Oğuz boylarının akınlarına mâni olamadıklarından bir
kere daha Sultan Mes’ûd ile karşı karşıya geldiler. Sultan’ın
gönderdiği büyük bir orduyu da mağlûb ettiler. Hattâ Çağrı Bey,
kendisine saldıran Cürcan vâlisini mağlûp ederek 1037’de Merv şehrini
ele geçirdi. Burada “Melikü’l-mülûk” ünvânıyla hükümdârlığını îlân
ederek adına hutbe okuttu. Bunu duyan Gazneli kumandanı Subaşı, taarruz
için aldığı kesin emre uyarak Selçuklular üzerine yürüdü. Serahs
civârındaki Talhâb denilen yerde iki gün süren şiddetli muhârebede
Selçuklular bir zafer daha kazandılar (1038) ve Herat şehrini de ele
geçirdiler. Aynı yıl Tuğrul Bey Nişabur’da Büyük Selçuklu Devletinin
ilk hükümdârı olarak sultan îlân edildi. Durumun vahâmetini ve
Selçukluların gittikçe kuvvetlendiğini gören Sultan Mes’ûd, büyük bir
orduyla Selçuklular üzerine yürüyerek Cürcan’ı geri aldı. Belh
şehrinden geçerek Karahanlılardan Böri Tigin’in tâbiliğini sağlamak
için Mâverâünnehr ülkesine girdi. Ancak Çağrı Beyin üzerine geldiğini
haber alınca, geri döndü ve 1039 yılı Nisanında, Çağrı Beyin
kuvvetleriyle Aliâbâd Ovasında yaptığı muhârebede nisbî bir başarı
sağladı. Ancak kesin bir netîceye varmak istediğinden yeniden Çağrı
Beyin üzerine kuvvet sevk etti. Buna karşılık Çağrı Bey, vur-kaç
taktiğiyle Gazneli kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi. Netîcede
Selçukluların geleceğini tâyin edecek muhârebe 23 Mayıs 1040’ta
Dandanakan Ovasında Gaznelilere karşı yapıldı. Başkumandanlığını Çağrı
Beyin yaptığı harpte, Selçuklular, parlak bir zafer kazanarak, Gazneli
ordusunu perişân ettiler (Bkz. Dandanakan Savaşı). Sultan Mes’ûd
güçlükle canını kurtardı ise de karargâhı ve bütün hazînesi ele
geçirildi. Bu başarı üzerine birçok Türkmen boyları Selçuklulara
iltihâk etti.
Dandanakan Savaşından sonra yapılan kurultayda, eski Türk devlet
an’anesi gereğince, ülkeyi kendi aralarında bölüştüler. Buna göre,
Tuğrul Bey Irak-ı Acem bölgesi üzerine, Çağrı Bey ise Horasan’ın kuzey
bölgesi ile Gaznelilerin elinde bulunan topraklar üzerinde fütûhât
yapacaklardı. Mûsâ Yabgu ise, Herat ve Sistan bölgesi fütûhâtına memur
edildi. Bu plâna göre hareket eden Çağrı Bey, 1040’ta Belh’e yürüdü ve
Sultan Mes’ûd’un oğlu Mevdûd kumandasındaki yardımcı kuvvetleri bozarak
şehri ele geçirdi. Şehrin kumandanı Altun-Tak da Çağrı Beyin emri
altına girdi. Belh’ten sonra Cürcan, Badgis, Hutlan ve Tuharistan
şehirlerini de hâkimiyeti altına alan Çağrı Bey, Merv şehrini hükümet
merkezi yaptı. 1044’te Çağrı Beyin hastalanmasını fırsat bilen yeni
Gazne Sultanı Mes’ûd’un oğlu Mevdûd, Belh ve Tuharistan’ı geri almak
için ordular sevk etti ise de bu kuvvetler Çağrı Beyin oğlu Alparslan
tarafından mağlûp edildiler. Bir müddet sonra sıhhatı düzelen Çağrı
Bey, Tirmüz şehrini de ele geçirdi. Belh, Tuharistan ve diğer bâzı
şehirleri oğlu Alparslan’a vererek Gaznelilerle mücâdeleye memur eden
Çağrı Bey, diğer oğullarını da ayrı yerlerde vazîfelendirdi.
Büveyhoğulları hükümdarı Ebû Kalicar’ın 1048’de vefâtı üzerine Çağrı
Bey, oğullarından Kavurt Beyi büyük bir ordu ile Büveyhoğulları üzerine
sevk etti ve nihâyet 1055’te bütün Kirman bölgesi Selçukluların eline
geçti. 1056’da Sistan bölgesi de Selçukluların hâkimiyetine girdi ve o
bölge Mûsâ Yabgu’nun idâresine verildi.
Çağrı Bey, her zaman kardeşi Tuğrul Beye yardımcı oldu. Tuğrul Beye
isyân edip saltanat dâvâsına kalkışan İbrâhim Yınal’a karşı, oğulları
Alparslan ile Kavurt’u sevk edip isyânı bastırması son yardımı oldu. Bu
hâdiseden sonra rahatsızlanan Çağrı Bey, 70 yaşında olduğu hâlde, nice
İslâm âlim ve velîlerinin yetiştiği Serahs şehrinde vefât etti (1060).
Orada defnedilen Çağrı Beyin, oğlu ve veliahtı Horasan Hâkimi Sultan
Alparslan ile Kirman Hâkimi Ahmed Kavurt ve Âzerbaycan vâlisi
Yakuti’den başka Osman, Behramşah ve Süleyman adında oğulları vardı.
Onlar ülkenin muhtelif yerlerinde devlete ve İslâmiyete hizmet ettiler.
Çağrı Beyin dört de kızı vardı.
Dâvûd Çağrı Bey, kardeşi Tuğrul Bey ile birlikte bütün İran ve
Yakındoğu ülkesini fethetmiş, Türkleri fâtih bir millet olarak bir
araya toplamak ve Anadolu kapılarının tam anlamıyla İslâmiyete
açılmasını sağlamak sûretiyle Türklüğe ve İslâmiyete pek büyük bir
hizmet yapmıştır. Büyük Selçuklu Devleti ve medeniyetinin, daha sonra
da Osmanlı Devletinin kurularak, İslâmiyetin ta Viyana kapılarına kadar
ulaşmasına pek sağlam bir zemin hazırlamıştır.
Kaynaklar, Çağrı Beyin çok âdil, halîm, güzel huylu, fazîletli,
fevkalâde dindar ve merhâmetli bir mücâhid olduğunu ittifakla
kaydetmektedirler.
Sayfa başına dön
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz