Muradiye Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Aşağa gitmek
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:08 pm
BÜyÜk TÜrk Tarİhİ
Türklerin Ana yurdu
Türklerin Tarih sahnesine ilk çıktıkları bölge, yani Türklerin ana
yurdu üzerine çeşitli görüşler vardır. Maddî kültür unsurları, dil
hususiyetleri ya da tarihî realite bakımından konuyu değerlendiren
bilim adamları, Orta Asya'daki çeşitli kültür çevrelerini Türklerin ana
yurdu olarak kabul ederler. Esas itibariyle, bu yöndeki ilk çalışmalar
batılı bilim adamları tarafından ortaya konmuştur. Gerçekte XIX. yüzyıl
sonlarıyla XX. yüzyıl başlarında başlatılan araştırmalarla, batı kendi
tarihinin köklerini aramaya koyulmuş, fakat neticede, hiç hesaba
katmadıkları bir milletin yani Türklerin, kendilerine has kültür ve
medeniyetleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu gerçek karşısında,
batılı bilim adamları yoğun çalışmalarda bulunmuşlar ve Türklerin tarih
sahnesine çıktıkları yer ve zaman hususunda çeşitli nazariyeler
sunmuşlardır. J. Klaproth (1824), J. Von Hammer (1832), W. Schott
(1836), M.A. Castren (1856), A. Vambery (1885) ve E. Oberhummer (1912)
gibi ilk âlimler Altaylar ve çevresini Türklerin ana yurdu olarak
gösterirken, W. Koppers (1937), W. Radloff (1891), G.J. Ramstedt
(1928), L.Ligeti (1940) ve K.H. Menges (1968) gibi dilci ve tarihçiler
Altaylar'ın doğusu ve Kadırgan Dağlarına kadar olan bölgelerde Türk ana
yurdunu aramışlardır ve bu görüşü ünlü Türkolog Barthold da
desteklemektedir.

J. Strzygowsky (1935), O. Menghin (1937), İ. Zichy gibi sanat ve kültür
tarihçileri ise Altaylardan Urallar'a kadar uzanan sahaya sıcak
bakmışlardır1. Bu görüşleri değerlendirerek ana yurdun coğrafî
sınırlarını tespit etmek mümkündür. Ancak araştırmalarda belirtilen ve
arkeolojik bulguların yer aldığı daha belirli ve dar bir bölgeyi ana
yurt olarak tespit etmek ve kabullenmek hem zor hem de sakıncalıdır.
Çünkü dinamik ve hareketli bir kavim olan Türkler, en eski devirlerden
itibaren geniş bir alana yayılmışlar ve kültürlerini buralara
götürmüşlerdir. Atı ehlileştirerek âdeta onunla bütünleşen Türkler,
konar-göçer yaşantılarını bozkır coğrafyasında hâkim kılmıştır. Bu
sebeple daha geniş çerçevede düşünülecek olursa, Türklerin ana yurdu
Orta Asya bozkırlarıdır, Orta Asya'nın sınırları doğuda ****** gölünden
Batıda Hazar ve Ural dağlarına; kuzeyde Sibirya bozkırlarından güneyde
Tanrı dağları ve Gobi çölüne uzanmaktadır. Bu coğrafyanın, bütün dünya
tarafından kabul edilmiş siyasî adı ise Türkistan'dır. Türkistan'da
Konar göçer bozkır medeniyetinin M.Ö. devirlere giden pek çok kültür
çevresi yer alır. Sovyet İmparatorluğu'nun dağılmasıyla istiklâllerini
kazanan Türkistan'daki Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarına ait
topraklarda yapılacak incelemeler Türklerin tarih sahnesine çıkışlarına
dair yeni belge ve bulguları, elbette ki, gün yüzüne çıkaracaktır.
Dolayısıyla Türk ana yurdunu Orta Asya'da dar bir bölgeye sıkıştırmak
hem tarih ve kültür birliğini muhafaza etmek hem de ilmî gerçekler
açısından doğru değildir. Nitekim aşağıda gösterilen Türk kültür
çevrelerinin zenginliği de buna delâlet eder.

Ana yurtta yer alan ilk kültür çevreleri: Arkeolojik kazılar ve
araştırmalar Orta Asya medeniyetininM.Ö. V. bine kadar uzandığını
göstermektedir. Batı Türkistan'da, bugünkü Aşkabat çevresinde yapılan
kazılarda, M.Ö.V. bine ulaşan yerleşme merkezleri bulunmuştur. Anav
kültürü olarak bilinen bu medeniyetin kimlere ait olduğu kesinlik
kazanmamış ise de Türklerin bu bölgedeki varlıklarının ilk izlerini
yansıtabileceği düşünülen ipuçlarını vermesi açısından Anav önemli bir
merkezdir .

Proto-Türklere ait olduğu hemen hemen aşikar olan ilk kültür çevresi
Altay-Sayan dağlarının kuzey batısında yer almaktadır. M.Ö. III. bin
başlarına ait bu eski kültüre Afanasyevo kültürü denilmektedir. Bu
kültürün en büyük özelliği Türk sosyal hayatının ilk örneğini
yansıtmasıdır. Bu kültürde atın ehlileştirildiği ve koyun beslendiği
görülmektedir. Ayrıca toprak kaplar, bakır ve tunçtan yapılmış çeşitli
silâh ve süs eşyaları da bulunmuştur.

Bu kültürün devamı olan Andronovo kültürü ise Altaylardan, Ural
dağları-Aral gölü çevresine kadar yayılmıştır. (M.Ö.1700-1200). Bu
kültürde tunçtan ve altından eşya yapımının geliştiği bilinmektedir.
Andronovo kültürü özelliklerini yansıtan diğer bir kültür ise
Yenisey-İrtiş çevresinde yer alan Karasuk kültürüdür (M. Ö.1300-800).
Tuva ve Abakan bozkırları ile ****** gölü havzasında bulunan hayvan
figürlü kaplar ve silâhlar bu kültürlerde benzerlik gösterir.

Karasuk kültürünün en büyük özelliği demirin işlenip, silâh yapımında
kullanıldığı ilk kültür olmasıdır. Bu kültür çevresinde insanlar keçe
çadırlarda yaşayıp, tekerlekli arabalar kullanıyorlardı. Minusinsk ve
Abakan bölgesinden Altaylara uzanan bölgede Tagar kültürü olarak
bilinen ve M.Ö.700'e tarihlenen buluntularda demir işçiliğinin nadir
örnekleri yer almaktaydı. Ayrıca M.Ö. 3.yüzyıla ait, Orhun ve Selenga
boylarına değin uzanan Pazırık kültürü, binlerce yıllık Türk kültürünün
Hun çağına nasıl ulaştığını gösterir. Bütün bu buluntular Türk
coğrafyasının tabiî sınırlarını tespit etmek açısından da büyük bir
öneme sahiptir.

Orta Asya'daki Türk kültür çevrelerinde, kurganlarda bulunan bazı
eşyalar, Türklerin çok eski zamanlardan beri konar göçer hayata has bir
kültür geliştirdiklerini aşikâr kılar. Av ve savaş aletleri, demir ve
deriden çeşitli eşyalar ve at ile kurt ağırlıklı hayvan figürlü kaplar,
bu yaşayışın temel hususiyetlerini bizlere gösterir. Nitekim Türklere
ait menşe efsaneleri ve Ergenekon Destanı gibi mitolojik olaylarda da
bu motifler ön plândadır. Dolayısıyla, maddî buluntular ve Türk
mitolojisi, Türklerin tarih sahnesine çıktığı yer ve zaman hususunda
tamamen uygunluk arz etmektedir.

Yukarıda belirtmeye çalıştığımız bu büyük coğrafyada yaşayan Türk
devlet ve topluluklarının varlığı, aynı zamanda onların büyük bir
tarihe ve kültüre de sahip olduklarının açık bir delilidir. Her ne
kadar yaşanılan topraklar çok geniş ve dağınık gibi görünüyorsa da,
aslında bütün Türk kavim ve topluluklarını birbirine bağlayan ortak bir
tarih ve kültür daima var olmuştur. Dolayısıyla, Türk tarihini bir
bütünlük içerisinde ele almak ve değerlendirmek şarttır. Bu açıdan
değerlendirildiğinde kurulan her Türk devleti birbirinin devamından
ibarettir. Ayrı coğrafya veya zamanda ortaya çıkmış olsalar veya ayrı
medeniyet dairesinde yer alsalar bile, Türk tarihinin, anlayışının ve
yaşayışının ortak değerlere sahip olduğu unutulmamalıdır.

Nitekim Türkiye Cumhuriyeti'nin cumhurbaşkanlığı forsunda ifade edilen
ortadaki güneş (Türkiye Cumhuriyeti) ve çevresinde halka oluşturan 16
yıldız (tarihte kurulmuş olan Türk devletleri), bu birliği sembolize
etmektedir. Elbette Türklerin kurduğu devlet sayısı 16 değildir.
Türkler tarih boyunca irili ufaklı yüzü aşkın devlet kurmuştur. Hatta
cumhurbaşkanlığı forsunda belirtilen Türk devletlerine ait bazı
bayraklar, tarihî kayıtlarda geçen bazı işaretlerden yola çıkılarak
çizilmiş, sembolik bayraklardır. Ancak asıl önemli olan husus bu devlet
ve bayraklarla ifade edilen "tarih ve kültür birliği"nin devletimiz
tarafından resmen kabul ve teyit edilmesidir. Aşağıda, aralarında 16
Türk devletinin bulunduğu, tarihî silsile içerisine yaşamış ilk Türk
devletleri ve toplulukları özetlenmiştir.

ASYA HUNLARI

Ana vatan coğrafyası içerisinde kurulan ilk büyük Türk Devleti Hun
Devletidir. Çin kaynaklarında Hiung-nu diye adlandırılan Hunlar ile
ilgili ilk bilgiler M.Ö. I. bin yıllarına kadar çıkmaktadır. Ancak Çin
kaynaklarındaki bilgiler, Hunların güçlenmeleriyle birlikte M.Ö. IV.
yüzyılın sonlarına doğru artmaktadır. Bu tarihlerde Hunlar, Ötügen
merkez olmak üzere Orhun bölgesi ve Altay dağları civarında
oturuyorlardı.

M. Ö. III. yüzyılın ikinci yarısına doğru Hiung-nu yani Hun boylarının
Çin üzerindeki baskıları iyice artırmıştır. Çinliler, kuzeyden gelen
saldırılara karşı, çok eski devirlerden itibaren kuzey sınırı boyunca
savunma duvarları yapmaya başlamışlardı. Nihayet artan Hun
saldırılarına karşı, sınırdaki bu duvarların birleştirilmesi M.Ö. 214
yılında tamamlanmış ve meşhur Çin Seddi ortaya çıkmıştır.Hunların
bilinen ilk hükümdarı, Şanyü ûnvanını taşıyan, Tuman (Teoman)dır.
Hunlar, Tuman zamanında güçlü bir siyasî birlik olarak ortaya
çıkmışlardır. Tuman, oğlu Mete ile giriştiği siyasî mücadele
neticesinde ortadan kaldırılmıştır (M.Ö. 209). Çin kaynaklarının Mete
(Mao-tu) adını verdikleri bu büyük hakanın adının Türkçe karşılığının,
Bagatur veya Bahadır gibi bir ad olduğu sanılmaktadır. Mete, Hun
tahtının meşru varisi olmasına rağmen, üvey annesinin kışkırtmasıyla,
babası tarafından Hunların düşmanı olan Yüeçilere rehin olarak
verilmişti. Buradan kaçmayı başaran Mete, babasına karşı mücadeleye
girişti.

Demir bir disiplin altında yetiştirdiği ordusuyla babasını yenerek
ortadan kaldırmıştır. Böylece M.Ö.209 yılında Hun çağının en parlak
devri olan Mete devri de başlamış oluyordu. Bu tarihî olay "Oğuz Kağan
Destanı"nda, Oğuz Kağanın babasıyla yaptığı mücadeleye ilham
olmuştur.Devleti yeniden eşkilâtlandıran Mete, doğudaki Moğol-Tunguz
kabileleri birliği Tung-hular'ın ısrarlı toprak taleplerine savaş ile
karşılık verip onları perişan ettikten sonra, güney-batıya dönerek,
İpek Yolu'na hâkim durumdaki Yüeçiler üzerine yürüdü. Yüeçileri daha
batıya sürdü. Ardından Çin topraklarına giren Mete, Çin İmparatoru
Kao-ti'nin 320 binlik tamamı piyadelerden oluşan ordusunu, Turan
taktiği ile çember içine aldı. İmparator, ancak Hunların bütün
şartlarını kabul ederek kendisini ve ordusunu kurtarabilmiştir(M.Ö.201)
Yapılan anlaşmaya göre Çin İmparatoru, Hunların yaşadığı bütün
toprakları Hun devletine bırakmayı, yıllık vergi yanında yiyecek ve
ipek vermeyi kabul etmek zorunda kalmıştır.

Bir süre sonra Mete, Isık göl etrafında oturan Vusunları hâkimiyeti
altına aldı. Böylece devletin sınırları, doğuda Mançurya'dan batıda
Aral gölüne, kuzeyde Sibirya'nın içlerinden güneyde Çin Seddi ve
Tibet'e kadar uzanmış oluyordu. Mete bu sınırlar içinde yaşayan bütün
konargöçer kavimleri bir bayrak altında toplamış ve M.Ö. 177'de Çin
hükümdarına yazdığı mektupta "Eli ok ve yay tutan herkes Hun oldu"
diyerek millet olma şuuruna güzel bir örnek vermiştir. Büyük Hun Hakanı
Mete'nin yönetim ve askerlik alanında yaptığı düzenlemeler, Türk devlet
geleneğinde önemli bir başlangıçtır.

Sonradan kurulacak Türk devletleri de, bu gelenek üzerinde
yeşereceklerdir. Mete M.Ö. 174'te ölünce yerine oğlu Kiyük geçti.
Kiyük, Tanrı dağları civarını ellerinde tutan Yüeçiler'i, kesin olarak
mağlûp ederek, batıya sürmüş, Yüeçilerin batıya göçü ise Batı
Türkistan, Afganistan ve Hindistan için önemli sonuçlar doğuracak olan
bir kavimler hareketine sebep olmuştur. Mete'nin Çin ile yaptığı
anlaşma, onun döneminde de devam etmiş ancak M.Ö.166 yılında Çin'e bir
sefer düzenlemiştir.

Kiyük'un ölümünden sonra (M.Ö.160) Çin, politikasını değiştirerek,
Hunlara üstünlük sağlamak için büyük reformlara girişmiş ve ordusunu
Hunları örnek alarak yeniden tanzim etmiştir. Ayrıca Hun siyasî
birliğini içten parçalamak maksadıyla iç mücadeleleri ve bazı kavimleri
kışkırtmıştır. Bu faaliyetlerinin sonuçlarını almakta gecikmeyen Çin,
Kiyuk'un oğlu Kun-şin (M.Ö.160-126) devrinden itibaren inisiyatifi ele
geçirir. Bu dönemden sonra gerileme dönemine giren Hun akınları kuzeyde
durdurulurken, Çin'in karşı saldırıları ile İpek Yolu üzerindeki
memleketler de birer birer elden çıkmaya başlamıştır. İpek Yolu'nun
kontrolünün Çinlilerin eline geçmesi Hunlar için tam bir yıkım olmuş,
iktisadî ve siyasî bakımdan yaşanan zorluklar Hunların ikiye
bölünmesiyle neticelenmiştir. M.Ö. 58 yılında tahta çıkan Ho-han Ye'nin
sıkıntıları aşmak için Çin'e tâbi olunması gerektiği fikrini savunması
ve bunu şerefsizlik sayan kardeşi Çi-çi'nin ona karşı çıkması üzerine
Hunlar ikiye bölündüler.

Ho-han-ye Çin himayesini kabul edip, halkının bir kısmını Çin'in kuzey
sınırındaki Ordos'a gönderirken, Çin'e bağlanmayı kabul etmeyen Çi-çi,
kendine bağlı boylarla batıya çekildi (M.Ö.54 ) ve Çu-Talas boylarında
bağımsızlığını ilân etti. Çi-çinin kurduğu Batı Hun Devleti fazla
ömürlü olamadı. Çi-çi, Talas ırmağı boylarında kurduğu şehirde
kalabalık Çin ordularının muhasarasına maruz kaldı. Meydan savaşına
alışkın olan Hun ordusu, kale savunmasında başarılı olamayarak,
Çinliler tarafından imha edildi (M .Ö. 38) ve böylece batıdaki Hun
devleti yıkılmış oldu. Çin'e bağlanan Hunlar da kısa bir süre için
güçlenmişlerse de M.S.48 yılında bu devlet de kuzey ve güney olmak
üzere ikiye bölünmüştür. Kuzey Hunları, batıdaki Hunlarla birleşirken,
Güney Hunları Çin sınırına yerleşmiş ve M.S.216 yılına kadar
varlıklarını sürdürmüşlerdir. Çin hâkimiyetindeki 5 bölgede 19 boy
hâlinde teşkilâtlanan Hunlar, gittikçe

çoğalarak siyasî bir güç oluşturmuşlar ve nihayet 4.yy'dan itibaren,
Çin'deki iç savaşlardan da yararlanarak, Kuzey Çin'de dört devlet
kurmuşlardır:

1-Kuzey Çin merkezli, Han ve Ön Chao devleti (304-329)

2-Kuzey-doğu Çin merkezli, Arka Chao devleti (319-351)

3-Kansu'da, Kuzey Liang devleti (401-439)

4-Ordos'ta, Hsia (407-431)

Bu Hun devletlerinin ortak özelliği, hâkimiyetlerini Çin'in tamamında
meşru kılmak maksadına sahip olmaları ve bu nedenle de Çin isimlerini
seçmeleridir.Nitekim devlet anlayışı ve yaşayış bakımından bu devletler
Hun karakterini muhafaza etmişlerdir
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:09 pm
BÜyÜk TÜrk Tarİhİ AVRUPA HUNLARI

Hunların batıya yönelişleri, Çu-Talas boylarında devlet kuran Çi-çi Han
ile başlar ve M.S. II. yüzyıldan itibaren yoğunlaşır. Doğuda Çin'in ve
Moğol kökenli kavimlerin baskısı Hunların bir kısmını Çin içlerine
yöneltirken bazı Hun boylarının da batıya göçmelerine sebep olmuştur.
Ayrıca kuraklık ve kıtlığın baş göstermesi ile ağırlaşan hayat
şartları, batı da Hun nüfusunun hızla artmasına yol açmıştır. Böylece
Hun kitleleri batı Türkistan'da birikmeye başlamışlardı. Bu Hun
birikintilerinin bir kısmı, sonradan İran'a ve Hindistan'ın kuzeyine
inerek Akhun devletini kuracaklardır. Bazıları da, Güney Rusya'ya doğru
yöneleceklerdir. İşte Avrupa Hunlarının ortaya çıkmaları ve
yayılmaları, Türkistan'daki bu kavimler hareketine dayanıyordu.

Batıya kayan Hun kitleleri IV. yüzyılın ortalarına doğru siyasî bir
birlik kurarak, Alanlara ait toprakları ele geçirmiş ve İtil(Volga)
kıyılarına ulaşmışlardır. Hunlar başlarında Balamır olduğu hâlde önce
Don-Dinyeper nehirleri arasında yaşayan Ostrogotlar'ı ağır bir
yenilgiye uğrattılar(374) ve ardından ileri hareketlerine devam ederek,
daha batıda yer alan Vizigotlar'a ağır bir darbe vurdular(375).
Hunların harekete geçirdiği İran, Slâv, Germen menşeli çeşitli
kavimlerin birbirlerini yerlerinden atmak suretiyle batıya doğru hızla
akan büyük bir Kavimler Göçü böylece başlamış oluyordu.

Bir yüzyıl kadar devam eden Kavimler Göçü, Avrupa ve dünya tarihî
açısından çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu göçler neticesinde Roma
İmparatorluğu sarsılmış, 395 yılında ikiye ayrılmış, 495'te ise batı
Roma yıkılmıştır. Bu olaylar Orta Çağ'ın başlangıcı olarak kabul
edilmiştir. Çünkü bu dönemle beraber, Avrupa'da "feodalite" merkezî
imparatorlukların yerini almış, bugünkü Avrupa'nın siyasî ve etnik
yapısı bu dönemde şekillenmiştir. Hunların gelmesiyle Avrupa'da atlı
birlikler önem kazanmış, süvari silâh ve kıyafetleri Hunlardan
esinlenmiş ve belki de Orta Çağ Avrupasının şövalye tipi, Hun Alplerine
öykünülerek oluşturulmuştur.

Hunlar, Ostrogotları önlerine katarak, kısa bir süre sonra Karadeniz'in
kuzeyindeki Tuna ve Tisa nehirleri arasındaki verimli ve stratejik
bölgeleri ele geçirirler. Burası, Karadeniz' in kuzeyinden Türkistan'a
kadar uzanan uçsuz bucaksız bozkırların son halkasıdır. Ayrıca bu
bölge, Avrupa'nın önemli yollarının kavşak noktası durumundaydı.
Hunlar, Avrupa'nın içlerine kadar akınlar yapmış olmalarına rağmen bu
bölgeyi, uzun yıllar devletlerinin ağırlık merkezî olarak
korumuşlardır. M.S.400 başlarında Balamir'in oğlu Uldız(Yıldız)'ın
Tuna'da görünmesiyle Kavimler Göçü'nün ikinci büyük dalgası da başlamış
oluyordu .

Yine bu devirde Attila'nın son zamanlarına kadar takip edilecek olan
Hun dış siyasetinin esaslarının belirlendiğini görüyoruz. Bu esasları;
Doğu Roma'nın baskı altında tutulup, Batı Roma ile iyi ilişkilerin
devam ettirilmesi şeklinde özetleyebiliriz. Nitekim Roma için büyük bir
tehlike oluşturan, Hun korkusu ile yerlerini terk etmiş olan birtakım
Germen kavimlerini bir araya getiren Radagais ancak Hunlar sayesinde
ortadan kaldırılabilmiştir.

Uldız birkaç defa Tuna'yı geçmiş, çaresiz kalan Bizans, barış istemek
zorunda kalmıştır. Uldız 410 yılında ölmüştür. Diğer Türk devletlerinde
gördüğümüz ikili devlet düzenini Avrupa Hunlarında da görüyoruz. Uldız
Batı Hun ülkelerinin hükümdarı iken Karaton ise doğuda hüküm sürüyordu
422 yılı Avrupa Hunları için yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu tarihte
Hunların başında Rua, Muncuk, Aybars, Oktar'dan oluşan Hun hükümdarlık
ailesinden dört kardeşi görüyoruz. Attila'nın babası olan Muncuk erken
öldüğü için Rua merkezde, diğer iki kardeş de doğu ve batı kanatlarında
bulunuyorlardı.

Attila Devri: Doğduğu yer olan Etil=İtil (Volga)'den ismini alan
Attila, 39-40 yaşlarında amcası Rua'nın yanında devlet işlerinde
yetişmiş olarak hükümdar oldu. Başlangıçta kardeşi Bleda ile Hun
tahtını paylaşan Attila, 445'te kardeşinin ölümü üzerine tek başına
hükümdar olacaktır. Daha önce ağır barış şartlarları ile Attila'nın
gazabından kurtulan Bizans'ın barış şartlarına uymaması üzerine Hun
orduları Tuna'yı geçip Trakya'da İki kol hâlinde ileri harekâtlarına
devam ettiler. Bizans başkentini kuşatmak üzere Büyük Çekmece'ye kadar
ulaştıklarında dehşete düşen Bizans'ın barış talebi çok ağır şartlar
karşılığında kabul edildi. (447).

Bu tarihten sonra, Batı Roma'ya karşı izlenen Hun dış politikasında bir
değişiklik gözlenmektedir. İyi ilişkilerin yerini savaş almıştır.
Attila, Galya (bugünkü Fransa) üzerine yürüyüp karşısına çıkan çok
kalabalık Roma ordusu ile ilk çağın en büyük meydan savaşlarından
birini yapmıştır (451). İstediği sonucu alamadığı bu savaştan hemen bir
yıl sonra İtalya üzerine yürüyecektir(452). Papa Büyük Leon
idaresindeki Roma elçilik heyetinin ricaları üzerine Po ovasından geri
dönen Attila, 453 yılında anî olarak vefat etti. Attila'nın bu
beklenmedik ölümü üzerine hem Bizans hem de Batı Roma İmparatorluğu
rahat bir nefes alma imkanına kavuşmuştur.

Attila'nın ölümünden hemen sonra, pek az sayıdaki Hun idareci
tabakasının hâkimiyeti altında yaşayan yabancı kavimler ayaklanırlar.
Attila'nın oğulları arasında çıkan taht kavgalarıyla zayıflayan devlet
kısa bir süre sonra parçalanır. Hunların bir kısmı Karadeniz'in
kuzeyine sığınmışlar, bir kısmı ise yabancı kavimler arasında eriyip
gitmişlerdir. Ancak Attila ve Hunları hafızalardan silinmemiş,
haklarında üretilen efsanelerde, edebiyat eserlerinde, müzik
eserlerinde yaşamaya devam etmişlerdir. Otoritesi ve yöneticilik
kabiliyeti ile Attila, her zaman örnek alınmıştır.

TÜRKLERİN ORTA ASYA’DAN ÇIKIŞI VE GÖÇLER

GÖÇLER

Türklerin tarih içerisinde çok geniş bir coğrafyaya yayıldıkları ve göç
ettikleri bölgede güçlü devletler kurduklarını biliyoruz. Bu Türk
göçleri, atalarımızın ilkel göçebe bir toplum yapısına sahip oldukları
gibi, yanlış ve haksız bir iddianın da mesnedi olarak gösterilmeye
çalışılmıştır. Halbuki bu göçlerin sebep ve sonuçları göz önüne
alındığında, Türklerin ilkel göçebe bir anlayışla değil, aksine,
kendine has yüksek bir kültür ve medeniyetin sahibi ve yayıcısı olarak
göç ettikleri görülür. Dünya üzerinde atı ilk kez ehlileştiren ve onu
binek hayvanı olarak kullanan Türkler, atın sağladığı hız ile yüksek
devlet ve toplum telâkkilerini geniş coğrafyalar üzerinde hâkim
kılmıştır. Konar göçer, atlı yaşantının temelinde büyük oranda
hayvancılık ve kendine yeterli bir ziraat kültürü yer alır.
Dolayısıyla, Türk göçleri bu yaşantıya uygun olan sahalara doğru
olmuştur. Hem Türk tarihi hem de Dünya tarihi üzerinde çok büyük
tesirleri olan bu göçlerin birçok sebepleri vardır. Bu sebepleri şöyle
sıralayabiliriz:

1-GÖÇLERİN SEBEPLERİ

İktisadî ve Sosyal Sebepler: Daha çok hayvancılıkla geçimlerini
sağlayan Türkler, kuraklık, salgın gibi tabiî olayların etkisiyle göç
etmek zorunda kalmışlardır. Otlakların yetersiz kalması veya nüfusun
artması, Türkleri, iklimi ve coğrafyası müsait yeni bölgelere sevk
etmiştir. M.S.IV. yüzyıldaki Hun göçlerinde, Orta Asya'da hüküm süren
"kuraklık"ın etkili olduğunu biliyoruz.

Toprağın artan nüfusu besleyemez hâle gelmesi veya hayvanlar için
yeterli otlakların kalmaması, iktisadî düzeni sarstığı zaman, Türkler,
kendi yaşantılarına uygun, tabiatın zengin ve nispeten nüfusun az
olduğu bölgelere yönelmişlerdir. Selçuk Bey ve Arslan Yabgu'ya bağlı
Türkmenlerin Horasan ve Harezm'e göçmeleri veya XI.-XII. yüzyıllarda,
Anadolu'nun Selçuklular tarafından fethinde bu durumu görebiliriz.
Siyasî Sebepler: Yabancı kavimlerin baskısı veya kendi aralarındaki
hâkimiyet mücadelesi göçlerin diğer bir sebebidir. Meselâ XI.
yüzyıldaki Kitanlar'ın hücumu Türklerin batıya göçlerini beraberinde
getirmiştir. Orhun-Yenisey'deki Uygur Devleti'nin 840 yılında yine bir
Türk kavmi olan Kırgızlar tarafından ortadan kaldırılması, Kutlu yurt
Ötügen'in elden çıkmasıyla neticelenmiş ve Uygurlar, Turfan, Kansu,
Tarım Havzası gibi daha güneydeki bölgelere göç etmek zorunda
kalmışlardır. Belki de Uygurların meşhur "Göç" destanı bu olayın
hatırasını taşımaktadır.

Destanda vatanı sembol eden "Kutlu Dağ"ın Çinlilere verilmesi ve
Çinliler tarafından dağın parçalanarak Çin'e götürülmesi, ülkede
felâket ve kuraklığa sebep olur ve bütün canlı cansız mahlûkat "göç,
göç" diye inler. Bu ilâhî emre uyan Uygurlar, Beşbalıg'ın olduğu yere
gelerek beş ayrı şehir kurarlar. İlkel göçebelerde görülmeyen bu
mukaddes vatan anlayışı, istiklâl ile perçinlenmektedir. Türkler,
istiklâlini kaybetmektense göç etmeyi yeğlemişler ve kendilerine yeni
vatan aramışlardır. Türklerdeki bu güçlü vatan oluşturma ve devlet
kurma geleneği, atalarımızı yeni fetihlere sürükleyen diğer önemli bir
sebeptir. Zaman içerisinde, dünyayı huzur ve sükûna kavuşturmayı,
insanları adalet ve eşitlik içinde yönetmeyi töresinin bir hususiyeti
olarak hedefleyen bu fütuhat anlayışı, Türklerde, "Cihan Hâkimiyeti
Mefkûresi"nin doğmasını sağlamıştır.

Dolayısıyla Türk göçleri ilkel göçebe anlayışından farklıdır. Göçebeler
vatan kavramını tanımayan, nerede duracağı belli olmayan ilkel
topluluklardır. Türkler ise vatan kabul ettikleri ülkede, belirli
yaylak ve kışlaklar arasında yaşayan "töreli" bir millettir. Bu sebeple
eski Türkler konar göçer bir hayat yaşamaktaydılar.

TÜRKLERİN YAŞADIKLARI YERLER

Milâttan Önce Türklerin Yayıldıkları Sahalar: Altay-Sayan dağlarının
kuzey-batı kesimlerinde yaşayan Andronovo kültürü insanı, M.Ö.1700'lü
yıllarda Altay, Tanrı dağları ve Maverâünnehir' e kadar olan bölgelere
uzanmaktaydı. M.Ö. 1100 yıllarında aynı kültür Çin'in kuzeyindeki Ordos
ve Kansu bölgesinde görülmekteydi. M.Ö. IV. yüzyıldan itibaren Hazar ve
güney Rusya da Türklerin yaşadıkları bölgeler arasına girmiştir. Bu
duruma en iyi örnek mühim bir kısmını Türk kabilelerinin oluşturduğu,
konar göçer, atlı kültüre sahip bir kavimler topluluğu olan İskitler
(Sakalar)dir. İskitler, M.Ö . VIII. yüzyılda, Orta Asya'nın Tanrı
dağları ile Hazar denizi arasında kalan geniş bozkırlarında
yaşarlarken, daha sonra göç ederek, Karadeniz'in kuzeyinde, İtil ve
Tuna nehirleri arasındaki düzlüklere yayılmışlardır. M.Ö. VI.-IV.
yüzyıllarda Dnyeper ve Dnyester sahasındaki bazı Slâv zümrelerini
hâkimiyetleri altına alan İskitler, Karadeniz'in kuzeyinde varlıklarını
M.Ö.II. yüzyıla kadar devam ettirmişlerdir. Aynı sahada bulunan ve M.S.
II. yüzyıla kadar Don ve Tuna boylarına kadar uzandıkları bilinen
Sarmatlar ile onların içinden çıkan Roksalan ve Yazığların da en
azından yönetici sınıflarının Türk olduğu da iddia edilir. Bu kavimler
Slâv ve Cermen zümreleri üzerinde derin tesirler bırakmıştır.

Bozkır medeniyeti diye adlandırılan atlı-nomad yaşayışın öncüleri
İskitler olmuşlardır. Hun sanatıyla büyük benzerlik gösteren, geometrik
şekiller ve hayvan figürlerinin dikkat çektiği İskit sanatı, M.IV. ve
III. yüzyıllarda doruk noktasına ulaşmıştır. Milâttan sonra Türklerin
yayıldıkları sahalar: Türk göçleri bu dönemde batı yönünde gelişmeye
başlamıştır. Hunlar Orta Asya'dan, Hindistan'ın kuzeyine ve güney
Rusya'ya kadar genişlediler. Bir kısmı Orta Avrupa'ya kadar ilerledi.
Sabar, Avar, Bulgar, Peçenek, Uz ve Kuman boyları Hazar ve Karadeniz'in
kuzeyi ile Orta Avrupa ve Balkanlara kadar uzandılar. Kalabalık Oğuz
boyları X .-XI. yüzyıllarda Maverâünnehir üzerinden İran, Irak,
Azerbaycan ve nihayet Anadolu'ya hâkim oldular.

Türk Göçleri, tarih boyunca doğudan batıya doğru gerçekleşmiştir. Bu
istikamet içerisinde bazı Türk kavimleri Hazar'ın kuzeyinden Avrupa'nın
içlerine kadar yönelirken-Bulgar-Kuman-Kıpçak ve Çağatay dil grubu-,
bir kısmı da İran üzerinden Anadolu ve Orta Doğu'ya göç etmişlerdir-
daha çok batı Türkleri'nden Oğuz boyları-. Bu iki göç yolu üzerinde
değişik dil, din ve medeniyetten topluluklarla temasa geçen Türk
kavimleri yüzyıllar boyu bu coğrafyalarda varlığını sürdürmüştür. Türk
bünyesine uymayan inanç sistemlerinin, hayat tarzlarının benimsendiği
ya da zaman içerisinde nüfus bakımından beslenemediği yerlerde bulunan
bazı Türk kavim ve boyları tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Çin'deki
Tabgaç'lar, Orta Avrupa'daki Hunlar ve Balkanlardaki Bulgarlar buna
örnektir. Ancak bu olumsuzluklardan etkilenmeyen Türk toplulukları
büyük bir coğrafyada varlıklarını devam ettirmektedirler.


TÜRK BOYLARININ YAŞADIKLARI YERLER

Aynı zamanda son durum için 27.konuda Türk Toplulukları maddesini
inceleyebilirsiniz Günümüzde varlıklarını devam ettiren Türk boyları,
ana kütlesini Anadolu, Azerbaycan ve İran ile Büyük Türkistan'ın
oluşturduğu çok geniş bir coğrafyaya yayılmışlardır. Bu ana kütleden
zaman zaman taşan Türkler, daha nispî de olsa, bugün başka devletlerin
elinde bulunan topraklarda da yaşamaktadır. Dolayısıyla 170 milyonu
aşan bu büyük Türk Dünyası içerisinde bağımsız yaşayanlar olduğu gibi,
daha az da olsa, başka devletlerin hâkimiyetinde bulunanlar da
mevcuttur. Osmanlı devletini oluşturan Türkiye Türklerinin devamı ve
bakiyesi durumundaki bir kısım Türk nüfusu, bugün, eski Yugoslavya'da;
Makedonya ve Üsküp'te, Bulgaristan'da; Mestanlı, Deliorman, Plevne,
Varna, Filibe, Kızanlık'ta, Yunanistan'da; Batı Trakya ve Ege
Adaları'nda, Polonya ve Romanya'da; Dobruca ve Baserabya'da, Irak'ta;
Musul-Kerkük'te, Suriye'de; Münbiç, Azez ve Lazkiye'de yaşamaktadır. Bu
bölgelerdeki toplam Türk nüfusu yaklaşık 7 milyondur.

1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte, komünizmin
boyunduruğundan kurtulan Türk boyları büyük oranda bağımsızlıklarını
ilân etmişlerdir. Bu tarihî olay neticesinde Özbekistan, Türkmenistan,
Kazakistan, Kırgızistan Türk Cumhuriyetleri ortaya çıkmış ve böylece 40
milyona yaklaşan toplam nüfusuyla, Türkistan'ın bir bölümü (Batı)
yeniden istiklâline kavuşmuştur. Ancak bazı Türk toplulukları Sovyetler
Birliği'nin yerine oluşturulan Rusya Federasyonu'nun sınırları
içerisinde, İdil (Volga)- Ural bölgesinde, muhtar cumhuriyetler olarak
kalmıştır; Tataristan, Başkurdistan ve Çuvaşistan. Sibirya'da ise
Yakut, Tuva ve Altay özerk bölgeleri oluşturulmuştur. Buradaki Yakut
(Saha),Tatar,Hakas, Tuva, Dolgan gibi Türk boylarının nüfusu bir
milyonu geçmektedir.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:11 pm
Kafkasların haritası da Sovyetler Birliği'nin dağılması neticesinde
değişmiş ve Azerbaycan Cumhuriyeti ortaya çıkmıştır. 7 milyonu aşan
nüfusları ile Azerî Türkleri, Orta Asya ile Anadolu Türklüğü arasında
önemli bir köprü vazifesini görmektedir. Rusya Federasyonuna dahil olan
Kuzey Kafkaslar, pek çok etnik grubun yaşadığı bir bölgedir. Ancak
Ermeni ve Gürcülerin dışında kalan toplulukların çoğu ortak yaşayış,
kültür ve inançlara sahiptir. Bu bölgenin toplulukları için İslâmiyet
belirleyici bir unsurdur. Dağıstan, Çeçenistan, Osetya, Karaçay gibi
muhtar cumhuriyetler ile Oblastlarda yaklaşık 6 milyon Kafkas akraba
topluluğu yaşamaktadır. Bunların bir milyondan fazlasını ise Kumuk,
Karaçay, Balkar, Nogay ve Kundurlar gibi Türk boyları oluşturmaktadır.
Kuzey Kafkaslardan, Moldova'ya kadar uzanan bölgelerde ise II. Dünya
Savaşı sonrasında yurtlarından sürülen Kırım ve Ahıska Türkleri ile
Hristiyan Gagavuz ve Musevî Karaim ve Kırımçakla bulunmaktadır. Bu
toplulukların toplam nüfusunun bir milyona ulaştığı tahmin edilmektedir.

Doğu Türkistan'da yaşayan Türkler, Batı Türkistan'daki soydaşları kadar
şanslı değillerdir. Sovyetler ile birlikte Türkistan'ı bölen Çinliler,
Doğu Türkistan'ı, Sincang (sonradan kazanılmış topraklar) adıyla işgal
ederek, büyük çoğunluğunu Uygurların oluşturduğu Türkleri tam bir baskı
ve zulme tâbi tutmuşlar ve tutmaya devam etmektedirler. Doğu
Türkistan'da, Sincang-Uygur muhtar bölgesinde, Uygur, Kazak, Kırgız,
Özbek ve Tatar asıllı yaklaşık 20 milyon Türk yaşamaktadır. Çin'in
Kansu bölgesinde de yüz bin dolayında Salar Türkü bulunmaktadır.

Afganistan'ın kuzeyi ve Tacikistan'da önemli oranda Türk nüfusu
yaşamaktadır. Herat, Tükurgan ve Mezarışerif ile Maymana, Maruçak,
Andhoy ve Vahan civarında iki milyonu aşkın Özbek, Teke, Yamut, Sarık
ve Salur boylarına mensup beş yüz bini aşan Türkmen ve Yüz elli bini
bulan Kırgız, Kazak ve Karakalpak bölgenin asli unsurlarını oluşturur.
Günümüzde Kuzey Afganistan Türkleri, Afganistan yönetimini ele geçirmiş
olan Talebanlara karşı mücadele vermektedir. Yoğun Türk nüfusunun
bulunduğu diğer bir bölge de İran'dır. İran nüfusunun neredeyse
yarısını oluşturan yaklaşık 20-25 milyon Türk asıllı kavim ve topluluk
bu büyük coğrafyada yaşamaktadır. İran'daki en büyük Türk grubunu
yaklaşık 20 milyona varan nüfuslarıyla, Güney Azerbaycan'da yaşayan
Azerî Türkleri oluşturur. XIX. yüzyıl başlarında Gülistan ve Türkmençay
anlaşmalarıyla İran ve Rusya, Azerbaycan'ı bölmüş ve Aras'ın kuzeyi
Rusya'da kalırken, Güney Azerbaycan İran'ın elinde kalmıştır. Tebriz,
Erdebil, Urmiye, Hoy, Maku, Culha vb. gibi bölgeleri içine alan, yüz
bin km2'yi aşan yüz ölçümüyle Güney Azerbaycan Fars milliyetçiliğinin
tehdidi altında bulunmaktadır. İran'ın güneyindeki Fars eyaletinde
konargöçer yaşayan Kaşgay'lar 500 bini aşan nüfuslarıyla İran'daki
diğer önemli bir Türk unsurudur. Türkmenistan sınırına yakın bölgelerde
ise Yamut, Göklen, Sarık ve Salur boyuna mensup Türkmenler yaşamaktadır
(500 bin). Ayrıca bir milyonu bulan Afşar, Kaçar, Karapapak, Hamse,
Şahseven gibi değişik adlara sahip topluluklar, İran'daki güçlü Türk
dünyası içerisinde yerlerini almışlardır.

İSLAMİYETİN KABULÜNDEN ÖNCEKİ DÖNEM

GÖKTÜRK DEVLETİ
Türk Tarihîndeki Önemi: Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak
kabul edenler Göktürklerdir. Böylece devleti ifade etmesi bakımından
siyasî bir anlamı olan Türk kelimesi bu sayede bütün bir milletin adı
olmuştur.

ERGENEKON DESTANI

Göktürk Menşe Efsaneleri ve Ergenekon Destanı'na Göre Türklerin Tarih
Sahnesine Çıkışı Göktürklerin "Kurttan Türeyiş"lerine dair Çin
kaynaklarında da geçen üç efsane vardır. Aslında bu efsanelerin hemen
hemen aynısı M.Ö. 119'da Hunlar tarafından büyük bir yenilgiye
uğratılan Wu-sunlar için söylenir. Efsaneye göre Hunlar bir taarruz
neticesinde Wu-sun kralını öldürmüş, onun oğlu Kun-mo küçük olduğu için
Hun hükümdarı ona kıyamamış ve çöle atılmasını emretmiş. Küçük Kun-mo
dişi bir kurt tarafından emzirilmiş ve bu olayı uzaktan seyreden Hun
hükümdarı, çocuğun kutsal biri olduğuna inanarak, büyüdüğünde onu
Wu-sunların kralı yapmış, içinden Göktürkleri de çıkaran, Çinlilerin
Kao-çı (Yüksek Tekerlekli Arabalılar) ve T'ieh-li (Tölös) dedikleri,
Orhun nehrinden Volga kıyılarına kadar geniş bir alana yayılan bu güçlü
Türk kavimler topluluğu için de "kurttan türeyiş" efsanesi aynı motifi
işler. Çin'deki Toba sülalesi devri kaynaklarında efsane özetle şöyle
anlatılır: "Kao-çı kağanının çok akıllı iki kızı varmış. Öyle iyi
kalpli ve akıllılarmış ki, babaları onların ancak tanrı ile
evlenebileceklerini düşünerek, kızlarını bir tepeye götürmüş. Ancak
tepeye ne tanrı gelmiş ne de onlarla evlenmiş. Kızlar burada beklerken
ihtiyar bir erkek kurt tepede dolaşmaya başlamış. Küçük kız, kardeşine
bu kurdun tanrının kendisi olduğunu söyleyerek tepeden inmiş ve kurtla
evlenmiş. Bu suretle Kao-çı halkı bu kız ve kurttan türemiş." Bu
efsanelerin tekamül etmiş şekli, tarihî realiteye de uygun olarak,
Göktürk menşe efsanelerinde ve Ergenekon Destanı'nda görülür.
M.S.570'te ortaya çıkan Çin'deki Sui Sülâlesi devrinde Göktürklerle
yakın münasebet kuran Çinliler, Türklerden öğrendikleri efsaneyi tarih
yıllıklarında not etmişlerdir. Efsane şöyledir:

"... (Göktürklerin) ilk ataları Hsi-Hai, yani Batı Denizi'nin
kıyılarında oturuyorlardı. Lin adlı bir memleket tarafından, onların
kadınları, erkekleri, büyüklü-küçüklü hepsi birden yok edilmişlerdi.
Yalnızca bir çocuğa acımışlar ve onu öldürmekten vazgeçmişlerdi.
Bununla beraber onun da kol ve bacaklarını kendisini Büyük Bataklığın
içindeki otlar arasına atmışlardı. Bu sırada dişi bir kurt peyda olmuş
ve ona her gün et ve yiyecek getirmişti. Çocuk da bunları yemek
suretiyle kendine gelmiş ve ölmemişti. (az zaman sonra) çocukla kurt,
karı koca hayatı yaşamaya başlamışlar ve kurt da çocuktan gebe
kalmıştı. (Türklerin eski düşmanı Lin devleti, çocuğun hâlâ yaşadığını
duyunca) hemen kendi adamlarını göndererek, hem çocuğu hem de kurdu
öldürmelerini emretmişti. Askerler kurdu öldürmek için geldikleri
zaman, kurt onların gelişinden daha önce haberdar olmuş ve kaçmıştı.

Çünkü kurdun kutsal ruhlarla ilgisi vardı. Buradan kaçan kurt, Batı
Denizi'nin doğusundaki bir dağa gitmişti. Bu dağ, Kao-ch'ang
(Turfan)'ın kuzey-batısında bulunuyordu. Bu dağın altında da çok derin
bir mağara vardı. (Kurt) hemen bu mağaranın içine girmişti. Bu
mağaranın ortasında büyük bir ova vardı. Bu ova, baştan başa ot ve
çayırlıklarla kaplı idi. Ovanın çevresi de 200 milden fazla idi. Kurt,
burada on tane erkek çocuk doğurdu. (Göktürk Devleti'ni kuran) A-şi-na
ailesi, bu çocuklardan birinin soyundan geliyordu."Efsanede Türklerin
yaşadığı ve göç ettiği yer olarak gösterilen Batı denizi, kimi
tarihçilere göre Turfan'ın kuzey batısında yer alan Balkaş gölü veya
Aral, hatta Hazar iken kimi tarihçilere göre de Isık göldür. Isık göl
ve civarı, Kırgızların millî destan kahramanı olan Manas'ın da yaşadığı
bir bölgedir. Ancak burada önemli olan menşe efsanesinin, Göktürklerin
"Ergenekon Destanı"nın ilk şekli olmasıdır. Bütün Türk boylarında derin
izler bırakan bu destan, içinde tarihî olayları barındırması bakımından
da dikkate değerdir. Destan özetle şöyledir:

"Türk illerinde Göktürk oku ötmeyen, Göktürk kolu yetmeyen bir yer
yoktu. Bütün kavimler birleşerek Göktürklerden öç almaya yürüdüler.
Türkler çadırlarını, sürülerinin bir yere topladılar. Çevresine hendek
kazdılar, beklediler. Düşman geldi. Vuruş başladı. On gün vuruştular,
Göktürkler üstün geldi." Düşman, Türkleri er meydanında
yenemeyeceklerini anladığından hileye başvurur ve Göktürkleri gafil
avlayıp, çadırlarını basar. Büyük bir katliam gerçekleşir. İl Han'ın
küçük oğlu Kayan (Kıyan) ve yeğeni Tukuz (Negüz) kadınlarıyla birlikte
düşmanın elinden kaçar ve onların bulamayacağı bir yere "Ergenekon" a
(Sarp Dağ Beli) gelirler. Burası geçit vermez, sarp dağlarla çevrili
orta yeri düz, verimli bir ovadır. Burada bir müddet sonra nüfusları
gittikçe çoğaldığında, birbirine akraba, ayrı ayrı "oba"lar
oluşturdular. Nihayet dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri
Ergenekon'a sığamaz oldu. Kurultay toplayıp, Ergenekon'dan çıkma
kararına vardılar. Çıkış için tek bir geçit vardı fakat burası da
demirdendi. Bir demirci ustasının fikriyle demir dağ büyük bir ateş
yakılıp, devasa körüklerle harlandırılarak eritildi. Nihayet, Börteçene
(Bozkurt) adlı bir başbuğun liderliğinde, Türkler Ergenekon'dan çıkıp
bütün dünyaya yayıldılar.

Özetlenen bu destan, İlhanlı tarihçisi Reşideddin tarafından
nakledilirken, araya Moğollar da serpiştirilerek, büyük ölçüde tahrif
edilmiştir. Ancak destanda geçen motifler ve çağrıştırdıkları olaylar,
destanın Göktürklere ait menşe efsanelerinin tekamül etmiş hâli
olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Börteçene, Göktürklerin
soylarını dayandırdıkları Asena gibi mübarek ve yol gösteren bir
kurttur. Hun birliği dağıldıktan sonra, destanın girişinde belirtildiği
gibi, Türkler Altay dağları civarına çekilmişler ve bir müddet
Juan-Juanlar'ın hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Demircilikte ileri
giden Göktürkler, Juan-Juan hükümdarının "Sizler demircilikle uğraşan
kölelerimsiniz" diye aşağılanmalarını hazmedemeyerek, onlara savaş
açmışlar ve yaklaşık dört yüz yıl süren suskunluktan sonra, 545 yılında
büyük bir zafer kazanarak istiklâllerinin temelini atmışlardır.
Reşideddin'in de Camiü't-Tevarih'te yazdığı üzere, Ergenekon'dan çıkış,
bir bayram olarak kutlanmış, önce Türk kağanı, ardından beyler, bir
parça demiri ateşe salıp kızdırdıktan sonra, örs üstünde çekiçleyerek,
Ergenekon'u Türk an'anesinde canlı tutmuşlardır.

Göktürk hükümdarlık ailesi Aşına soyundan gelmekteydi. Yukarıda ifade
ettiğimiz efsanelere göre Aşına soyu dişi bir kurttan türemişti ve bu
inanış sebebiyle de Göktürk Devleti alâmeti, altından kurt başlı sancak
olmuştur. Ergenekon efsanesi, Hun devletinin yıkılmasından sonra,
Türklerin yaşadığı zorlukları anlatmaktadır. Dolayısıyla, tarihen
yaşanmış olaylar, Göktürklerin, Hun devletinin bir devamı olarak ortaya
çıktıklarının bir delilidir. Nitekim devlet yapılanmasının Hunlarla
aynı olması da bu fikri kuvvetlendirir.

BİRİNCİ GÖKTÜRK KAĞANLIĞI

Göktürkler'in tarih sahnesine çıktıkları sıralarda Orta Asya Moğol
asıllı Juan-Juanların hâkimiyetinde idi. Göktürkler de Altay dağları
civarında, önemli bir siyasî güç hâlinde onlara bağlı olarak
yaşıyorlardı. Bu esnada geleneksel sanatları demircilikle uğraşan
Göktürkler, Juan Juanların silâhlarını imal etmekteydiler. Göktürkler,
daha 534 yıllarında Çin ile diplomatik ilişkiler kuracak güce
erişmişlerdi. Bu sıralarda başlarında Bumın bulunuyordu. Bumın, bir
Türk boyu olan Töleslerin isyanını bastırması karşılığında Juan Juan
Kağan'ının kızı ile evlenmek istedi. Ancak bu isteğinin kabaca geri
çevrilmesi üzerine Bumın, üst üste vurduğu darbelerle onların bütün
topraklarını ele geçirmiş ve kağanlarını da öldürmüştür. 552 yılında
meydana gelen bu olayla Göktürk devleti de kurulmuş oluyordu. İl-Kağan
ûnvanını alan Bumın, devletinin merkezî olarak da, Büyük Hun devletinin
merkezinin bulunduğu Ötügen'i (Orhun ırmağının hemen batısı) seçti.

Türk devlet geleneğine göre devlet doğu ve batı olmak üzere iki kanat
hâlinde teşkilâtlanmaktaydı. Devletin batı kanadı doğunun yüksek
hâkimiyetini tanımak durumundaydı. Bumın doğuda kağan olduğu zaman,
küçük kardeşi İstemi de Yabgu unvanıyla devletin batı kanadının başına
geçti. (552-576). Bumın Kağan'ın devleti kurduğu yıl içerisinde ölmesi
üzerine yerine oğlu Ko-lo (Kara) kağan olmuştur. Ancak O'nun da erken
ölümü ile kısa süren kağanlığının ardından, Bumın' ın diğer oğlu Mukan
Kağan'ı (553-572), devletin doğu kanadının başında görüyoruz. Onun
zamanında İstemi Yabgu batı kanadını yönetmeye devam etmiştir. Mukan
Kağan, devleti daha da güçlendirerek, hâkimiyetini genişletmiş ve Çin
üzerinde baskı kurmuştur.Devletin batı kanadını idare eden İstemi
Yabgu, kısa zamanda, Altayların batısını Isık göl ve Tanrı dağlarına
kadar hâkimiyeti altına aldı. batıdaki faaliyetleri sonucunda, Orta
Çağ'ın en büyük iki devleti Sasani ve Bizans imparatorlukları ile
ilişkiler kuruldu. İpek Yolu'nu ellerinde tutan Akhun (Aftalit)
devleti, Sasanilerle iş birliği yapılarak ortadan kaldırıldı.
Toprakları Ceyhun nehri (Amuderya) sınır olmak üzere iki devlet
arasında paylaşıldı (557). Böylece Göktürkler egemenliklerini Kuzey
Hindistan'daki Keşmir bölgesine kadar uzatacaklardır.

Göktürkler'le Sasaniler'in arası İpek Yolu meselesinden dolayı bozuldu.
Sasanilere karşı Bizans ile iş birliğine yönelen İstemi, İstanbul'a bir
elçilik heyeti gönderdi. İmparator II. Justinos tarafından kabul edilen
bu heyet, aynı zamanda Orta Asya'dan Doğu Roma'ya giden ilk resmî
heyetti (568). Bizans da ipek ticaretinde Sasaniler'in aracılığından
memnun değildi. Bu sebeple Göktürklere karşı bir elçilik heyeti
göndererek iki devlet arasında ittifak yapıldı (571). Bu ittifak
neticesinde 571 yılında 19 yıl sürecek olan Sasani-Bizans savaşları
başlamıştır. Bu savaşlar her iki devleti de sarsmış ve İslâmiyet'in
İran'da yayılıp yerleşmesinde büyük rol oynamıştır. Dünya tarihinde çok
önemli gelişmelere yol açan bu duruma, İstemi'nin batı siyasetinin
katkısı büyüktür.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:11 pm
Mukan Kağan'ın 572 yılında ölmesi üzerine Göktürk tahtına kardeşi
Ta-po geçti. Ağabeyinden sağlam bir devlet düzeni devralan Ta-po, daha
çok kültür meseleleri ile uğraşmıştır. O'nun zamanında, Çin edebiyat ve
fikir eserleri Türkçeye tercüme edilmiştir. Ta-po devri Göktürk
kağanlığının en parlak devri olmakla birlikte çöküşün de başladığı
devirdir. O kağanlığın kendi idaresinde bulunan doğu kanadını ikiye
ayırarak doğu tarafındaki kısma kardeşi Ko-lo'nun oğlu İşbara'yı,
batıdaki kısma küçük kardeşi Jo-tan'ı tayin etti. Ayrıca Türk töresi
ile çelişen Budizm'i benimsemiş olması hata olarak kabul edilmektedir.
Çünkü büyük sürülere sahip olan atlı ve savaşçı Türklerle, et yemeyen,
hayvanları bile öldürmeyen Budistler'in temel inançlarının uyuşmasının
hiç imkânı yoktu.

Göktürk Kağanlığının doğu kanadında bu zayıflama belirtilerinin
görüldüğü bir sırada batı kanadının başında bulunan İstemi Yabgu öldü
(576). İstemi'nin yerine kağanlığın batı kanadının başına oğlu Tardu
geçti (576- 603). Kağanlığın doğu kanadında ise Ta-po Kağan'ın 581
yılında ölmesi üzerine yerine kardeşinin oğlu İşbara kağan oldu.
İşbara'nın kağanlığı devrinde, batı kanadında görev yapan Tardu,
ihtirası yüzünden doğunun üstünlüğünü tanımaması üzerine devlet 582
yılında resmen ikiye ayrılmış oldu.

DOĞU GÖKTÜRK KAĞANLIĞI

İşbara'nın kağanlığı zamanında Çin'in Doğu Göktürk Devleti üzerinde
baskısını artırdığını görüyoruz. Onun 587 yılında ölümünden sonra, başa
geçen kağanlar zamanında bu baskı ve Çin'e has entrikalar artarak devam
etmiştir. Devlet Şi-pi Kağan devrinde (609-619) toparlanır gibi olmuş
ise de, onun ölümü ile Çin tehdidi kendini tekrar göstermiştir. Nihayet
Kie-li, kağanlığı zamanında, 630 yılında yapılan bir savaşta yenildi ve
yakalanarak Çin'e gönderildi . Bu tarih, Doğu Göktürkleri'nin
istiklalinin de sonu kabul edilir.

630 yılında başlayan Çin hâkimiyeti yarım yüzyıl sürdü. Bu süre
içerisinde Çin'e karşı birçok ayaklanma gerçekleşmesine rağmen,
bunların hepsi Çinliler tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştır.
Bunlar içerisinde en dikkat çekeni, Kürşad isimli bir Türk prensinin 39
arkadaşı ile kalkıştığı ayaklanmadır. Bu ayaklanma hepsinin kahramanca
ölümü ile sonuçlanmıştır. Ancak bu tür hareketler, Türklerin hürriyet
ve istiklâl arzularını sürekli canlı tutmuştur.


BATI GÖKTÜRK KAĞANLIĞI

582 yılında ikiye ayrılan bu iki Göktürk kanadı, hâkimiyet mücadelesi
yüzünden birbirlerinin düşmanı hâline gelmişlerdi. Batı Göktürkleri'nin
başında bulunan İstemi Yabgu'nun oğlu Tardu, bir yandan doğuya
üstünlüğünü kabul ettirmek için uğraşırken, bir yandan da batıda yeni
fetihlere girişmişti. Bu faaliyetleri neticesinde Maverâünnehir ve
Harezm bölgesi yanında Ötügen, Kuzeybatı Moğolistan ve Kaşgar'a kadar
hâkimiyetini genişletti. Ancak Tardu, Göktürk birliğini sağlamak için
çok şiddetli davranıyordu. 601 yılında Çin başkenti yakınlarında
yapılan savaştan sonuç alınamaması pek çok Türk ve yabancı kavimlerin
isyanına sebep oldu. Tardu, bu isyancılar ile baş edemeyerek 603
yılında tarih sahnesinden çekildi. Tardu'dan sonra Batı Göktürkleri'nde
iç karışıklıklar uzun yıllar devam etti. Bir ara Tardu'nun torunu olan
Tong-Yabgu zamanında (619 -630) devlet nizamı sağlanmış ise de 630
yılında bir mücadelede ölmesi, Batı Göktürklerinin sonunu
hazırlamıştır. 630 yılı Göktürk tarihî için kara bir yıl olmuş, her iki
Göktürk devleti de aynı yıl içerisinde Çin'e bağlanmıştır.


İKİNCİ GÖKTÜRK KAĞANLIĞI

630 yılında başlayan 50 yıllık esaret döneminde Çin, Türk kavimlerini
durmadan yerinden oynatır, parçalar ve böler. Yapılan ayaklanmalar da
çok kanlı bir şekilde bastırılır. Ancak bu baskı ve şiddet dönemi
Türklerin millî benliklerini yok edemez. Aksine Türklerdeki millî şuuru
daha da perçinler. Türklerin bu devirde içine düştükleri hüzün ve
kederin, acıklı ve ibret dolu ifadelerini Orhun Kitabeleri'nde görmek
mümkündür.

II. Göktürk Kağanlığı, baskı ve zulüm devirleri ardından 681 yılında
Göktürk hanedan soyu Aşına'dan gelen Kutlug tarafından kuruldu. Kutlug,
az zamanda akıl hocası Tonyukuk ile kağanlığı, Ötügen başkent olmak
üzere yeniden teşkilâtlandırmıştır. Bu sebeple Kutlug Kağan'a
İl'i=devleti derleyip toplayan manasına İlteriş ûnvanı verildi. Ordu ve
diplomasi işlerini Bilge Tonyukuk'a bırakan İlteriş Kağan, kardeşi
Kapagan'ı da şat tayin etti. Devlet kurulduktan sonra, elli yıllık
esaret hayatının acısını çıkarmak ve Türklerin kırılan gururlarını
tamir etmek için Çin'e karşı sayısız akınlar yapıldı. Hatta bu
akınların birinde 23 Çin şehrinin tahrip edildiği ve Okyanus'a kadar
ulaşıldığından bahsedilmektedir. Orhun Kitabeleri'nde İlteriş Kağan'ın
en büyük destek ve yardımcılarından birinin eşi İlbilge Hatun olduğu
belirtilmektedir.

İlteriş Kağan 692 yılında öldüğü zaman Göktürk Devleti eski haşmet ve
gücüne erişmiş bulunuyordu. Yerine biri 8 yaşında Bilge, diğeri 7
yaşında olan Kül Tigin adlı oğullarının yaşlarının küçüklüğü sebebiyle,
kardeşi Kapagan, kağan oldu (692-716). Kapagan Kağan devri, fetihlerin
devam ettiği ve Türk birliğinin kurulduğu bir devir olmuştur. Kapagan,
bu birliği gerçekleştirmek için gerektiğinde çok şiddetli davranmıştır.
Bu sebeple Kırgızlar, Türgişler ve Basmıllar itaat altına alınmış,
Karluklar ve Oğuzlar cezalandırılmıştı. Ayrıca onun zamanında tarım
reformu ve tohum ıslahı gibi hareketlere de girişilmişti. Bu amaçla
gelişmiş Çin tarımının tekniklerinin uygulanması için Çin ile
savaşılmıştır.

Kapağan Kağan 716 yılında öldüğü zaman şiddet politikasının bir
neticesi olarak devlet içerisinde büyük karışıklıklar baş gösterdi.
Yerine geçen oğlu İnal bu meselelerle baş edecek kabiliyette olmadığı
için idareyi İlteriş'in oğulları Bilge ve Kül Tigin almak zorunda
kaldılar. Her ikisi de amcaları Kapagan'ın kağanlığı zamanında önemli
devlet görevlerinde bulunmuşlar ve başarı göstermişlerdi. Bilge, şat
ûnvanı ile devletin Batı ( Sol) kanadının başında bulunmuştu. 716
yılında Bilge, Kağan olunca küçük kardeşi Kül Tigin, ağabeyinin yerine
devletin batı kanadının başına geçti. Kül Tigin aynı zamanda ordunun
düzenlenmesi işini de üzerine almıştı. Babalarının başveziri olan Bilge
Tonyukuk tecrübeli bir devlet adamı kimliği ile aynı görevine devam
etti. Eski Türk devlet anlayışına göre iyi bir kağanın başlıca iki
özelliği olmalıydı: Bilgelik ve alplik. Bu iki kardeşten Bilge Kağan,
bilgelikle; Kül Tigin ise alpliği, cesareti ile şöhret kazanmıştır.

Bilge Kağan zamanında devlet, eski güç ve itibarına kavuştu. Çin ile
ittifak hâlinde olan güçlü Moğol kabileleri ve Basmılların oluşturduğu
tehdit ortadan kaldırıldı . Böylece doğuda ve batıda kağanlık sınırları
doğal sınırlarına kavuşmuş oldu. Bilge Kağan devri (716-734), İkinci
Göktürk Devleti'nin en parlak devri olmuştur. Bu başarılar, üç Göktürk
büyüğünün; Tonyukuk, Bilge ve Kül Tigin'in azim, gayreti ve hepsinden
önemlisi uyumlu çalışmaları ile elde edilmişti. Önce Tonyukuk'un 725,
sonra Kül Tigin'in 731 yılında ölümü üzerine, iki büyük yardımcısını
kaybeden Bilge Kağan da 734 yılında öldü. Bu üç Türk büyüğü adına ayrı
ayrı dikilen kitabeler, bu çağın ölmez hatıralarıdır.

Göktürk Kitabeleri'nde de söylendiği gibi, küçükler, büyükler gibi
yaratılmadığı için, Bilge Kağan'dan sonra gelen Türk devlet adamları da
bilgisiz ve kötü olmuşlardı. Ayrıca Dokuz Oğuzlar yani Uygurlar,
Karluklar ve Basmıllar gibi Türk kavimleri de güçlenmişlerdi. İşte 743
yılında bu üç Türk kavminin, Basmıl Türklerinin başkanlığında toplanıp,
Göktürk Devleti'ni yıkmalarıyla Göktürk devri de sona
ermiştir.Başlangıçta yalnızca akın ve savaşlar için kurulmuş gibi
görünen Göktürk Kağanlığı, artık VIII. yüzyılda, bir kültür devleti
olma yoluna girmişti. Ayrıca Türkçe konuşan ve kendilerini birbirine
yakın hisseden bütün Orta Asya halklarını bir araya getirmişti .
Göktürklerin kurup geliştirdiği yüksek devlet anlayışı Orta Asya Türk
boylarının kolay kolay hafızalarından çıkmamıştır. İşte bu açıdan
744'te kurulan Uygur devleti Göktürklerin bir devamı gibidir
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:11 pm
bir birlik hâlinde yaşamışlardır. Kasım Han XVI.
yüzyılın başlarında Kazakların tamamını hâkimiyeti altında
birleştirmeyi başarmıştır. 17. yüzyıl başlarında Tevkel Han zamanında
güçlerini daha da artıran Kazaklar, Maveraünnehir'e başarılı bir sefer
düzenlemişlerdir. Bu dönemde Kazaklar, üç orda hâlinde (cüz = yüz)
teşkilâtlandırılmışlardır.

Bunlar Büyük Orda (Ulu Cüz) doğu da, Küçük Orda (Kiçi-Cüz) batıda,
Orta-Orda (Orta-Cüz) ise Taşkent merkez olmak üzere ortada bulunuyordu.
18. yüzyıldaki Kalmuk istilâsı, Özbeklerin kuzeyindeki Kazakları
perişan etmiş ve cüzlerin
birbirinden kopmasına yol açmıştır. Ruslar, Kalmuklar ile Kazakları
birbirine kışkırtarak, onları iyice zayıflatmıştır. Kazak ordalarından
Küçük Orda Hanı Ebulhayr'ın, yardım alma ümidiyle Ruslara taviz
vermesi, Kazakların Rus hâkimiyetine düşmüşlerine sebep olmuştur
(1731). Geri kalan Kazaklar, Kırgızlar ile birlikte Buhara, Hive ve
Hokand Hanlığı etrafında toplanarak Ruslar'la mücadele etmişlerdir. Rus
zulmüne karşı Kazak Türkleri pek çok defa isyan etmişlerdir. Bunlardan
1783'te Sırım Batur önderliğinde Doğu Kazakistan 'da baş gösteren
ayaklanma 15 yıl sürmüştür. 19. yüzyılın ikinci yarısında Ruslar,
Kazakların siyasî birliğine son vermişlerdir. Sovyetler döneminde de
Kazaklara karşı baskılar ve asimilasyon devam etmiştir.

6- KIRGIZLAR

840'ta Orhun-Yenisey'deki Uygurları yıkan Kırgızlar önce Karahıtay ve
ardından da 13.yüzyılda Moğolların hâkimiyetinde yaşamışlardır.
Timurlular dönemine ait haklarında bir bilgi bulunmamaktadır. 16
yüzyılda ise başlarında Cengiz soyundan Halil Sultan'ın bulunduğu
bilinmektedir. Kırgızların kâvmî teşkilâtı, bugünkü şeklini 17.
yüzyılda almıştır. Bu dönemde Kırgızlar, Sağ ve Sol olmak üzere iki
kola ayrılmışlardı. Kırgızlar, Sayan bölgesinde oturdukları eski zamana
ait uruğ (kabile) adlarını korumakla beraber diğer Türk toplulukları
ile de kaynaşmışlardır. Meselâ bunlardan, devlet tecrübesi olmayan bazı
Altay ve Yenisey Türkleri. Kalmuklar ile karışarak Oyrat adıyla
anılmışlardır. Umumiyetle Kazak hanlarının hâkimiyetleri altında
yaşayan Kırgızlar, onlarla birlikte, 17. yüzyılın sonlarında Moğol
asıllı Kalmuklara karşı savaşmışlardır. Kalmuklar ile olan savaş,
dünyanın en uzun lirik destanı olan Kırgızların millî destanları
Manas'ın oluşmasını sağlamıştır..

Hokand Hanlığı'nın kuruluşunda Özbekler yanında Kırgız ve Kazaklar da
yer almıştır (1710). Orta Asya'da Kalmuk istilâsı Kazak ve Kırgızları
yıpratmış, Rusya ve Çin bundan faydalanarak onları boyunduruk altına
almaya çalışmıştır. Sovyet döneminde Bişkek merkez olmak üzere Karakol
bölgesi, Fergana ve Hokand'ın bazı bölgeleri ile Oş ve Pamir'in
kuzeyini içine alacak şekilde Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
kurulmuştur. Bu devlet 1991 yılında diğer Türk Cumhuriyetleri ile
birlikte bağımsızlığını ilân ederek Kırgızistan Cumhuriyeti hâlini
almıştır.


7- DOĞU TÜRKİSTAN (KAŞGAR HANLIĞI)

Uygur ve Karahanlıların üzerinde kurulduğu Isık göl, İli Havzası ve
Doğu Türkistan'ın bir bölümü Çağatay Hanlığı'nın çöküşünden sonra,
Duğlat emirlerinin hâkimiyetine girmişti. Timur'dan sonra kendini
toparlayan hanlığın idarecileri, putperest Kalmuk, Oyrat gibi
kabilelere karşı cihat eden Müslüman kimselerdi. Bunlardan biri Veys
Han'dır (1418-1428). Yerine geçen oğlu Esen-Buğa (1429 -1462),
Timurlular ile mücadele etmiştir. 17 yüzyılda bu bölgelerde Hoca adı
verilen yerli kişiler
hâkim idi. Mançu Sülâlesi boyunca (1644-1911) Çin'e bağlanan bölge
halkı daha sonra sık sık Çin'e karşı ayaklanmıştır. Bunlar'dan 1866
yılında başlayan, Yakub Bey (Atalık Gazi) tarafından idare edilen
ayaklanma önemlidir. Türkistan'ın istiklâlini amaç edinen Atalık Gazi,
kendini Kaşgar Hanı ilân ederek önemli başarılardan sonra müstâkil hale
gelmiştir (1874). Fakat Çin,Rus ve İngiliz kıskacına giren Atalık Gazi,
çareyi İstanbul'a elçiler göndererek (1870) Sultan Abdulaziz'e tâbi
olmakta bulmuştur.. Osmanlılar karşılık olarak, o dönemde içinde
bulundukları güç şartlardan dolayı silâh ve iktisadî öğretmenler
göndermekten başka yardım yapamamışlardır. Atalık Gazi'nin ölümünden
sonra ülkesi Çinliler tarafından tekrar işgal edilecektir (1877).


SAFEVİLER (1502-1732)

Devlet, adını Erdebilli (İran) Şeyh Safiyüddin (ölm. 1334)' tarafından
kurulmuş olan Safeviyye Tarikatı'ndan almıştır. Şah İsmail,
Akkoyunluların içinde bulunduğu kargaşadan faydalanarak, gerek
Akkoyunlu ve gerekse Karakoyunlulardan dağınık Türkmen zümrelerini,
propaganda ettiği dinî heyecanın katkısı ile bir araya getirmeyi
başarmıştır. Şah İsmail, çoğunluğu Anadolu'dan gitme Rumlu, Şamlu,
Tekelü, Ustacalu, Dulkadirli, Afşar, Kaçar, Bayburtlu, Varsaklar gibi
Türkmen
aşiretlerinin de desteği ile Tebriz' i zapt ederek Safevi Devleti'ni
kurdu (1502).Akkoyunlular'dan Azebaycan'ı alan Şah İsmail, 1509'da
Bağdat'ı ele geçirdi. 1510 yılında Özbek Hanı Şibani'yi Merv
yakınlarında ağır bir yenilgiye uğratarak sınırlarını Ceyhun nehrine
kadar genişletti. Anadolu'da Şiî propagandasını gittikçe artırması,
Osmanlı Hükümdarı Yavuz Sultan Selim'i harekete geçirdi. 1514 yılında
Çaldıran'da yapılan savaşı kaybeden Şah İsmail, ölümüne kadar (1524)
bir daha toparlanamadı. Yerine geçen Şah Tahmasb (1524 -1576),
saltanatı süresince doğuda Özbekler, batıda da Osmanlılar ile mücadele
etti. Onun ölümü ile bir süre devam eden karışıklıklardan sonra
hükümdar olan I.Abbas dönemi (1587-1628) Safevilerin en parlak
dönemidir. Özbeklere ve Osmanlılara karşı başarılar yanında pek çok
alanda ilerlemeler kaydedilmiştir. Daha sonraki dönemler Osmanlılarla
uzun süren mücadeleler, taht kavgaları ve iç çekişmelerle
geçmiştir.1732 yılında Afşarlar'dan olan Nadir Şah'ın iktidarı ele
geçirmesiyle İran'da Safevi Hanedanı yıkılmış Afşar Hanedanı
başlamıştır. Nadir Şah, doğuda Türkistan ve Hindistan'da büyük fetihler
yapmıştır. 1779 yılında kurulan Kaçar Hanedanı ile İran'da Türk
hâkimiyeti 1925 yılına kadar kesintisiz devam etmiştir.

9- HİNDİSTAN TÜRK SULTANLIKLARI - BABÜRLÜLER

Gur Devleti'nin Kuzey Hindistan'daki Valisi Kutbiddin Aybeg tarafından
kurulmuştur (1206). Lahor ve Pencap'ı da ülkesine katan Aybeg'in
1210'da ölmesi üzerine, oğlu olmadığı için yerine damadı Şemsüddin
İl-Tutmuş, bütün Kuzey Hindistan'ı elinde toplayarak Şemsiyye
Hanedanı'nı kurdu (1211 -1266).

İl-Tutmuş zamanında devleti Delhi başkent olmak üzere, Pencap, Multan,
Lahor yanında kuzeyde Gazne'ye kadar uzanan bölgeleri içine alıyordu.
İl-Tutmuş, Harezmşahlara karşı ülkesini korumuş, Moğolların önünden
kaçan kalabalık Türk kitlelerini kabul ederek Hindistan'ın kuzeyinde
Türk kültürünün gelişmesini sağlamıştır . Halife tarafından Hindistan
Sultanı olarak tanınan İl-Tutmuş, 1236 yılında ölmüştür.Daha sonra
kurulan Balaban Hanedanı döneminde (1266-1290), Moğol saldırıları
durdurulmuş , ülke imar edilmeye çalışılmıştır. Kalaç Türklerinin
Başbuğu Celaleddin Firuz'un iktidarı ele geçirmesiyle başlayan Kalaç
Hanedanı döneminde (1290-1320) Moğollar akınları püskürtülüp, yeni
fetihler gerçekleştirilmiştir.

Kalaçlardan sonra Gıyaseddin Tuğluk tarafından kurulan Tuğluk Hanedanı
bir asra yakın hâkimiyet sürmüştür (1321-1413). Türkistan'da Timur
hâkimiyeti Hindistana Türk göçünün kesilmesine sebep olmuştu. Bundan
dolayı devlet içerisinde yerli güçlerin ağırlığının artmaya başlaması
üzerine Timur, Hindistan'a sefer yapmaya karar verdi. Timur 1398
yılındaki bu seferiyle Hindistan'da zayıflayan İslâm'ı güçlendirmek
istiyordu. Fakat Tuğluklulara ağır bir darbe indirmekle bağımsız
devletçiklerin artmasına zemin hazırlamıştır. Nihayet Delhi'de idarenin
Afganlıların (Seyyid Ailesi) eline geçmesi ile Tuğluk Hanedanı sona
ermiştir (1414). Hind-Türk İmparatorluğu olarak da bilinen Babürlüler
Devleti'nin kurucusu, Timurlular'dan Fergana Beyi Ömer Şeyh Mirza'nın
oğlu Zahüriddin Babür'dür. Renkli bir kişiliğe sahip olan Babür, Türkçe
yazdığı Vekayi adlı hatıratında, kendinin ve askerlerinin Türk olması
ile iftihar etmesine rağmen, kurduğu devleti batılı tarihçiler
tarafından yanlış ve kasıtlı olarak Moğol devleti olarak
adlandırılmaktadır. Babür, 1501 yılında Semerkant'ı ele geçirmesine
rağmen, Özbekler karşısında tutunamayarak 1519 yılında Hindistan'a
gelir. Delhi Sultanı Afganlı Lûdi hükümdarı ile uzun mücadelelerden
sonra, Pencap'ın önemli şehirleri yanında Delhi ve Agra'yı da alarak
devletini kurmuştur (1526).
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:12 pm
Afgan emirlerini, Hindu prenslerini ve yerel hâkimleri mağlûp eden
Babür, Müslüman olmayanlara karşı başarılarından dolayı Gazi unvanını
almıştır (1527). Bir yıl sonra hâkimiyetini Bengal'e kadar uzatan
Babür, 1530 yılında başkent Agra'da ölmüştür. Babür'den sonra yerine
geçen oğlu Hümayun , Hindistan' da önemli fetihlerde bulunmasına rağmen
kardeşleriyle giriştiği iktidar mücadelesini kaybederek Safevilere
sığınmıştır (1540). Ancak bir müddet sonra Delhi'yi geri alarak tekrar
hâkimiyet kurmayı başarır (1555). Onun yerine geçen oğlu Ekber dönemi
(1556-1605) devletin en parlak dönemidir. Ekber yaptığı fetihlerle
Hindistan Yarımadası'nın büyük bir bölümünü hâkimiyeti altında
birleştirdi. Aynı zamanda din, kültür, iktisat alanlarında büyük
gelişmeler kaydedildi. Dış işlerine de önem verilerek, Safeviler,
Özbekler, Osmanlılar ve Portekizliler ile münasebetler kurulmuştur.
Oğlu Cihangir döneminde (1605-1627), İngilizler Hindistanda yer
edinmeye başlamışlardır. Daha sonra gelen Şah Cihan dönemi (1628-1658)
mimarî, sanat ve siyaset alanlarında parlak bir dönemdir. Osmanlılar
ile kurulan yakın münasebetler sonucunda, dünyanın en güzel mimarî
eserlerinden sayılan Tâc-Mahal Türbesi'nin inşasında Osmanlı mimarları
da görev almıştır. Kardeşleri ile yaptığı mücadeleyi kazanarak tahta
geçen Alemgir döneminde (1658-1707), başarılı bir siyasî dönem
geçirilmiştir. Ancak ondan sonra Babürlülerin durumu bozulmuştur.

İç çekişmeler, taht kavgaları, ayaklanmalar birbirini izlemiştir. 1723
yılında devlet, Delhi ve Haydarabad olmak üzere ikiye ayrılmıştır. 1739
yılında İran hükümdarı Nadir Şah'ın Kuzey Hindistan ve Delhi'yi ele
geçirmesinin ardından batılıların ülke üzerindeki baskıları artmaya
başladı . 1766 yılında yapılan Allahabad Antlaşması ile idarî hâkimiyet
İngilizlerin eline geçti. Nihayet, 1858 yılında Hindistan'ın
İngiltere'ye bağlanmasının ardından 1877'de Kraliçe Victoria, resmen
Hindistan İmparatoriçesi ilân edildi.

ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİ VE TÜRKİYE TARİHİ (XIV. YÜZYILA KADAR)

ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİ

Anadolu’nun fethi sonuçları itibariyle, Türk tarihinin en önemli
olaylarının başında gelir. Bu fetih ile, Batı Türklüğü yeni ve ebedî
bir vatana kavuşmuş ve bu vatan toprakları üzerinde Anadolu
Selçukluları, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Türkler Anadolu’ya IV.yüzyıldan başlayarak fasılalarla XI.yüzyıla kadar
sürecek akınlarda bulunmuşlardı. Ancak, 1071 Malazgirt Savaşı’na kadar
aralıklarla devam edecek olan bu akınlar neticeleri itibariyle,fetih
amacı ön plânda tutulmayan akın ve keşif hareketleri olarak
nitelenebilir. Büyük Selçuklu dönemindeki Oğuz-Türkmen akınlarıyla
birlikte Anadolu’nun Türkleşmesiyle neticelenecek fetihler başlamıştır.
Anadolu’ya ilk Türk akını Batı (Avrupa) Hunları döneminde
gerçekleşmiştir. Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra,
Bizans’ın hâkimiyetinde kalan Anadolu’ya, Kafkasları aşarak ulaşan
Kursık ve Basık adlı Hun başbuğları 398 yılında Erzurum, Malatya ve
Çukurova hattını geçerek Kudüs’e kadar akınlarda bulunup, aynı yoldan
geri dönmüşlerdi. Hunlardan sonra, Sabar (Sabir, Sibir) Türkleri
hükümdarları Balak liderliğinde Doğu Anadolu’dan Ankara’ya kadar olan
toprakları vurarak pek çok ganimet elde etmişlerdir (515/16). İlk
Müslüman-Türk Komutanların Akınları: Emeviler ve Abbasilerin hizmetine
giren ilk Müslüman Türk komutanların Bizans’la mücadelesi, Anadolu’ya
yapılan akınların diğer bir devresini oluşturur. Özellikle Abbasiler
zamanında Bizans üzerine yapılan gazalarda Türk komutanları önemli rol
oynamışlardır.

Tarsus- Malatya- Erzurum hattı boyunca gerçekleşen mücadelede Sugur ve
Avasım adı verilen uc(sınır) bölgelerine yerleştirilen Türkler, Batı
Anadolu‘ya kadar uzanan akınlara katılmışlardır(8.-9.yüzyıllar). Bu
akınların başında Afşin, Vasıf et- Türkî, Kayı oğlu Ahmed, Haris, Buğa
gibi Türk komutanlar bulunmaktaydı. Bu seferler neticesinde Anadolu’nun
pek çok bölgesi harap hâle gelmiş, bu durum ileride yapılacak fetihler
için kolaylık sağlamıştır.Oğuz-Selçuklu Akınları: Daha önce yapılan
Anadolu seferleri yurt kurmak amacından uzak, sadece askerî harekâtlar
şeklinde gerçekleşmişti. Selçuklu devrinde başlayan akınlar ise plânlı
ve yurt kurmaya yönelikti. Bu sebeble Oğuz (Türkmen)-Selçuklu akınları
büyük bir öneme sahiptir. Henüz bir devlete sahip olmayan Selçuklular,
güçlü Karahanlı ve Gazneli devletlerinin şiddetli baskısı ve takibi
altında kalmışlardı. Bu zor şartlar sebebiyle Selçuklular yeni bir yurt
arama mecburiyeti duymuşlar ve bu maksatla batıya keşif birlikleri
göndermişlerdir. Böylece Anadolu’ya ilk Selçuklu akınları başlamış
oluyordu.

Çağrı Bey‘in ilk Anadolu Seferi: Maveraünnehir’deki zor durumdan
kurtulmak için Çağrı Bey komutasında Anadolu’ya bir keşif harekâtı
düzenlendi. Çağrı Bey Emrindeki üç bin atlı ile önce Azerbaycan ve
ardından Van, Kars yörelerine girdi (1018). Ermeni kaynaklarının
belirttiğine göre Mızrak, ok ve yaydan oluşan silâhları çekili, beli
kemerli uzun ve örülü saçlı, rüzgâr gibi uçan Türk atlıları karşısında
Bizans Komutanı Senekerim’in gönderdiği kuvvetler yenilgiye uğradılar.
Daha sonra Nahcivan ve Gürcü memleketleri üzerine yürüyen Çağrı Bey,
karşılarında duracak bir kuvvet olmadığını gördü.1021’de geri döndü ve
bu durumu Tuğrul Bey’e iletti. Anadolu’nun yerleşmek için uygun
olduğuna karar verdiler.Tuğrul Bey Zamanındaki Akınlar: Selçukluların
lideri Aslan Yabgu’nun hile ile yakalanıp Kalencer Kalesine
hapsedilmişti. Bunun üzerine Arslan Yabgu’ya bağlı bazı kitleler
Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya göçtüler (1028-38). Daha önce Irak
bölgesine gelen Kızıl Boğa, Göktaş gibi kumandanların idaresindeki
Türkmenlerlerle birlikte bu gruplar Diyarbakır, Mardin, Van ve Erzurum
civarlarında görünüyorlardı. Gürcü ve Ermeni kuvvetlerine karşı başarı
kazanan Oğuzlara engel olmak isteyen Bizans karşı harekâta geçti.
Tuğrul Bey de buna karşılık İbrahim Yınal, Kutalmış ve Musa Yabgu’nun
oğlu Hasan’ı Anadolu‘ya akınlar için görevlendirdi.


PASİNLER SAVAŞI
Bizans ve Gürcü kuvvetleri Pasinler çevresinde akınlarda bulunan Musa
Yabgu’nun oğlu Hasan Bey komutasındaki Selçuklu birliklerini pusuya
düşürdüler. Zap Suyu yöresindeki savaşta Hasan şehit oldu. (1047/8).
Tuğrul Bey bu duruma çok üzüldü. Hasan’ın intikamını almak için İbrahim
Yınal ve Kutalmış’ı görevlendirdi. İki komutan Erzurum’a doğru
ilerlediler. Bizans, Gürcü ve Ermeniler’den oluşan düşmanı Pasinler
Ovası’nda karşılayan Selçuklular büyük bir zafer kazandılar .

(1048). Gürcü Kralı Liparit esir alındı.Pasinler Savaşı düzenli
Selçuklu ordularının Anadolu’da kazandığı ilk büyük savaş olması
sebebiyle önemlidir. Daha önceki devrede mücadele vurkaç taktiği güden
Türkmenler tarafından gerçekleştirilirken, bu savaşta Selçuklu
hanedanına mensup kişilerin komutasındaki ordu kullanılmıştır. Nitekim
Bizans yenilgiyi kabul ederek Selçuklu devletiyle barış anlaşması
yapar. Bu barışa göre Bizans imparatoru, IX. yüzyılda yapılan ancak
sonra yıkılan İstanbul’daki camiyi tamir etmeyi ve burada Tuğrul Bey
adına hutbe okutmayı kabul eder. Ancak vergi vermeyi reddeder.Tuğrul
Bey’in Anadolu Seferi: Vergi ödemeyi reddeden imparatorun Doğu
Anadolu’ya ordu sevk etmesi üzerine Tuğrul Bey bizzat sefere çıkar
(1054). Erciş, Bayburt, Kemah ve Erzincan ele geçirilir.

Malazgirt’i kuşatan Tuğrul Bey, kışın yaklaşması üzerine ordusunu geri
çekerek, Rey‘e döner. Bu seferden sonra Anadolu’nun fethi için Çağrı
Bey’in oğlu Yakutî görevlendirilir (1057). Yakutî Yakutî Sivas’ı alır
ve Kayseri’ye kadar ilerler. Öte yandan Kars ve Ani kuşatılır. Dinar
Bey’e bağlı birlikler de Malatya civarına inerler. Bu akınlar Alp
Arslan zamanına kadar devam etmiştir.

İLK AKINLARIN ÖNEMİ
Anadolu’ya yapılan bu ilk Türk akınları görünüşte kalabalık Türkmen
kitleleri tarafından gerçekleştirilen, düzensiz ve yağmayı amaçlayan
hareketlerdir. Halbuki bu gerçek değildir. Türkmen başbuğları
komutasındaki Türkmen kuvvetleri, belirli bir plân çerçevesinde,
disiplin içinde hareket etmişlerdir. Anadolu’nun içlerine kadar yapılan
akınlarda, Bizans ordularının ikmal yolları üzerindeki şehirler hedef
olarak seçilmiştir. Böylece bölgedeki Bizans savunma gücüne ağır
darbeler vurulmuştur. Bu akınlar, daha sonra gerçekleşecek olan fetih
ve yerleşme hareketlerine uygun bir zemin hazırlanması açısından
oldukça önemlidir.


MALAZGİRT SAVAŞI VE SONRASI
Alp Arslan’ın Büyük Selçuklu tahtına geçmesiyle birlikte, Anadolu’ya
yapılan akınlar tekrar hız kazanmıştır. Nitekim Alp Arslan 1064 yılında
büyük bir orduyla Azerbaycan’a gelir. Gürcistan‘ı tamamen fetheder.
Doğu Anadolu sınırlarındaki Bizans idaresini kabul etmiş bazı Gürcü ve
Ermeni prensliklerini kendine bağlar. Devrin en güçlü surlarına sahip
olduğu için fethedilemez denilen Ani Şehrini ele geçirir (Ağustos 1064).

Ayrıca Kars ve Van da Türkler tarafından alınır.1066 yılından itibaren
Gümüştegin, Afşin, Emir Sanduk gibi ünlü Türk komutanları Anadolu’ya
akınlar düzenler. Bu akınlarda Türk kuvvetleri Orta ve Güney Anadolu’yu
baştan başa geçer ve birçok şehri ele geçirir.Bizans’ın Karşı
Tedbirleri: Bu sırada Bizans iç karışıklıklar ve taht mücadeleleri ile
karşı karşıya idi. Türk akınları karşısında âciz kalan Bizans,
Anadolu’nun elden gitmekte olduğunu görüyordu . Bu kötü gidişe dur
demek için dul imparatoriçe, Kayserili bir general olan Romanos
Diogenes ile evlenmek zorunda kaldı. Böylece Romanos Diogenes (Roman
Diyojen) Bizans’ın yeni imparatoru oldu (Ocak 1068). İmparator
Anadolu’ya geçerek, Selçuklulara karşı büyük bir ordu hazırlamaya
başladı. Daha önce de Anadolu’daki birçok Bizans kaleleri yenilenmiş ve
ordunun ihtiyaçları için zahire ve mühimmat toplanmıştı .Nihayet
imparator Anadolu’ya birbiri ardına iki sefer düzenledi. Ancak Emir
Afşin başta olmak üzere diğer Selçuklu komutanları, bu kalabalık ordu
seferdeyken, Ege kıyılarına kadar birçok akınlar yapmakta , Konya,
Afyon, Denizli gibi şehirleri tahrip etmekteydiler.(1068-69) İmparator
yaklaşan kış sebebiyle İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldı.


MALAZGİRT SAVAŞI
İmparator Diogenes, Türklere son ve kesin bir darbe vurmak istiyordu.
Bu sebeble 200 bin kişilik büyük bir ordu hazırladı. Bu ordu da Ermeni,
Gürcü ve ücretli Frank, Norman, Rus kıt’alarının yanı sıra, Türk
soyundan Uz ve Peçenek kuvvetleri de bulunmaktaydı. Nihayet Bizans
ordusu doğuya doğru sefere çıktı. Bu sırada Alp Arslan, Mısır seferine
çıkmıştı. Henüz Halep kuşatmasında bulunuyordu. Bizans ordusunun
ilerleyişini duyunca süratle geri dönmeye karar verdi. Yaşlı ve yorgun
askerlerini bırakarak emrindeki dinç kuvvetlerle Ahlat’a geldi. Birkaç
kez barış teklif ettiyse de bunu Alparslan’ın korkusuna yorumlayan
Romanos Diogenes, barışı reddetti. Artık savaş kaçınılmazdı.Devrin
kaynaklarına göre Bizans’ın 200 binlik ordusuna karşı, Selçuklu
kuvvetleri 50 bin kadardı. Bizans ordusundaki Peçenek ve Uz askerleri,
karşılarındakinin Türk olduğunu görünce Selçuklu tarafına geçmişlerdi .
İki ordu Malazgirt Ovası’nda mevzilendi. İslâm ülkelerinin her
köşesinde, Alp Arslan’ın zafer kazanması için hutbe okunuyor, dua
ediliyordu. Nihayet Alp Arslan ordusu ile cuma namazını kıldıktan sonra
askerini oldukça etkileyen, coşkulu bir konuşma yaptı; şehit düşerse
üstündeki beyaz elbisenin kefeni olduğunu, onunla gömülmesini vasiyet
etti. Sonra eski Türk geleneğine uyarak atının kuyruğunu bağladı ve
ordusunun başına geçti. (26 Ağustos 1071)Alp Arslan sayıca çok üstün
olan Bizans kuvvetlerine karşı Türk savaş taktiği olan „Turan
taktiği“ni başarıyla uyguladı. Askerlerin bir kısmı savaş alanının iki
yanındaki tepelerde pusuya yattı. Diğer kuvvetler düşmana saldırdı ve
kaçar gibi yaparak geri çekildiler (sahte ric’at). Türklerin bozguna
uğradığını zanneden Bizans kuvvetleri disiplinsiz bir şekilde Selçuklu
kuvvetlerini takibe başladı ve merkezden epey ayrıldılar.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:12 pm
Pusuya doğru çekilen Bizans ordusu, bu tuzağı geç fark etti. Geri
çekilmeye çalıştıkları sırada Ermeniler ve yedek kuvvetler savaş
alanından kaçtılar. Tam anlamıyla çembere alınan Bizans ordusu, akşama
kadar süren Türk hücumlarıyla âdeta yok edildi. İmparator yaralı olarak
ele geçirildi (26 Ağustos 1071).Alp Arslan, imparatorun umduğunun
aksine, ona çok iyi muamele etti; saygı gösterdi. Aralarında yapılan
anlaşmaya göre, imparator kurtuluş akçası (fidye) karşılığında serbest
bırakılacaktı. Ayrıca Bizans’ın elindeki bütün Müslüman esirler
salıverilecek ve Selçuklulara yıllık vergi ödenecekti.

Ancak Türk askerlerinin eşliğinde memleketine gönderilen Romanos
Diogenes tahtından indirildi. Gözlerine mil çekilerek hapse atıldı.
Yerine geçenler bu anlaşmayı tanımadılar. Bunun üzerine Türk
komutanlara Anado-lu’nun fethinin tamamlanması emri verildi.

MALAZGİRT ZAFERİNİN ÖNEMİ VE SONUÇLARI
Malazgirt Zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya
tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Malazgirt Zaferi
sonucunda Anadolu’nun kapıları kesin olarak Türklere açılmış oluyordu.
Böylece Anadolu’nun, Türklerin ebedî vatanı olması için en büyük adım
atılmıştır. Zaferden sonra Anadolu’da irili ufaklı birçok Türk devleti
kurulmuş, Türkiye Cumhuriyetine kadar uzanan Türkiye tarihi
başlamıştır. Bu zaferle, Türklerin İslâm dünyasındaki prestiji ve
liderliği daha da güçlenmiştir. Malazgirt Zaferi, Avrupa’da da derin
izler bırakmıştır.

Bizans’ın yenilmesi üzerine kendilerini de tehlikede gören Hristiyan
Avrupa, Türklere karşı ittifaklar oluşturmuşlardır. Haçlı ittifakı
aslında bu zafere bir tepki olarak doğmuştur. Haçlı Seferleriyle Türk
ilerleyişi durdurulmak istenmiştir . Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun
kapıları ardına kadar açılmış idi. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi
safhası başlamış ve kısa süre zarfında Türkler Anadolu’da çoğunluğu
sağlamışlardır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde irili ufaklı Türk
devletleri ortaya çıkmıştır.


ANADOLU’DA DENGELERİN TÜRKLER LEHİNE BU DENLİ HIZLA DEĞİŞMESİNİN SEBEPLERİ NELERDİ?

a- Bizans idaresindeki Anadolu’nun durumu:
Bizans idaresinde yaşayan halk yönetimden memnun değildi. Çünkü Bizans
özellikle köylülere ağır vergiler yüklüyor ve Ortodoks mezhebinden
olmayanlara baskı uyguluyordu . Ayrıca aralıklarla süren İran, Arap ve
Türk akınları halkın daha batıya göç etmesine yol açmıştı. Kısacası
savaşlar, yönetimin baskısı ve salgın hastalıklar nedeniyle nüfus
oldukça azalmıştı.

b-Türk göçleri:
Seyhun ötesindeki kalabalık Türkmen (Oğuz) kitleleri, Selçuklular
tarafından Anadolu’ya sevk edilmekteydi. yerli nüfusun âdeta terk
ettiği Anadolu toprakları, tarım ve hayvancılığa elverişliydi . Bu
sebeple Türkmenler, aileleri, hayvanları ile birlikte Anadolu
yaylalarına yerleştiler. XIII. yüzyıldaki Moğol baskısı sebebiyle
ikinci bir göç dalgası yaşandı. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi
tamamlanmış oldu.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:14 pm
TÜRKİYE’DE KURULAN İLK TÜRK DEVLETLERİ

Malazgirt Zaferi’nden sonra yapılan anlaşmaya Bizans’ın yeni yönetimi
uymayınca, Sultan Alp Arslan komutanlarına Anadolu’nun tamamen
fethedilmesi emrini vermişti. Alp Arslan’ın yerine geçen Melikşah
zamanında da bu fetih hareketleri devam ettirildi. Kutalmışoğlu
Süleymanşah ve kardeşi Mansur gibi hanedan üyeleri ile Artuk Bey,
Tutak, Danişment Gazi, Mengücek, Ebulkasım gibi komutanlar emrindeki
Türkmenlerle Anadolu içlerine akınlar düzenlediler. Anadolu’nun fatihi
olan bu değerli komutanlar veya oğulları hâkim oldukları bölgelerde
kendi devletlerini kurdular.Bu devletler, Anadolu’da kurulan ilk Türk
devletleridir. Melikşah’ın ölümünden sonra (1092) bu Türkmen beylikleri
daha bağımsız hareket etmişlerse de çoğu siyasî bakımdan Irak
Selçuklularına bağlıydılar. Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli rol
oynayan ilk Türk devletleri, genellikle küçük, mahallî devletlerdi.
Ancak Saltuklular, Danişmentliler, Mengücekler ve Artuklular
diğerlerinden daha güçlü idi. Zamanla Türkiye (Anadolu) Selçukluları,
bu devletler üzerinde hâkimiyetini kurarak, Anadolu’da Türk birliğini
sağlamıştır.


1- DANİŞMENTLER (1072-1178)

Sivas merkez olmak üzere Tokat, Niksar, Amasya ve Kayseri civarında
kurulmuştur. Devletin kurucusu Melikşah'ın komutanlarından Danişment
Gazi Ahmed Bey'dir. Rivayete göre Türkmenlere öğretmenlik yaptığı için
Dânişmend Gazi diye anılan Ahmed Bey,Türkiye Selçukluları Sultanı
Süleymanşah’ın ölümüyle nüfuzunu daha da artırdı. Ankara, Kastamonu,
Çankırı’yı ele geçirdi. I.Kılıçarslan ile beraber Haçlılara karşı
savaştı ve Antakya Haçlı Prensi Bohemond’u esir ederek Malatya’yı ele
geçirdi. Yerine geçen oğlu Gazi Bey zamanında devlet en güçlü devrini
yaşamıştır (1104).

Öyle ki Türkiye Selçukluları ve Bizans’ın iç işlerine müdahale eder
oldular. Gazi Bey, Haçlılardan Konya’nın geri alınmasına (1116) ve taht
mücadelesinde desteklediği I.Mesud’un burada sultan ilân edilmesine
yardım etti. Danişmentliler, her zaman Haçlılara ve Bizans’a karşı
başarılar kazanmışlar ve fethettikleri toprakların Türkleşmesini
sağlamışlardı. Bu sebeple Türkiye Selçukluları, Türkler arasında
itibarı çok fazla olan Danişmentlileri en büyük rakipleri olarak
görmüşlerdir. Nitekim taht mücadelelerinden faydalanan II.Kılıçarslan,
Danişmentli şehirlerini ele geçirerek bu devlete son vermiştir (1178).


2- SALTUKLULAR (1072-1202)

Beyliğin merkezi olan Erzurum ve civarı, Alp Arslan’ın komutanlarından
Ebûlkasım Saltuk tarafından fethedilmişti . Oğlu Ali Bey ise devletin
asıl kurucusu sayılır. Ali Bey’in oğlu İzzettin Saltuk zamanında
Saltuklular en güçlü dönemlerini yaşamışlardır (1132-1174). Bayburt,
Kars, Oltu, İspir, Tercan ve Trabzon havalisi beyliğe dahil edilmiştir.
İzzettin Saltuk, bölgedeki diğer Türk beyleri ile iş birliği yaparak
Gürcülere karşı başarılı savaşlar yaptı. Ayrıca Trabzon Rumlarıyla da
mücadele etti. Gürcüler üzerine sefere çıkan Türkiye Selçukluları
hükümdarı II.Süleyman Şah, Saltuklu Beyi Melikşah’tan Erzurum’u alarak
bu devlete son vermiştir (1202).


3- MENGÜCEKLER (1072-1228)

Alp Arslan’ın komutanlarından emir Mengücek, Erzincan ve Kemah
çevresini fethederek bu devletin temelini atmıştır. Beylik hakkındaki
ilk bilgiler oğlu İshak zamanında başlar (1118-1142). Danişmentlilerin
hâkimiyetini tanıyan İshak’ın ölümünden sonra devlet iki kola ayrıldı
(1142). Oğullarından Davud Erzincan ve Kemah’a; Süleyman ise Divriği’ye
hkim oldu.

a- Erzincan-Kemah Kolu; Şebinkarahisar’ı da içine alan bu kol, Alaaddin Keykubad tarafından ortadan kaldırıldı (1228).
b- Divriği Kolu: Bu kol hakkında fazla bir bilgi olmamakla birlikte,
1250 yılına kadar Selçuklu hâkimiyeti altında varlığını sürdürdüğü
bilinmektedir.Mengücekler zamanında özellikle Erzincan ve Divriği birer
kültür ve ticaret merkezi durumuna gelmiştir.

4- ARTUKLULAR (1101-1409)

Devlet adını Oğuzların Döğer boyundan Eksük-oğlu Artuk Bey’den alır.
Anadolu’nun fatihlerinden olan Artuk Bey, hizmetlerinden dolayı Suriye
Meliki Tutuş tarafından Kudüs valiliğine getirilmişti. Ancak Kudüs’ün
Fatımîlerin eline geçmesi üzerine (1098) Artuk’un oğulları Sökmen ve
İl-Gazi burada tutunamadılar. Suriye’nin kuzeyi ve Güneydoğu Anadolu
bölgesine geldiler. Selçuklular tarafından kendilerine verilen bölgede,
üç kol hâlinde, Artuklu devletini kurdular. Hasankeyf-Amid (Diyarbakır)

Artuklu Kolu (1101- 1231): Artuk Bey’in oğlu Sökmen tarafından
Hasankeyf’te (Hısn-ı Keyfâ) kuruldu. Nurettin Mehmet zamanında,
Selahaddin Eyyubî‘nin de yardımıyla Diyarbakır (Amid) ele geçirildi
(1183) ve burası Artukluların merkezi oldu. Eyyubîler Hasankeyf ve
Amid’i ele geçirerek bu kola son verdiler (1231).

Sökmen ve oğulları Haçlılar’a karşı mücadeleleriyle ün kazandılar.
Nitekim Sökmen, Türkmen liderlerinden Çökürmüş ile birlikte, Urfa Haçlı
Kontu II.Boudain’i esir etmeyi başarmıştır.Artuklular zamanında
Diyarbakır ve çevresi Türk kültürünün en önemli merkezi hâline
gelmişti.Mardin Artuklu Kolu (1108-1409)rtuklu şubeleri içerisinde en
güçlü ve uzun ömürlü kolu oluşturur . Artuk Bey’ in diğer oğlu İl-Gazi
tarafından Mardin’de kurulmuştur(1108). İl-Gazi Halep halkının isteği
üzerine Halep’e girmiş ve oğlu Temurtaş’ı burada bırakmıştır. Oğlu
Temur- taş, İl-Gazi gibi bölgedeki Haçlılarla mücadele etmiş; 1144’de
Urfa’yı Haçlılardan alması İslâm dünyasında sevinçle
karşılanmıştır.Güçlü devletler arasında kalan Mardin Artukluları,
Eyyubîler ve Selçukluların hâkimiyetini tanımışlardı. 1243’ de ise
İlhanlılar’a bağlandılar . Nihayet, Mardin’i alan Karakoyunlular bu
devlete son verdiler (1409). Harput Artuklu Kolu (1185-1234): Hasankeyf
koluna hükümdar olamayan Ebûbekir, Harput’a gelerek, Harput Artuklu
kolunu kurmuştur (1185). Alaaddin Keykubad’ın Harput’a girmesiyle bu
kol sona ermiştir (1234).


5- SÖKMENLİLER (110-1207)

Sultan Alp Arslan’ın yeğeni Kutbettin İsmail’in komutanlarından Sökmen
El -Kutbî tarafından, Van Gölü havzasında kurulmuştur. Sökmen, Müslüman
Mervanoğulları’ndan Ahlat’ı alarak burayı merkez yaptığından bu beyliğe
Ahlat Şahlar veya Ermen Şahlar da denilmektedir. Son Sökmen beyi
İzzettin Balaban zamanında idare Eyyubîler’in eline geçmiştir. (1207)

Togan-Arslanoğulları-Dilmaçoğulları (1084-1394)Bitlis-Erzen
dolaylarında kurulmuştur. Beyliğe adını veren Dilmaçoğlu Mehmet Bey,
Malazgirt Savaşı’na katılmış komutanlardandır. 1104 yılında başa geçen
Mehmet Bey’in oğlu Togan Arslan, büyük bir üne sahipti. Bu sebeple
kendi soyundan gelen Erzen beyleri için Togan-Arslanoğulları denmiştir.
Gürcü ve Haçlılarla mücadele eden bu beylik, oldukça uzun ömürlü
olmuştur. Selçuklulardan sonra Harzemşah ve İlhanlı hâkimiyetine
girmişler; Akkoyunlular tarafından beyliğe son verilmiştir (1394).


6- İNANOĞULLARI (1103-1183)

Diyarbakır ve çevresinde kurulmuştur. Suriye Selçuklu meliki tarafından
Amid (Diyarbakır) valiliğine getirilen Tuğ Tegin, Haçlılarla mücadele
için ayrıldığı şehri Türk beğlerinden İnal’a vermişti. İnal Bey 1103’de
Amid’de kendi hükûmetini kurdu. Yaklaşık 80 yıl süren beylik, Amid’in
Selahaddin Eyyubî tarafından ele geçirilmesiyle sona ermiştir (1183).
İnaloğulları, Amid’de(Diyarbakır) birçok eser bırakmıştır. Onlar
zamanında şehirde 40 bin ciltlik bir kütüphane kurulmuştur.

7- ÇUBUKOĞULLARI (1085-1113)

Beyliğe adını veren Emir Çubuk, Anadolu’nun fethinde ve özellikle
Amid’in (Diyarbakır) ele geçirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bir ara
Selçuklular adına Amid askerî valiliğine de getirilen Emir Çubuk,
Harput merkez olmak üzere Palu, Arapkir ve Çemişkezek’te kendi
hükûmetini kurmuştur. Oğlu Mehmed Bey zamanında Artuklu Belek Gazi,
Harput’u ele geçirerek beyliğe son vermiştir (1113).


8- ÇAKA BEY (1081-1097)

İzmir ve çevresinde kurulduğundan İzmir Beyliği olarak da anılır.
Oğuzların Çavuldur boyuna mensup olan Çaka Bey, uzunca bir müddet
kaldığı İstanbul’dan kaçarak, İzmir’ e gelmiş ve burada beyliğini
kurmuştur (1081). Bizans tahtını ele geçirmek için Peçeneklerle ittifak
kurmuşsa da amacına ulaşamamıştır. Ancak oluşturduğu donanma ile
Midilli, Sakız, Sisam, Rodos gibi Ege adalarını ele geçirmiştir . Bu
güçlü düşmandan kurtulmak isteyen Bizans, damadı olan I.Kılıçarslan’ı
aleyhine
kışkırtmıştır. Bir rivayete göre Kayınpederi Çaka Bey’i yanına çağıran
I. Kılıçarslan, onu hileyle öldürtmüştür. Ancak bazı kaynaklarda Çaka
Bey’in ölmediği ve Bizans donanmasının kuşatmasındaki İzmir’i teslim
ettiği yazar (1097).Çaka Bey, Anadolu’daki ilk Türk denizcisi, kurduğu
donanma ise ilk donanma olarak kabul edilmektedir.


9- TANRIVERMİŞOĞULLARI

Çaka Bey’in İzmir’de hâkimiyetini kurduğu yıllarda Tanrı-bermiş adlı
bir Türk komutanı da ele geçirdiği Efes’te beyliğini kurmuştu.
Bizans’ın sahil bölgelerine yolladığı donanma Efes’i ele geçirince bu
beylik de ortadan kalkmıştır ( 1097).


10- İNANÇOĞULLARI (1262-1335)

Kurulduğu yerden dolayı Lâdik -Denizli Beyliği adıyla da bilinir. Bu
bölge Malazgirt Savaşı’ndan kısa bir süre sonra Türkleşmiştir. Nitekim
Denizli bölgesine 200 bin çadır halkının yerleştiğini dönemin
kaynakları yazar. 1262 yılında Selçuklulara karşı ayaklanarak, İlhanlı
hâkimiyetine geçen Mehmet Bey, devletin kurucusudur. Mehmet Bey’in
torunu olan İnanç (Yinanç) Bey, beyliğe ismini vermiştir.
Germiyanlıların ilhakıyla İnançoğulları beyliği sona ermiştir (1335).

TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ

Malazgirt Zaferi’ni takip eden yıllarda, Selçuklu komutanları emrindeki
Türkmenlerle birlikte Anadolu’nun büyük bir kesiminde fetih
hareketlerine girişmişlerdi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi özellikle
Doğu ve Güney doğu Anadolu bölgelerinde birçok Türk devleti kurulmuştu.
Orta ve Batı Anadolu akınları ise Artuk Bey ve Tutak tarafından
yönetilmekteydi. Ordusu Malazgirt’te büyük ölçüde dağılmış, taht
mücadeleleri ile çalkalanan Bizans, bu akınlara karşı koyacak güçten
yoksundu. Artuk Bey’in bölgeden ayrılmasından sonra, Süleyman Şah ve
kardeşleri, Melikşah tarafından Anadolu’nun fethiyle
görevlendirildiler. Böylece Türkiye Selçuklu-larının temeli atılmış
oldu.Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşuürkiye Selçuklularının
kurucusu olarak bilinen Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuklu hanedanına
mensuptu. Dedesi Arslan Yabgu, hile ile Gazneliler tarafından
yakalanıp, tutsak alınınca, Selçuklu tahtına yeğenleri Tuğrul ve Çağrı
Bey geçmişti. Arslan Yabgu’nun ailesi bu olayı hiçbir zaman unutmadı.

Nitekim Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış, Alp Arslan’ın hükümdarlığını
kabul etmeyerek isyan etmiş ve savaş sırasında ölmüştü(1063). Melikşah,
Kutalmış’ın oğullarını Anadolu’nun fehtinde görevlendirerek, hem bu
ailenin gönlünü almış hem de merkezden uzaklaştırarak, olası bir taht
mücadlesinin önüne geçmiş oluyordu. Ayrıca Arslan Yabgu’ya bağlı
Türkmenler de bu yolla, Anadolu’ya sevk ediliyordu.Kutalmışoğlu
Süleyman Şah ve kardeşleri Mansur, Alpdilek ve Dolat, önceleri Fırat
ırmağı boylarında ve Urfa civarında fetihlerde bulundular. Bizans’ın
elindeki Antakya’yı kuşatarak, burayı vergiye bağladılar (1074).
Süleyman Şah daha sonra Batı Anadolu’ya yönelerek Bizans’a karşı
topraklarını genişletir. İstanbul’un yanı başındaki İznik’in fethiyle
burası merkez yapılır ve böylece Türkiye Selçukluları fiilen kurulmuş
olur (1075).Süleyman Şah’ın, devletin sınırlarını Üsküdar ve Kadıköy’e
kadar genişlettiğini duyan Türkmenler akın akın Anadolu’ya göçüyor,
ülkede Türk nüfusu sür’atle çoğalıyordu. Onun adil yönetimi, Müslüman
olmayan kitleleri de kendine çekiyordu. Bizans’ın köle muamelesi
yaptığı köylüler, Selçuklu yönetimi altında hürriyetlerini kazanıyor,
toprak sahibi oluyorlardı. Bizans tahtına geçen Aleksi Komnen, her
geçen yıl itibarını ve topraklarını artıran Süleyman Şah ile bir
anlaşma imzalamak zorunda kalır (Dragos Anlaşması) . Anlaşmaya göre
Selçuklular, İstanbul Boğazı’nı terk ederek Dragos Suyu’na çekilecek,
karşılığında ise Bizans’tan vergi alacaktır (1081).Süleyman Şah, Bizans
ile anlaşma yaptıktan sonra yeniden Doğu seferine çıktı.

Ermeniler’in elindeki Antakya’yı ele geçirdi (1084). Antakya ile
beraber Çukurova’nın tamamı Selçuklu hâkimiyetine girdi . Antakya’dan
vergi alan Halep emiri Şerifüddevle, bu durumu kabul etmeyerek Süleyman
Şah ile savaştı. Ancak savaş alanında öldü. Süleyman Şah Halep’i
kuşattı. Kendi hâkimiyet sahasındaki Halep’in kuşatılması üzerine
Suriye Selçuklu Meliki Tutuş, Artuk Bey‘le beraber harekete geçti.
Haleb yakınında yapılan savaşta Süleyman Şah yenildi. Üzüntüsünden
kendi hayatına kıydı (1086).

Sultan Melikşah, kendine bağlı beylerin birbiriyle mücadele etmesinin
Selçuklu hâkimiyetini sarsabileceği endişesiyle duruma müdahale etmek
üzere Suriye’ye gelir ve neticede hanedan üyelerinin hak talep ettiği
Antakya, Halep ve Urfa’yı merkeze bağlar. Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın
oğulları Kılıçarslan ve Kulan Arslan’ı (Davud), yanına alarak, geri
döner. Böylece Anadolu Selçukluları Melikşah’ın ölümüne kadar merkezden
gönderilen komutanlar tarafından idare edilmek istenir. Fakat bu
maksatla Anadolu’ya gönderilen Porsuk ve Bozan bunu başaramazlar.
Sultan Melikşah’ın vefat etmesi üzerine, Kılıç Arslan ve kardeşi 6
yıldır gözetim altında bulundukları İsfehan’dan Anadolu’ya dönerler
(1092).
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:14 pm
I.Kılıçarslan, İznik’te tahta çıkarak, Türkiye Selçuklularının
hükümdarı olur. Büyük Selçuklu Devleti ile gizliden gizliye sürdürülen
hâkimiyet mücadelesi Melikşah’ın ölümüyle aşikâr bir hâl almış ve
Türkiye Selçukluları artık müstakil hareket etmeye başlamıştır.
I.Kılıçarslan, kuvvetli bir donanma inşa eden Çaka Bey’in kızını
alarak, onunla ittifak kurdu.
Ancak Bizans’ın kışkırtmasıyla, Anadolu hâkimiyetine engel gördüğü Çaka
Bey’i daha sonra ortadan kaldırdı (1093). Marmara kıyısında oluşturduğu
donanma ile güçlenen I.Kılıçarslan, Bizans’a yöneldiği esnada kendisini
Haçlılar gibi büyük bir tehlike bekliyordu. Vatan kurma aşamasında olan
Selçuklular Haçlı seferleriyle büyük bir darbe yedi. Batı Anadolu ve
Marmara elden çıktı.Selçuklular iç bölgelere çekilmek zorunda kaldılar.
Kalabalık Haçlılar karşısında şehirler harap hâle geldi; sayısız can ve
mal kaybı oldu. Suriye, Mısır ve Filistin’de birçok şehir Haçlıların
eline geçti. İlk Haçlı Seferi: Bizans İmparatoru Aleksi Komnen, Türk
ilerleyişini durdurmak için Papa II.Urban’dan yardım istemişti. Papa
bir çağrıda bulunarak Türklere karşı harekete geçilmesini sağladı.
Böylece Haçlı seferleri başlamış oluyordu. Piyer L’hermit
liderliğindeki sayıları yüz binleri bulan çapulcu ve düzensiz
kitlelerden oluşan ilk Haçlı grubu İstanbul’a ulaştı(1096). Bu sırada
I.Kılıçarslan, Danişmentlilere karşı Malatya kuşatmasında bulunuyordu.
Haçlı ordusunun geldiğini duyunca hemen geri döndü. İlk Haçlı
kitlesinin tamamına yakını sultanın kardeşi Davud tarafından yok
edildi. Ancak arkadan gelen ve sayıları yüz binleri bulan asıl Haçlı
ordusu İznik’i ele geçirdi (17 Haziran 1097). I.Kılıçarslan Haçlı
ordusunu Eskişehir (Doreleon) yakınında karşıladı. Onları bozguna
uğrattıysa da sayıları oldukça fazla olan Haçlılar karşısında geri
çekilmek zorunda kaldı. Bundan sonra Haçlılara karşı vur kaç taktiği
uygulandı. Yıpratma savaşıyla Haçlılara büyük zayiat verdiriliyordu.

Ancak Konya, Urfa, Antakya gibi şehirlerin düşmesine engel olunamadı.
Nihayet Haçlılar, Fatımîlerin elindeki Kudüs’e ulaştı ve burayı işgal
ettiler(15 Temmuz 1099). Haçlılar ele geçirdikleri yerlerde, Haçlı
kontluklarını kurdular.I.Kılıçarslan’ın Ölümü: İlk Haçlı seferinin bu
şekilde neticelenmesinden sonra, I. Kılıçarslan, Anadolu Türk birliğini
sağlamak için tekrar doğuya sefer düzenler. Kendine rakip gördüğü
Danişmentliler üzerine yürür. Elbistan, Maraş ve Malatya’yı alır.
Hâkimiyet sahasını Musul’a kadar genişletir. Bunun üzerine Irak ve
Suriye Selçukluları telâşa kapılırlar. Çavlı idaresindeki Büyük
Selçuklu ordusu ile I.Kılıçarslan birlikleri karşı karşıya gelir.
Artuklu İl Gazi ve Suriye Meliki Rıdvan’ın da katılmasıyla daha da
kalabalıklaşan orduya karşı koyamayan I.Kılıçarslan savaşı kaybeder.
Geri çekilirken Habur ırmağında boğulur. (1107)I.Kılıçarslan’ın
ölümüyle, Anadolu‘da hâkimiyet Danişmentlilerin eline geçmiştir. 1110
yılında I.Kılıçarslan’ın kardeşi Şehinşah tahta oturur. Ancak kardeşi
I.Mesud, Danişmentlilerin de desteğini alarak, onunla mücadele eder ve
Konya’da tahta çıkar(1116). İznik’in düşmesinden sonra artık Türkiye
Selçuklularının yeni başkenti Konya olmuştur.

Selçukluların içinde bulunduğu durumdan faydalanmak isteyen Bizans,
Gürcü ve Ermeni kuvvetleri Türklere karşı harekete
geçmişlerdir.Danişmentli Emir Gazi’nin ölümü üzerine (1134), Sultan
Mesut tekrar güç kazandı ve birliği sağlamayı başardı. Bizans
İmparatoru Manuel Komnen ile Konya yakınlarında yapılan savaşta
Selçuklular büyük bir zafer kazandılar (1146). Ancak bu sırada II.
Haçlı ordusu yola çıkmıştı.Musul Atabeyi İmadeddin Zengi Urfa’yı
Haçlılardan kurtarınca (1144), II. Haçlı Seferi düzenlenmiştir. Seferin
başında Alman Kralı III. Konrat ve Fransa Kralı VII. Lui bulunmaktaydı.
Ceyhan yakınlarında yapılan savaşta III. Konrat hezimete uğrar ve
İznik’e çekilir. VII. Lui de Yalvaç yakınında Türklerin anî hücumuna
uğrar, Antalya’ya kaçar. Oradan Kudüs’e geçer (1147). Haçlılar’a karşı
kazanılan bu başarılar, Selçukluların itibarını daha da artırır.Sultan
I.Mesud daha sonra Ermeni işgalindeki Maraş’ı ele geçirir. Çukurova’da
hâkimiyeti sağlar. Danişmentli Beyi Yağı-basan’ı kendine bağlar.
Böylece I.Mesut öldüğünde Anadolu’da siyasî birlik sağlanmış oluyordu.
(1155).

II.KILIÇARSLAN ZAMANI
I.Mesut ölmeden evvel ülkeyi üç oğlu arasında taksim etmiş, fakat taht
için II.Kılıçarslan’ı vasiyet etmişti. II.Kılıçarslan sultan olduğunda
öncelikle, kardeşleriyle mücadele eder. Bu sırada gittikçe güçlenen
Musul Halep Atabeyi Nurettin Mahmut’un güney sınırlarındaki
faaliyetlerini önler. Karışıklıklardan faydalanarak Maraş’ı ele geçiren
Ermenileri buradan çıkarır. Kardeşi Şehinşah’ı destekleyen
Danişmentliler Bizans ile anlaşır. II. Kılıçarslan, nüfuzunu artırmak
için Saltuklu Beyi’nin kızıyla evlenmek ister. Ancak Danişmentli
Yağı-basan gelin adayını kaçırır. Bu yüzden Selçuklular, Yağı-basan’ın
üzerine yürür, fakat yenilirler (1162).

Danişmentliler ile yaptığı ittifakı bozmak için II.Kılıçarslan
İstanbul’a gider ve Bizans’ın Danişmentlilere verdiği desteğin
kesilmesini sağlar. Artuklular ile girdiği mücadeleden de zayıf düşen
Danişmentlilerin şehirlerini teker teker ele geçirir. Nihayet Malatya
ve Sivas’ı da ele geçiren II.Kılıçarslan, Danişmentlilerin hâkimiyetine
son verir (1178).Miryakefalon Savaşı: Bizans, II.Kılıçarslan ile
yapılan anlaşmayı bozarak, tekrar Danişmentlileri desteklemeye
başlamıştı. Ayrıca anişmentlilerden alınan bazı şehirlerin kendine
verilmesini istiyordu . Dolayısıyla Selçuklularla savaşmak için
bahaneler aramaktaydı. Gerçek sebep Selçukluların Anadolu’da siyasî
birliği sağlaması ve Türklerin gittikçe güçlenmesiydi. Nitekim II.
Kılıçarslan‘ın barış teklifini reddeden imparator Manuel, 100 bin
kişilik bir ordu hazırladı. Manuel‘in maksadı işgalci olarak gördüğü
Türklerden Anadolu’yu tamamen temizlemek ve onları Orta Asya’ya kadar
sürmekti! İstanbul’dan çıkan Bizans ordusu Konya‘ya doğru yola çıktı.
Türkmen beyleri bu kalabalık fakat hantal orduya yol boyunca küçük
çaplı saldırılarda bulunarak,onları yıpratıyordu. Bizans ordusu,
Homa-Sandıklı-Dinar arasında Miryakefalon adı verilen sarp ve dar bir
vadiye girdiğinde, Selçukluların tuzağına düştü. II.Kılıçarslan,
çıkışını kestiği vadide Bizans ordusunu ablukaya aldı. Tepelerde
mevzilenmiş okçuların oklarından kaçanlar, süvariler tarafından yok
edilmekteydi.

Miryakefalon Vadisi Bizans askerlerinin cesetleriyle dolmuştu. (Eylül
1176 ). Bu büyük zafere karşılık, Bizans İmparatoru Manuel ile mütevazi
bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Bizans, Eskişehir’de inşa ettiği
mevzileri kaldıracak ve Selçuklulara yüklüce bir savaş tazminatı
ödeyecekti. Bu savaş, yaklaşık yüz yıl önce kazanılan Malazgirt
Savaşı’ndan sonraki en büyük zaferdir.

Miryakefalon Savaşı ile, Anadolu’nun Türklerin vatanı olduğu
onaylanmıştır. Bizzat Bizans kaynaklarının da belirttiği gibi o zamana
kadar Türkleri işgalci olarak gören Bizans, bu zaferle gerçeği görmüş;
Anadolu’nun Türklerin yurdu olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır.
Nasıl ki, Malazgirt Meydan Muharebesi vatan kuran bir savaş olarak
niteleniyorsa Miryakefalon da vatan kurtaran bir savaş olarak
nitelenebilir. Son kez savunmada kalan Türklere karşı artık Bizans
savunma yapmak zorunda kalacaktır. Bu savaş sonuçları itibariyle
Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz ile benzerlik
gösterir. Miryakefalon öncesinde Bizans, Türkleri Anadolu’dan atmayı
plânlamış; İstiklal Harbi’nde de Yunanistan aynı maksadı gütmüştür.
Fakat her iki mücadele sonunda Türklerin, Anadolu’nun tapusunu
ellerinde bulundurduğu gerçeğini, düşmanların tescil etmek zorunda
kalmasıyla neticelenmiştir. Miryakefalon Zaferi’nden sonra Selçuklular,
Batı Anadolu yönünde genişlediler.

II.Kılıçarslan zamanında Selçuklular bölgenin en kuvvetli devleti
hâline gelmişti. İyice yaşlanmış olan sultan ülkesini eski Türk
geleneklerine uygun olarak 11 oğlu arasında paylaştırdı. Küçük oğlu
Gıyaseddin Keyhusrev’i veliaht tayin etti. Fakat henüz sağlığında
oğulları arasında taht mücadeleleri başladı.
Bu esnada III.Haçlı Seferi düzenleniyordu.Selahaddin Eyyubî‘nin Kudüs’ü
ele geçirmesi (1187), üçüncü kez Haçlı seferinin düzenlenmesine vesile
olmuştur. Bu sefere Alman İmparatoru Frederik Barbaros, İngiltere Kralı
Arslan Yürekli Rişar ve Fransa Kralı Filip Ogüst katılmıştır.
Anadolu’ya geçen Frederik Barbaros’a karşı, kardeş kavgası ile uğraşan
Selçuklu ordusu fazla bir direniş göstermedi.

Konya Haçlıların eline geçti . Buna rağmen Türkmen cemaatleri baskınlar
düzenleyerek Haçlı ordusunu oldukça yıpratmaktaydı. Alman İmparatoru F.
Barbaros Silifke Suyu’nda boğulunca ordusu tamamen dağıldı. Böylece
Selçuklular yeni bir Haçlı tehlikesini daha atlatmış oluyordu. Deniz
yoluyla giden diğer krallar da başarı sağlayamadılar. Ancak
II.Kılıçarslan, oğullarının birbiriyle mücadele etmesinden duyduğu
derin üzüntünün neticesinde vefat etmişti (1192).II.Kılıçarslan’ın
ölümünden sonra, Uluborlu hâkimi I.Gıyaseddin Keyhüsrev tahta çıktı.
Ancak kardeşleri onun hükümdarlığını tanımadılar. Batıda Bizans ile
mücadele ettiği sıralarda, Tokat meliki olan ağabeyi II.Süleyman Şah
güçlenmekteydi.

CELALEDDİN HARZEMŞAH İLE MÜCADELE VE YASSI-ÇEMEN SAVAŞI

Moğol istilâsına uğrayan ülkesini terk etmek zorunda kalan Celaleddin
Harzemşah, Doğu Anadolu bölgesine gelmişti. Alaaddin Keykubad, Moğol
tehlikesinin büyüklüğünü bildiğinden Eyyubiler’den sonra Harzemşah
Celaleddin‘e de ortak hareket etme teklifinde bulundu. Ancak
Celaleddin, kendisini Büyük Selçukluların vârisi gördüğünden, Türkiye
Selçukluları’nı hâkimiyeti altına almak istiyordu. Selçukluların
Erzurum hâkimi Cihanşah’ın da kendine katılması ve kışkırtmaları onu
daha da cesaretlendiriyordu. Nitekim Ahlat’ı kuşatarak niyetini
göstermiştir. Alaaddin Keykubad, veziri Altun Aba’yı göndererek, son
kez anlaşmak istediğini bildirdi.Fakat bu teşebbüsler sonuç vermeyince
savaş hazırlıklarına girişildi.

İhtiyatlı davranan Keykubad rakibini önemsiz görmüyordu. Her iki
tarafın ordusu da yaklaşık 40 bin kişiden oluşmaktaydı. İki ordu
Erzincan yakınlarındaki Yassı-çemen mevkiinde karşılaştı. Ordusunun
büyük bir kısmını kaybeden Celaleddin Harzemşah, bu acı mağlûbiyetten
sonra Trabzon Rumlarına sığınmak zorunda kaldı (1230). Ülkesine dönmek
isteyen Celaleddin bir yıl sonra öldü. Müttefiki Cihanşah esir edildi,
Erzurum ele geçirildi. Ahlat , tekrar Eyyubi emirine iade
edildi.Celaleddin Harzemşah’ın yenilmesiyle artık Selçuklular ve
Moğollar komşu olmuşlardı. Harzemşah ordusundan geriye kalanları da
hizmetine alan Keykubad, bir yandan Doğu Anadolu’daki tedbirleri
artırırken, öte yandan Moğollarla anlaşma yapmak istiyordu. Bu sebeple
Karakurum’daki Moğol Hakanı Ögeday’a elçi gönderdi. Ögeday,
Selçukluların kendine bağlanmasını barış için şart koşmaktaydı.Doğu
Anadolu’yu tamamen ele geçiren Keykubad, buralara Türk nüfusu
yerleştirmekteydi. Eyyubiler’e bıraktığı Ahlat’ı da alarak buraya
Türkleri yerleştirdi (1232). Bunun üzerine Eyyubîler ittifakı bozarak
Anadolu’ya ordu gönderdiler. Ancak Selçuklular bu orduyu mağlûp etti.
Urfa, Harran , Harput gibi şehirler Eyyubiler'den alındı (1235 ). Moğol
tehlikesine dikkati çeken Abbasi halifesi iki tarafı da ikna etti.
İttifak tekrar kuruldu. Ancak elçilere verdiği ziyafet sırasında
zehirlenen Alaaddin Keykubad 1237 yılında vefat etmiştir.

Alaaddin Keykubad zamanı, her açıdan Selçuklular’ın en parlak dönemini
oluşturur. Anadolu‘daki Türk siyasî birliği tamamen gerçekleşmiş,
devlet en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Ülkenin dört bir yanında imar
faaliyetleri hız kazanmıştır. Uzak görüşlülüğü sayesinde Moğol
tehlikesi onun zamanında atlatılmştır. Ancak zamansız ölümü,
Selçuklular ve İslâm dünyası için gerçek bir kayıp olmuştur.Türkiye
Selçuklu Devleti’nin Dağılması: Keykubad’dan sonra Selçuklu tahtına
II.Gıyaseddin Keyhüsrev geçti (1237-1246).

Ancak asıl güç veziri Saadeddin Köpek’te idi. Bu vezir türlü hilelerle
büyük komutan ve devlet adamlarını öldürttü. Bunlar arasında
II.Kılıçarslan ve Keykubad devrinde üstün hizmetleri bulunanan
Altun-Apa, Emir Pervane ve ünlü komutan Kemalettin Kâmyar ilk akla
gelenlerdir. Harzem Beylerinden Kayır Han’ın katledilmesi ise tam bir
felâketle sonuçlanmıştır. Liderlerinin öldürülmesi üzerine Harzemşah
askerleri isyan ederek Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını tahrip
ettiler. Nihayet bu olayların sorumlusunun Saadeddin Köpek olduğunu
anlayan II.Keyhüsrev, vezirini öldürttü (1239). Celâleddin Karatay ‘ı
vezirliğe getirdi.Babaîler İsyanı: Devlet otoritesinin sarsılması
üzerine Doğu ve Güneydoğu’daki Türkmenler huzursuzlanmışlardı. Devlet
Türkmenlere karşı şiddetli tedbirler alınca Türkmenler patlamaya hazır
hâle gelmişlerdi. Baba İshak adındaki derviş bu durumdan faydalanarak,
Türkmenleri etrafında topladı ve büyük bir isyan başlattı .
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:15 pm
Üzerine gönderilen orduları yenen isyancı Türkmenler, Adıyaman ve
Maraş’tan sonra Amasya ve Tokat’a kadar isyanı yaydılar. Nihayet
Kırşehir dolaylarında Selçuklu ordusu, Türkmenleri yendi. Baba İshak’ın
öldürülmesiyle, isyan güçlükle bastırılabildi (1240).Kösedağ Savaşı :
Baba İshak İsyanı, devlet otoritesinin ve gücünün daha da zayıflamasına
yol açmış idi .Bu isyana kadar, Türkiye Selçuklularından çekinen
Moğollar, artık devletin bir isyanı karşılamaya bile gücünün
yetmediğini düşünmeye başladılar. Bir Moğol ordusu, Erzurum’u
kuşatarak, şehri yağma etti. Böylece Selçuklular’ın kuvvetini sınayan
Moğollar, istedikleri sonucu alınca Anadolu’ya Baycu Noyan komutasında
bir ordu gönderdiler.

II.Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğol ordusunu Sivas-Erzincan arasındaki
Kösedağ mevkiinde karşıladı. Selçuklu ordusunun 80 bin kişiyi bulan
kuvveti karşısında, Baycu Noyan’ın 30 bin iktisadî bulunmaktaydı. Bu
sayı üstünlüğüne rağmen, Selçuklu ordusu iyi yönetilmemekteydi. Henüz
öncü kuvvetlerin yenilmesi üzerine, sultan ve komutanlar savaşın
kaybedildiğini düşünerek, savaş bölgesinden kaçtılar. Moğollar bile,
Selçukluların taktik gereği çekildiklerini zannederek uzun süre onları
takip etmediler (1243 ).Kösedağ Savaşı’ndan sonra Moğol orduları Sivas,
Erzincan ve Kayseri’yi zapt ederek, bu kültür merkezlerini
yağmaladılar; katliamlara giriştiler. II.Gıyaseddin Keyhüsrev, her yıl
vergi vermek suretiyle Baycu Noyan ile bir anlaşma yaptı. Böylece
Selçuklu Devleti, Moğolların hâkimiyetine girmiş oluyordu.
Selçuklulara bağlı olan Anadolu’daki beylikler ve Trabzon Rumları
bağlarını kopardı. Moğollar bu dönemden sonra istedikleri kişiyi
Selçuklu tahtına getirmeye başladılar. Artık Selçuklu sultanları âdeta
onların memuru gibi hareket etmeye başladılar. Ülkede dirlik düzenlik
kalmamıştı. Türkiye Selçukluları’nın Son Zamanları ve Devletin
Yıkılışı:1246’da Keyhüsrev öldü, üç oğlu arasında taht mücadelesi
başladı. Bu esnada vezir Celaleddin Karatay ülkeyi toparlamaya
çalışmaktaydı. Karatay’ın da ölmesi üzerine karışıklık iyice arttı.
Moğollların büyük hanı Kubilay, batı seferleri için kardeşi Hülagu’yu
görevlendirmişti. Hülagu, İran merkez olmak üzere İlhanlı Devleti’ni
kurmuştu. Böylece Türkiye Selçukluları da İlhanlılara bağlanmış
oluyordu. Vezir Karatay’ın ölümü üzerine Hülagu, Anadolu’ya Baycu Noyan
komutasında ikinci bir ordu yolladı (1254). Hülagu’nun emriyle Selçuklu
ülkesi, Kızılırmak sınır olmak üzere ikiye bölündü. Kızılırmak’ın
doğusu IV.Kılıçarslan’a; batısı ise II.İzzeddin Keykavüs’e bırakıldı.
Ancak asıl yönetim vezirliğe getirilen Muîniddin Süleyman Pervane’ de
idi. Muîneddin Pervane, ölene değin devletin bütün gücünü elinde
toplamıştır. Bu nedenle 1262-1277 yılları arasına Muîniddin Pervane
Devri de denilmektedir. Çok kurnaz bir politikacı olan bu kişi, olumsuz
davranışlarına rağmen, halkı bir ölçüde rahatlatmış idi. Bir taraftan
İlhanlıları oyalayarak, onların Anadolu’ya girmelerini önlerken, diğer
yandan İlhanlılar’a karşı Memluklular’ı gizlice ülkeye davet etmekteydi.

Memlûk Türk Hükümdarı Baybars, Moğollara ilk yenilgiyi tattıran kişi
olmuştu (1260). Muîniddin Pervane gibi Anadolu’daki bir kısım beyler de
onu Anadolu’ya davet etmekteydiler. Aralarında yapılan gizli görüşmeye
göre Sultan Baybars Anadolu’ya geldiğinde Selçuklu beyleri de
kendilerine katılacak ve İlhanlılarla mücadele edilecekti. Baybars
ordusuyla Anadolu’ya girdi. Fakat İlhanlılardan çekinen Muîniddin
Pervane ve beyler Baybars’ı karşılamadılar. Elbistan Ovasında yapılan
savaşta Moğol ordusu büyük bir yenilgiye uğratıldı (1277 ). Kayseri’ye
giren Sultan Baybars, Selçuklu tahtına oturdu . Fakat kendisini yardıma
çağıranlar, yanına gelmediği için burada daha fazla kalmadı . Ülkesine
geri döndü.

Anadolu’ya giren İlhanlı Hükümdarı Abaka, Elbistan Ovası’ndaki yenilgi
karşısında büyük bir öfkeye kapıldı. Şehirler yağmalandı ve 200 binden
fazla Türkmen katledildi. İkili oynadığını düşündükleri Muîneddin
Pervane de ortadan kaldırıldı (1277 ). Muîneddin’in Pervâne’nin
ölümünden sonra İlhanlılar, devlet işlerine daha çok müdahale etmeye
başladılar. Halk üzerindeki baskılarını da gittikçe artırdılar.
Vezirliğe getirilen Fahreddin Ali (Sahib Ata), İlhanlı baskısını
hafifletmeye çalıştı. Sahib Ata’nın ölümünden sonra (1288) devlet bir
daha toparlanamadı. İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’ın emriyle,
III.Keykubad öldürüldü. Yerine II.Gıyaseddin Mesut getirildi. Bu kişi
İlhanlılar’ın sıradan bir memurundan farksız değildi. Nihayet onun
ölümünden sonra, Selçuklu sülalesi ortadan kalktı. Artık Türkiye
toprakları doğrudan İlhanlı Devleti’ne bağlandı (1308).

İlhanlılar, sınır boyunda yaşayan Türkmen beyleri üzerinde istedikleri
hâkimiyeti kuramamışlardır. Nitekim henüz 1277 tarihinde Karamanoğlu
Mehmet Bey, Selçuklu şehzadesi olduğu iddiasındaki Siyavuş’un (Cimri)
isyanını destekleyerek gücünü göstermiştir. Hatta Selçuklu başkenti
Konya’yı ele geçirerek onu tahta oturtmuştu. İşte bu Türkmen beyleri,
Türkiye Selçuklularının çöküntüye uğradığı zamanlarda, özellikle sınır
boylarında faaliyetlerini artırmışlardır. Böylece Selçuklu Devleti’nin
yerine, içlerinde Osmanlıların da bulunduğu yeni beylikler kurulacaktır.

Anadolu Selçuklularının Hâkimiyetinden Sonra Kurulan Türkmen Beylikleri
Uc Teşkilâtı ve Uc’larda Hayat: Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu,
sürekli olarak Türkmen (Oğuz) göçlerine sahne olmuştur. Kalabalık
kitleler hâlinde gelen Türkmenler, Bizans sınırına kaydırılmıştır.
Böylece hem daha önce yerleşen halkın toprakları korunmuş, hem de
Bizans’a karşı mücadele eden Türkmenler sayesinde sınırlar
genişletilmiştir. Bu siyaset, Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli rol
oynamıştır. XIII. yüzyılda Moğolların baskısıyla Anadolu’ya gelen
Türkmenlerin de sınır boylarına yerleştirilmesiyle uc hayatı gittikçe
önem kazanmıştır.Türkiye Selçukluları devrinde Bizans sınırına uc (uç)
adı verilmekteydi.

Sinop, Kastamonu, Bolu, Eskişehir, Kütahya, Denizli ve Antalya hattının
doğusunda kalan bölgeler uc (sınır) olarak nitelendirilmiş ve buralarda
uc teşkilâtı oluşturulmuştur. Sınır bölgesine yerleştirilen Türklere
ise uc etrâki (Sınır Türkleri, Türkmenleri) denilmiştir. Uc beyi unvanı
verilen Türkmen aşiretlerinin liderleri, merkezden görevlendirilen
emirlerin sorumluluğu altındaydılar. Meselâ XIII. yüzyılda Yağıbasan
oğulları, Sahib Ata oğulları Selçukluların „Uc Emirleri“ idiler.Uc
beyleri emrindeki Türkmenlerle beraber, Bizans sınırlarına sürekli
akınlar düzenleyerek, onları yıpratmaktaydı. Nitekim kalabalık Haçlı
ordularını da, Selçuklu kuvvetlerinden çok, uc Türkmenleri
hırpalamıştır. Bizans’a karşı yaptıkları akınlarda, serbest hareket
eden Türkmenler, bazen Selçuklu Devleti’ni dahi zor durumda
bırakmışlardır. Ancak Selçuklu idaresi bu beylerin sınır akınlarına
hiçbir zaman müdahale etmemiştir. Bizans’a karşı Türkmenlerin
yaptıkları mücadele, din uğruna yapılan gaza ve cihat olarak
nitelenmekteydi. Bu sebeple uc beylerinin akınlarına gazi-dervişler
(alp-eren), Ahi teşkilâtına mensup esnaf şeyhleri vb. de bizzat
katılmaktaydılar.

Böylece fethedilen bölgeler kısa sürede Türk- İslâm hayatına
geçmekteydi. Bölgede yaşayan gayrimüslim halk Bizans’ın yüklediği ağır
vergilerden ve dinî baskılardan bıktığı için, Türk idaresine daha sıcak
bakmaktaydı. Çünkü uc beyleri onlardan daha az vergi talep ediyor, dinî
yaşantısına karışmıyordu. Bütün bunlar Uc beylerinin gittikçe
güçlenmesini sağlamaktaydı.

BEYLİKLER DÖNEMİ

Türkiye Selçuklularının Moğol tahakkümüne girmesinden sonra uc beyleri
daha bağımsız hareket etmeye başlamıştır. Bu dönemde hem otoritesi
kalmayan Selçuklulara hem de Moğollara karşı mücadele edilmiştir.
Anadolu’daki İlhanlı hâkimiyetinin zayıflamasıyla birlikte Türkmen
beyleri bulundukları bölgelerde bağımsızlığını ilân etmişler ve kendi
beyliklerini kurmuşlardır. Bu döneme Beylikler Dönemi adı da
verilmektedir. Selçukluların zayıflamaya başlamasıyla ortaya çıkmaya
başlıyan Beylikler, İlhanlı hâkimiyetinin bitmesiyle beraber tam
bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Uclarda yer almaları sebebiyle
Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük hizmetleri vardır. Onlardan kalan
kültür mirası, şehirlerimizi süsleyen eserler, günümüze kadar
ulaşmıştır. Anadolu Türk birliğini sağlamak için bu beylikler
birleriyle mücadele etmişlerdir. Nihayet Osmanlı Beyliği gittikçe
güçlenerek, birliği sağlamıştır.

Başlangıçta en küçük beyliklerden biri olan Osmanlıların bu denli
büyümesi, bulundukları coğrafya ve güttükleri siyasetle ilgilidir.
Söğüt ve Domaniç arasında kurulan Osmanlılar, Bizans ile savaşarak
itibarını artırırken, diğer beylikler zamanla uc olmaktan çıkmışlardır.
Bu sebeple genişleme imkânını bulamamışlar ve birbirleriyle mücadele
etmişlerdir.


1- KARAMANOĞULLARI (1256-1487)
Oğuzların Afşar boyuna mensuptular. Selçuklu Sultanı I.Alaaddin
Keykubad tarafından İç-İl’e yerleştirilmişlerdi. Nure Sofı’dan sonra
oğlu Karaman Bey, Afşarların lideri olmuş ve kurulan beylik onun adını
almıştır. 1256’da Ermenek tarafında kurulan beylik Moğollara ve
Selçuklulara karşı amansız mücadelelere girişmiştir. Karamanoğlu Mehmet
Bey, Selçuklulara isyan eden Hatiroğlu ve Şehzade Cimri ile iş birliği
yapmış; Selçuklular’ın elinden Konya’yı alarak, Cimri’yi (Siyavuş)
tahta oturtmuş idi. Mehmet Bey, Farsça konuşan devlet adamlarına ve
Moğollara tepkisini göstermek için, Türkçeyi resmî dil ilân etmesiyle
tanınır.İlhanlıların yıkılmasından sonra Karamanoğulları beyliği gücünü
daha da artırmış, bölgedeki diğer beylikler ve özellikle Osmanlılarla
mücadele etmiştir. İlk Osmanlı-Karaman mücadelesi Alaaddin Ali Bey
zamanında başlamış (1361) ve beyliğin sonuna kadar devam etmiştir.
Fatih tarafından kesin olarak itaat altına alınan Karamanoğulları
(1473), daha sonra oluşturulan Karaman Eyaleti ile merkeze bağlanmıştır
(1487). Karamanoğulları Beyliği, Osmanlıların en güçlü rakibi idi.

Kendilerini, Selçuklular’ın mirasçısı olarak görmekteydiler. Bunu
gerçekleştirmek için Osmanlılara karşı Timur, Memlûkluler ve Bizans ile
iş birliği yapmaktan çekinmemişlerdir. Karamanoğullarının Türk
tarihindeki yeri büyüktür. Onlar her dönemde hürriyet ve bağımsızlığın
sembolü oldular. Anadolu’nun Türkleşmesine ve Türk kültürünün
gelişmesine hizmet ettiler. Ermenek, Konya, Karaman, Niğde vb.
şehirleri büyük eserlerle âdeta süslemişlerdir.


2- GERMİYANOĞULLARI (1300-1429)
Germiyanlı Türkmenleri önceleri Malatya civarında iken, I.Alaaddin
Keykubad zamanında Kütahya havalisine göç etmişlerdir . Germiyan
aşiretinin reisi Alişir Bey ve oğulları Selçukluların hizmetinde
bulunmuştur. I.Yakup Bey zamanında Kütahya merkez olmak üzere Kula,
Simav ve Denizli çevresinde Germiyan Beyliği kurulmuştur (1300).
I.Yakup Bey zamanında Germiyanoğulları sınırlarını Ege’ye kadar
genişletmiş; Bizans’ı vergiye bağlamışlardır. I .Yakup Bey’in ölümüyle
Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Karesioğulları gibi yeni beylikler
ortaya çıkmıştır. Germiyan Beyleri, Osmanlılarla yakın ilişkiler
kurmuşlardır. Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın kızı Devletşah Hatun,
şehzade Yıldırım Bayezid ile evlenmiş; çeyiz olarak Simav, Emet ve
Tavşanlı ve çevresi Osmanlılara bırakılmıştır. Ancak I.Murad’ın
Kosova’da şehit düşmesi üzerine II.Yakup Bey anlaşmayı bozdu. Yıldırım
Bayezid bunun üzerine kayın pederini hapsederek ülkesini topraklarına
kattı (1390) . Osmanlıların Ankara Savaşı’nda yenilmesinden sonra
Timur, diğer beylikler gibi, Germiyanoğulları beyliğini de tekrar
canlandırmıştır(1402). II.Yakup Bey yeniden beyliğin başına geçtiyse
de, yerine geçecek evlâdı olmadığından, ülkesini Osmanlılara vasiyet
etti. Ölümünden sonra Germiyan Beyliği Osmanlılar tarafından ilhak
edildi (1429). Batı Anadolu’nun önemli şehirlerinden olan Kütahya,
sonraları Anadolu Eyaletinin merkezi yapılmıştır.


3- SARUHANOĞULLARI (1300-1410)
Germiyanoğulları komutanlarından Saruhan Bey tarafından kurulmuştur.
Merkezi Manisa olan beyliğin sınırları içerisinde Menemen, Foça ve
Kemalpaşa (Nif) da bulunmaktaydı. Yıldırım Bayezid iç mücadelelerin
sürdüğü beyliğe son verdi. Manisa Osmanlıların şehzade sancağı yapıldı
(1390). Fetret devri esnasında tekrar canlanmak isteyen beyliği, Çelebi
Mehmet kesin olarak ortadan kaldırdı (1410).

romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:15 pm
AYDINOĞULLARI (1308-1426)
Germiyanoğullarının sübaşılarından (ordu komutanı) Aydın oğlu Mehmet
Bey tarafından kurulmuştur. Merkezi Birgi olmak üzere Aydın, İzmir ve
Manisa çevresine hâkim olmuşlardır. Mehmet Bey’den sonra başa geçen
Gazi Umur Bey zamanı, beyliğin en parlak devridir. Kuvvetli bir donanma
kuran Umur Bey, Ege adalarına seferler yapmış , İzmir’i ele geçirmiş
idi (1328). Ancak güçlü bir Haçlı donanmasının işgal ettiği İzmir’i
tekrar kuşattıysa da bu savaşta şehit düştü (1347). Umur Bey’den sonra
Aydınoğulları eski gücünü yitirdi . Yıldırım Bayezid, Karamanlıların
kendisine karşı kışkırttığı beyliği Osmanlı hâkimiyetine aldı(1390).
Ankara Savaşı’ndan sonra İzmiroğlu Cüneyt Bey, Osmanlıların fetret
devri mücadelelerine
katıldı. Nihayet II.Murat tarafından beyliğe son verildi (1426).

5- KARESİOĞULLARI (1293-1359)
Karesi Beyliği’nin kurucusu, Melik Danişment Gazi’nin soyundan gelen
Kalem Bey oğlu Karesi Bey‘dir. Selçuklular tarafından Bizans ucuna
yerleştirilen bu beyler, Germiyanlılarla beraber fetihlerde
bulunmuşlardır. Balıkesir ve çevresininin Bizans’tan alınmasıyla beylik
kurulmuştur. 1302 tarihinden itibaren ele geçirilen Bergama, Edremit,
Susurluk gibi bölgenin mühim yerleşmelerine çok sayıda Türkmen
yerleştirilmiştir. Karesi Bey’in oğulları Demirhan ve Yahşi Bey,
beyliği Edremit ve Balıkesir olmak üzere iki kol hâlinde
yönetmişlerdir. Kısa ömürlü olan beylik Orhan Bey tarafından ortadan
kaldırılmıştır (1359). Hacı İl Bey, Evrenos Bey gibi beyliğin ileri
gelenleri Osmanlılara katılarak büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.


6- MENTEŞEOĞULLARI (1282-1424)
Antalya‘dan gemilerle Muğla kıyılarına çıkan Türkmenler, Menteşe Bey
isimli uc beyi liderliğinde Denizli’ye kadar olan bölgeleri
fethetmişlerdi. Muğla ve Aydın’ın fethiyle beylik kurulmuş oluyordu
(1282). Milas, Fethiye, Denizli bölgelerinin de alınmasıyla Mesut Bey
zamanında Menteşeoğulları en geniş sınırlarına ulaşmıştır (1310).
Yıldırım Bayezid, ünlü Batı Anadolu seferiyle bu beyliğe de son
vermiştir (1390). Ankara Savaşı ile yeniden ortaya çıkan beylik,
Menteşeoğlu İlyas Bey’in ölümünden sonra Osmanlı yönetimine girdi
(1424). Fatih zamanında kesin olarak beyliğe son verildi(1451).
Denizcilikte ileri giden Menteşeoğulları, Güney-Batı Anadolu’nun ve
sahillerin Türkleşmesinde önemli rol oynamışlardır.


7- HAMİTOĞULLARI (1280-1423)
Selçukluların batıdaki uc beylerinden Hamitoğlu İlyas Bey,
beraberindeki Türkmenlerle, Antalya ve Göller Bölgesinde faaliyet
göstermekteydi. İlyas Bey’in oğlu Dündar Bey , önce Uluborlu, sonra da
Eğridir merkez olmak üzere dedesi Hamit Bey’in adıyla anılan beyliği
kurmuştur. Daha sonra beylik Antalya ve Eğridir şubeleri olmak üzere
iki kola ayrılmıştır. Eğridir kolunun başına geçen Dündar Bey, İlhanlı
hâkimiyetini tanımıştır. I.Murat’ın baskısıyla, Hamit Beyi Hüseyin Bey
Akşehir, Beyşehir, Seydişehir ve Yalvaç’ı Osmanlılara satmak zorunda
kalmıştır (1374). Tekeoğulları adıyla da bilinen Antalya koluna ise,
Yıldırım Bayezid tarafından son verilmiştir (1391). Ankara Savaşı’ndan
sonra yeniden canlandırılan beylik, 1423’ de kesin olarak Osmanlıların
hâkimiyetine girmiştir.


8- SAHİTBATOĞULLARI (1288-1342)
Türkiye Selçuklu veziri Sahib Ata’nın (Fahreddin Ali) iktâ’ı olan
Afyonkarahisar ve çevresinde, oğulları tarafından kurulmuştur. Sahib
Ata’nın ölüm tarihi beyliğin başlangıcı olarak kabul edilmektedir
(1288). Nusretüddin Ahmet (İbni Sahib)’in ölümüyle, beylik,
Germiyanoğulları tarafından ilhak edilmiştir (1342).


9- EŞREFOĞULLARI (1280-1326)
Selçuklu uc beylerinden olan Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından Beyşehir
ve Seydişehir taraflarında kurulmuştur . İlk merkezleri Gurgurum iken
daha sonra Beyşehri merkez yapılmıştır. Süleyman Bey’in yerine geçen
oğlu Mehmet Bey, Akşehir ve Bolvadin taraflarını da ele
geçirmiştir.İlhanlıların Anadolu valisi Timurtaş Bey, 1326 yılında
beyliğe son vermiştir. Eşrefoğulları zamanında Beyşehir ve çevresi imar
edilmiştir.


10- ALÂİYE BEYLER
Alaaddin Keykubad tarafından zapt edilen Alâiye(Alanya) şehrinde
(1223), daha sonra küçük bir beylik kurulmuştu. Alaiye beylerinin
Selçuklu hanedanından oldukları söylenir. Alaiye 1293’te Karamanoğlu
Mehmet Bey’in eline geçti. Alaiye’deki Karaman beyleri Memlûklerin
hâkimiyetini tanımıştı. Nihayet şehir 1427’de Memlûklere satıldı.
Alaiye Beyleri kendileri ve Memlûkler adına para bastırdılar. Bu
paralardan, ilk Alaiye Beyi’nin Savcı olduğu anlaşılmaktadır. Gedik
Ahmet Paşa Alaiye’yi ele geçirerek, şehri Osmanlı idaresine katmıştır
(1462).Tersane ve limanı ile Alaiye bir ticaret merkeziydi. Bu sebeple
Alaiye Beyleri ve şehir halkı oldukça zengin idiler.


11- CANİK BEYLİKLER
Samsun, Giresun, Ordu, Niksar‘ı içine alan Orta Karadeniz bölgesine
Canik adı verilmiştir. Canik bölgesi daha çok Oğuzların Çepni boyu
tarafından iskân edilmişti. Türkiye Selçuklularının dağılma devrinde,
ayrı ayrı ailelerden gelen beyler Canik Beylikleri adıyla bölgede
hâkimiyet kurmuşlardır. Bayramoğulları, Kubadoğulları, Taşanoğulları,
Taceddinoğulları bunlardan en önemlileridir. Kadı Burhaneddin Ahmet ve
Yıldırım Bayezid arasındaki mücadeleye sahne olan bu bölge II.Murad
devrinde kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine girmiştir (1427).


12- TACEDDİNOĞULLARI (1378-1428)
Nüfuzlu bir bey olduğu bilinen Emir Taceddin beyliğin kurucusudur.
Beyliğin merkezi Niksar olup , Bafra ve Ordu’ya kadar sınırlar
uzanmaktaydı . Emir Taceddin, ölümüne kadar bölgenin en güçlü devletini
kuran Kadı Burhaneddin ile mücadele etmiştir (1387). Kadı Burhaneddin
Niksar‘ı ele geçirdiğinde Taceddin’in oğullarını yerinde bırakmıştır.
Ancak Taceddinoğulları daha çok Osmanlılardın yanında yer aldılar.
Taceddinoğulları’nın son beyi Mahmut, ülkeyi Osmanlılara bırakmak
zorunda kalmış, böylece beylik tarihe karışmıştır (1428 ).

;
13- CANDAROĞULLARI (1292-1461)
Selçuklu Beylerinden Şemseddin Yaman Candar, beyliğin kurucusudur. Bir
hizmetine karşılık İlhanlılar, Kastamonu ve çevresini kendisine vermiş;
böylece beyliğin temelleri atılmıştır. Daha sonra Sinop‘un da
alınmasıyla beylik iki kola ayrılmıştır. Sinop kolunda İsfendiyar Bey
bulunuyordu. Osmanlılar bu sebeple beyliğe İsfendiyar Beyliği de
demişlerdir. Ankara Savaşı’ndan sonra Çankırı, Samsun ve Bafra beyliğe
dahil edilmiştir. Fatih, Trabzon seferi esnasında bu beyliğe son
vermiştir ( 1461). Ayrıca Sinop ve Çevresinde Pervaneoğulları,
Kastamonu civarında Çobanoğulları ve Ankara‘da Ahiler kısa süreli
hâkimiyetler kurmuşlardır

İLHANLI HÂKiMiYETİNİN ARDINDAN KURULAN TÜRK DEVLETLERİ

ERETNA VE KADI BURHANEDDİN DEVLETLERİ (1344-1398)
Devletin kurucusu Eretna, aslen bir Uygur Türk’ü idi. İlhanlıların
Anadolu Valisi Timurtaş, babasının İlhanlılara isyanı üzerine Mısır’a
kaçmış, yerine Eretna’yı vekil bırakmıştı. Timurtaş’tan sonra Anadolu
valiliğine getirilen Şeyh Hasan Celâyirî de, taht mücadelesine
katıldığından Eretna Bey’i görevinde bırakmıştı. İlhanlıların içinde
bulunduğu durumdan faydalanan Eretna Bey, Anadolu’nun orta kesimlerinde
hâkimiyetini kuvvetlendirdi. Bağımsızlığını ilân etti( 1344). Devletin
merkezi önce Sivas, sonra ise Kayseri olmuştur. Eretna Devleti’nde önce
kadılık, ardından vezirlik yapan Kadı Burhaneddin Ahmet, devletin
içinde bulunduğu güç durumdan faydalanarak Sivas‘ta tahta çıktı(1381).
Kendisi Oğuzların Salur boyundandır. Kısa zamanda Niğde, Erzincan ve
Canik (Orta Karadeniz) bölgelerini hâkimiyetine aldı. Böylece Eretna
Devleti’nden daha güçlü bir devlet kurmuş oluyordu. Kadı Burhaneddin
Osmanlılar’a karşı çetin bir mücadele vermiş idi. Ancak ölümünden sonra
devlet dağıldı ve hâkim olduğu bölgeler Osmanlılar tarafından ele
geçirildi (1398).


2- DULKADİROĞULLARI (1337-1521)
Dulkadiroğulları, Maraş ve Elbistan civarında ortaya çıkmış bir Türkmen
beyliğidir. Oğuzların Bozok kolu ve Ağaçeri Türkmenlerini etrafında
toplayan Dulkadiroğlu Zeyneddin Karaca Bey, Memlûklu sultanının
himayesinde, Eretna Devleti’nin elinden Elbistan’ı alarak beyliği
kurmuştur(1337). Yerine geçen oğlu Halil Bey zamanında Maraş, Malatya,
Harput tarafları ele geçirilerek sınırlar genişletilmiştir.
Dulkadiroğulları Osmanlılar ile Memlûkler arasında bir tampon görevi
görmekteydi. Varlığını sürdürmek için kâh Osmanlı, kâh Memlûk
hâkimiyetini kabul etmişlerdi. XVI. yüzyılın başlarında başa geçen
Alaüddevle Bozkurt, Akkoyunluların elinden Diyarbakır’ı aldı, fakat Şah
İsmail karşısında ağır bir yenilgiye uğradı (1507). Dostluğunu
kaybettiği Osmanlılar karşısında da yenilgiye uğraması üzerine
Dulkadirli toprakları Osmanlıların eline geçti (1515). Yerine geçen Ali
Bey, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nde ve Canberdî isyanında,
Osmanlılara mühim hizmetlerde bulunmuştu. Fakat Osmanlı veziri Ferhat
Paşa onu kıskandığından, Yavuz’u kışkırttı. Ali Bey hile ile
yakalanarak katledildi (1521). Böylece Dulkadir Beyliği ortadan
kaldırılmış oldu (1521).


3- RAMAZANOĞULLARI (1378-1608)
Ramazanoğulları, Adana merkez olmak üzere Çukurova bölgesinde
kurulmuştur. Beyliğe adını veren Ramazan Bey, Oğuzların Üçok koluna
bağlı Yüreğir boyundandır. Memlûk Sultanı Baybars tarafından
Gazze-Antakya arasına yerleştirilen Türkmenler, daha sonra Adana ve
Payas bölgesini Ermenilerden almışlardı. 1378 tarihinde Memlûklerin
gönderdiği vali, Dulkadiroğlu Halil Bey tarafından öldürüldü. Bu olayla
birlikte Ramazanoğulları Beyliği kurulmuş oldu. Ancak Memlûklerin
gücünden çekindikleri için daha çok onların hâkimiyetini tanıdılar.
Memlûklerin ve Dulkadirliler gibi iki önemli güç arasında kalan
Ramazanoğulları, Yavuz Selim‘den itibaren Osmanlıların yanında yer
almışlardır. 1608’de son Ramazanoğlu Beyi Pir Mansur, görevden alınarak
toprakları Osmanlı beylerbeyiliğine çevrilmiştir.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:15 pm
4- KARAKOYUNLU DEVLETİ
İlhanlı Hükümdarı Argun Han zamanında, Türkistandan çıkıp, Fırat ve
Dicle vadilerine yerleşen Yıva, Döğer, Avşar gibi Oğuz boylarından
müteşekkil Karakoyunlular (Baranlılar), İlhanlı Devleti’nin
parçalanmasıyla beraber müstakil olmuşlardı. Bu dönemde başlarında
bulunan Bayram Hoca’nın ölümünden sonra (1380), yerine geçen Kara
Mehmet Bey, 1388’de Tebriz’i ele geçirip, burayı başkent yapmıştır.
Oğlu Kara Yusuf dönemi (1389-1420) devletin en parlak devri olmuştur.
Timur tehlikesini bertaraf ederek tekrar gücünü artıran Kara Yusuf,
Artukluların Mardin koluna son vermiş, Diyarbakır’dan başka bütün
Azerbaycan’ı hâkimiyetine almış ve bir müddet ittifak kurduğu Ahmet
Celayir’i yenerek Bağdat’a hâkim olmuştur(1415). Kara Yusuf’un ölümüyle
ortaya çıkan taht mücadeleleri bir sarsıntıya sebep olmuş ve geçici de
olsa birlik Cihanşah döneminde (1436-1467) sağlanmıştır. Fakat
Cihanşah’ın iki kez Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’a yenilmesi ve
ölmesi Karakoyunluların sonu olmuştur. Nitekim Uzun Hasan 1469’da
Karakoyunlu Devleti’ni tamamen ortadan kaldıracaktır.


5- AKKOYUNLU DEVLETİ
Akkoyunlu Devleti’ni kuran hanedan Oğuzların Bayındır koluna mensuptur.
Tıpkı Karakoyunlular gibi İlhanlı hâkimiyetinin sarsılmasıyla, güçlenen
Akkoyunlular, Bayındır, Döğer, Bayat, Çepni gibi Oğuz boyuna mensup
kitleleri ve İnallu, Hacılu, Bayramlu ve Musullu gibi konar göçer
cemaatleri etrafında toplayarak fetihlerde bulunmuşlardır. Henüz XIV.
yüzyıl ortalarında Tur Ali Bey, Trabzon Rum devleti üzerinde baskı
kurmuştu. Kara Yülüg Osman Bey’in kadı Burhaneddin Ahmet’i ortadan
kaldırması ve Sivas’ı ele geçirmesiyle (1398) Akkoyunlular tamamen
müstakil hâle geldiler. XV. yüzyıl başlarında devlet, Timur’un da
yanında yer alarak gücünü artırdı ve Diyarbakır merkez olmak üzere,
bütün güney ve doğu Anadolu, Akkoyunlu hâkimiyetine girdi. Uzun Hasan
dönemi (1453-1478) Akkoyunluların en parlak dönemi olmuştur.
Karakoyunluları ve Hasankeyf’teki Eyyubi hâkimiyetini yıkan Uzun Hasan,
Azerbaycan’ın ele geçmesi üzerine başkenti Tebriz’e nakletmiş ve
sınırlarını doğuda Hazar’a kadar genişletmiştir. Fakat Osmanlılara
karşı Otlukbeli’nde uğradığı ağır yenilgi (1473), Uzun Hasan’ın bütün
Türk dünyasının lideri olma hayalini sona erdirdiği gibi, devletinin de
zayıflamasına yol açmış; ölümünden sonra çıkan taht kavgaları sonucunda
devlet ikiye bölünmüştür. Neticede bundan faydalanan Şah İsmail,
Tebriz’i ele geçirerek Akkoyunlu Devleti’ne son verip, Safavi
Devleti’ni kurmuştur (1502).

OSMANLI DEVLETİ

KURULUŞ DEVRİ

a- Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu:
Osman Bey, Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla başa geçtikten sonra, siyasî
ve dinî bakımdan Anadolu'nun en itibarlı ve nüfuzlu tarikatlerinden
Ahilerin mühim bir şahsiyeti olan Şeyh Edebali'nin kızı ile evlenerek,
gücünü artırmış idi. Bundan sonra Osman Gazi, Bizans'a karşı genişleme
politikasını uygulayarak, İnegöl, Karacahisar ve Yarhisar'ı ele geçirdi
ve bölgenin mühim merkezlerinden olan Bilecik'i alarak, burayı beyliğin
merkezi yaptı (1299). Bu tarih devletin kuruluş tarihi olarak kabul
edilir. Selçuklu Sultanı III. Alaaddin Keykubad'ın İlhanlı Hükümdarı
Gazan Han'ın kuvvetleri tarafından tutulup, İran'a götürülmesi üzerine
Selçuklu ümerasından bazıları ve bölgedeki Türkmen beyleri Osman Bey'e
teveccüh göstermiş; Oğuz an'anesine göre onun hâkimiyetini tanımayı
kabul etmişlerdir. Nitekim Oğuz beyleri Oğuz Han
töresine göre tertip edilen bir törende Osman Bey'in önünde diz
çökerek, onun verdiği kımızı içmek suretiyle tâbiyetlerini
sunmuşlardır. Ancak henüz küçük bir beylik durumundaki
Osmanoğullarının, şeklen de olsa bu dönemde, İlhanlı hâkimiyetini
tanıdıkları bilinmektedir. Osman Gazi, beyliğini ilân ettikten sonra
idaresi altındaki bölgeleri beş kısma ayırarak buraları güvendiği ve
savaşlarda yararlık gösteren kimselere tevcih etti. Oğlu Orhan'a
Sultanönü, büyük kardeşi Gündüz Bey'e Eskişehir'i, Aykut Alp'e
İn-önü'yü, Hasan Alp'e Yarhisar'ı ve Turgut Alp'e de İnegöl'ü verdi.
Diğer oğlu Alaaddin'e ise şeyh Edebali'nin emin ve nazırlığında,
ailenin geçimi için, Bilecik ve havalisinin gelirleri tahsis
edildi.1302'de Bursa tekfurunun liderliğinde birleşen Rum tekfurlarının
Koyunhisar (Bafeon) savaşında ağır bir mağlûbiyet tatmaları, Osman
Bey'in Bursa ve Kocaeli taraflarına akınlar yapmasını oldukça
kolaylaştırmıştı. Bir taraftan Bursa öte taraftan İznik Türk kuşatması
altında tutuluyordu. Ancak yaşlılık sebebiyle Osman Bey, fetihler için
oğlu Orhan'ı görevlendirmişti. Nitekim 1324 yılında Osman Bey vefat
etti ve oğlu Orhan Bey Osmanlı tahtına çıktı.

Orhan Bey, 1326 yılında Bursa'yı, uzun süren kuşatmanın ardından, ele
geçirince babasının vasiyetini yerine getirerek, Osman Gazi'nin naaşını
Bursa'ya nakletti ve burayı devletin yeni merkezi yaptı. Orhan Bey'in
komutanlarından Akçakoca ve Karamürsel ise İstanbul kıyılarına kadar
akınlarda bulunuyorlardı. Bu fetih ve akınlardan telâşlanan Bizans
İmparatoru Andranikos büyük bir ordunun başında Osmanlılara karşı
harekete geçtiyse de Maltepe (Palekanon) Savaşı'nda ağır bir yenilgi
aldı (1329). Bu zafer, İznik ve İzmit'in ele geçirilmesini
kolaylaştırmıştır.


b- Rumeliye Geçiş;
Karasi Beyliğinde başlayan taht mücadelelerinden istifade eden Orhan
Bey, Balıkesir ve civarını topraklarına katarak, ileride gerçekleşecek
olan Rumeli fetihleri için mühim bir mevkiye sahip olmuştur. Nitekim
Karasi Beyliğinin deniz gücü ve Hacı İl Bey, Evrenos Bey gibi değerli
komutanlar artık Osmanlıların emrine girmişlerdir. Bizans içindeki taht
kavgaları ve Bulgar-Sırp saldırıları karşısında, gittikçe güçlenen
Osmaoğullarından yardım isteyen Kantakuzen'in talebi üzerine Orhan
Bey'in oğlu Süleyman, bir orduyla Rumeli'ye geçti (1345). Edirne'yi
kuşatan Bulgar-Sırp kuvvetlerini bozan Süleyman Paşa bu zaferin
karşılığında Gelibolu'daki Çimpe Kalesi'ni Bizans'tan aldı. Böylece
Osmanlılar ilk kez Rumeli yakasında bir üs elde etmiş oluyordu (1356).
Süleyman paşa Gelibolu'nun ardından Tekirdağ'a kadar olan bölgeleri de
ele geçirerek buralara Anadolu'dan getirilen Türkmenleri yerleştirdi.

Böylece Rumeli'de de Türkleşme hareketi başlamıştır. Süleyman Paşa'nın
ölümünden sonra Rumeli'deki fetihler için kardeşi Murat Bey
görevlendirildi (1359). Ancak 1362'de babası Orhan Bey'in de ölümü
üzerine Murat Bey, Bursa'ya döndü ve Osmanlıların 3. hükümdarı olarak
tahta çıktı (1362).

c- Rumeli ve Balkanlarda Fetihler;
I.Murat (Hüdavendigar) önce tahtta hak iddia eden kardeşlerini bertaraf
etmekle işe başladı ve bu arada elden çıkan Ankara'yı yeniden aldı.
Anadolu'da birliğin sağlanmasının ardından Murat Hüdavendigar, inkitaya
uğrayan Rumeli ve Balkanların fethine yöneldi. Bu sırada Balkanlar
karşıklık içindeydi. Bir taraftan Sırp Hükümdarı Düşan'ın ölümü ile
Sırplar arasında iç mücadeleler şiddetlenmiş, öte yandan Macar Kralı
Layoş, Balkanlarda Ortadokslara olan baskıları artırmıştı. Evrenos ve
Hacı İl Bey komutasındaki kuvvetler bu durumdan da yararlanarak
Keşan'dan Dimetoka'ya kadar olan yerleri fazla bir mukavemet görmeden
ele geçirmişlerdi. Sazlıdere Zaferi ile Edirne ve Filibe, Lala Şahin
Paşa tarafından fethedildi (1363/4). Bu savaşlarda Bulgarların yanında
yer alan Bizans barış yapmak zorunda kaldı. Türk ilerleyişini durdurmak
isteyen Macar, Bulgar,Sırp ve Ulahlardan müteşekkil bir Haçlı ordusu
Macar Kralı Layoş'un liderliğinde Edirne üzerine yürüdü. Ancak Meriç
sahilindeki Sırp Sındığı denilen mevkiide, kalabalık Haçlı ordusunu
hazırlıksız yakalayan 10 bin kişilik kuvvetiyle Hacı İl Bey, büyük bir
bozguna uğrattı (1364). Sırp Sındığı zaferiyle Osmanlılar,
Balkanlardaki fetihlerine hız verdiler ve bunu kolaylaştıracağı için
Osmanlı başkenti Bursa'dan Edirne'ye nakledildi. Fetihler karşısında
çaresiz kalan Bulgarlar Türk himayesini kabul etmek zorunda kaldılar
(1369). Çirmen Zaferi ile (1372) Batı Trakya ve Makedonya'nın bir kısmı
Osmanlı hâkimiyetine girdi ve Selanik ile Köstendil'in de ele
geçirilmesinin ardından Sırp Kralı Lazar, vergi verip, gerektiğinde
asker göndermek şartıyla Osmanlılarla barış anlaşması imzaladı(1374).

Yaklaşık on yıl süren mücadelede, Rumeli ve Balkanlarda fethedilen
bölgelere Anadolu'dan mütemadiyen Türk nüfus kaydırılarak bölgede
demografik dengeler Osmanlılar lehine değiştirilmeye başlanmıştı. Bu
tarihten sonra bir müddet Balkanlardaki fetihlere ara verilmiş ve
Anadolu'da Türk birliğini sağlamlaştırmaya yönelik düzenlemelere
geçilmiştir. Bu maksatla I. Murat, oğlu Bâyezid'i Germiyan beyinin kızı
ile evlendirmiş; Tavşanlı, Emet ve Simav gelinin çeyizi olarak
Osmanlılara verilmiştir. Aynı şekilde Akşehir, Yalvaç, Beyşehri gibi
bazı şehir ve kasabalar Hamidoğulları'ndan para karşılığı satın
alınmış, Candaroğullar da Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Artık
Osmanlıların karşısında tek bir güç kalmıştı; Karamanoğulları.

Alaaddin Ali Bey, Osmanlıların yeniden Balkanlara yönelmesini de fırsat
bilerek, harekete geçmiş ancak I. Murat Konya önlerinde
Karamanoğullarını yendiğinde Karaman beyi af dilemek zorunda
kalmıştır(1387) Murat Hüdavendigar'ın yeniden Rumeli'ye yönelmesiyle
birlikte Niş ve Sofya da dahil olmak üzere bütün Bulgaristan
fethedildi.(1385/88). Timurtaş Paşa'nın Sırp kuvvetleri tarafından
baskına uğratılıp, yenilmesi üzerine cesaretlenen Bulgar, Leh, Çek ve
Macar kralları da Sırpların yanında yer aldılar. Fakat Çandarlı Ali
Paşa, Bulgar Kralı Şişman'ı esir alarak Bulgarları bu ittifakın dışına
attı. Buna rağmen Haçlı ordusu ilerleyişini sürdürünce, I. Murat
ordusunun başına geçerek düşmanı Kosova'da karşıladı. I.Murat'ın
oğulları Bâyezid ve Yakup'un da yer aldığı Osmanlı birlikleri büyük bir
zafer kAzandı. Sırp Kralı Lazar ve oğlu esir edilmiş, düşman
kuvvetlerinin büyük bir kısmı imha olmuştu. (20 haziran 1389). Fakat
I.Murat savaş meydanını gezerken bir Sırp tarafından hançerlenerek
şehit düştü. Bunun üzerine Sırp kralı da Osmanlı askerleri tarafından
öldürüldü. Osmanlılar için Balkanlarda tutunabilmek yolunda ölüm kalım
savaşı olarak görülen I.Kosova Zaferi Sırplar tarafından asla
unutulmamıştır. Günümüzde dahi masum Müslüman halka yönelik vahşetin
arkasında bu mağlûbiyetin ezikliği ve intikam hissi yatmaktadır.

d- Anadolu'da Türk Birliği'nin Sağlanması;
I. Murat'ın şehit edilmesinin ardından oğlu Bâyezid, devlet adamlarının
ittifakıyla hükümdar ilân edildi. Babasının ölümünü fırsat bilen
Anadolu'daki beyliklerin Osmanlılar'a bıraktığı toprakları yeniden ele
geçirmek maksadıyla harekete geçtiklerini haber alan Bâyezid, süratle
Anadolu'ya döndü. 1390 yılında Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhan
beylikleri ortadan kaldırıldı. Ertesi yıl Hamidoğulları Beyliği
toprakları ele geçirildi ve bu beyliklerin yer aldığı topraklarda
Anadolu beylerbeyliği adıyla idarî bir ünite oluşturuldu. Ardından
Osmanlıların en önemli rakip olarak gördüğü Karaman Beyliğine yönelen
Yıldırım Bâyezid, Konya'yı kuşattı. Alaaddin Ali Bey'in barış talebi,
Beyşehir ve çevresinin Osmanlılara bırakılmasıyla kabul edildi.(1391).
Fakat Yıldırım Bâyezid'in Mora ile ilgilenmesini fırsat bilerek
Ankara Sancak Beyi Sarı Timurtaş Paşa'yı esir alması üzerine, Yıldırım
Bâyezid, Alaaddin Bey'e kesin bir darbe vurmaya karar verdi. Anadolu'ya
geçen Yıldırım, üç gün süren savaşın ardından ele geçirilen Alaaddin
Bey'i ortadan kaldırdı ve toprakları Osmanlılara ülkesine dahil
edildi(1397).
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:16 pm
Karamanoğlu tehlikesinin bertaraf edilmesiyle, Anadolu'da
Osmanlılara direnebilecek en güçlü devlet olarak Kadı Burhaneddin
devleti kalmış idi. Daha 1392 yılında, Kadı Burhaneddin'in müttefiki
durumundaki Candaroğlu Süleyman anî bir baskınla öldürülüp beyliğin
Kastamonu şubesi ortadan kaldırılmıştı (1392). Ardından, ertesi yıl
Amasya ve Merzifon civarı Osmanlı hâkimiyetine alınmıştı. Kadı
Burhaneddin'in 1398'de Kara Yülük tarafından öldürülmesi üzerine, ona
bağlı Sivas, Tokat, Kayseri, Malatya gibi şehirler birer birer ele
geçirildi. Böylece Fırat'ın batısında kalan Anadolu toprakları Osmanlı
sancağı altında birleştirilmiş oluyordu. Yıldırım Bâyezid'in İstanbul
Kuşatması ve Balkanlardaki Fetihleri. Yıldırım Bâyezid'in Karaman
seferine anlaşma gereği katılan Bizans İmparatoru V.Yuannis'in oğlu
Manuel'in, babasının ölümü üzerine anlaşmayı çiğneyerek İstanbul'a
kaçması sebebiyle Yıldırım, İstanbul'u kuşatmaya karar verdi. 1391'de
başlayan ilk muhasara 1396 yılına kadar sürdürüldü. Bu maksatla
İstanbul Boğazı'nda Anadolu Hisarı inşa edildi. Şehre dış yardımların
gelmesini önlemeyi ve iaşe zorluğu altında savunmayı kırmayı hedefleyen
bu muhasara Timur'un Anadolu'ya ulaşmasına kadar fasılalarla devam
ettirilmiştir. Bu kuşatma sürerken bir yandan da Yıldırım, Bulgaristan,
Arnavutluk ve Bosna taraflarında fetih hareketlerine devam etmekteydi.
Kuşatma altındaki Bizans'ın da talebi ile Türklere karşı yeni bir Haçlı
ittifakı oluşturan Macar Kralı Sigismund, İngiltere dahil bütün Avrupa
devletlerinden topladığı 120 bin kişilik bir orduyla harekete geçti.
Yıldırım Bâyezid düşmanı şaşırtan bir hızla Niğbolu Ovası'nda düşmanı
karşıladı. 50-60 bin kişilik Osmanlı ordusu, sayıca çok üstün olan
Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Savaş meydanından
kurtulabilenler, kaçarken Tuna'da boğuldular.(1396) Haçlılardan geriye
sadece muazzam bir ganimet kalmıştı. Bu ganimetle, Edirne ve Bursa'da
pek çok cami, medrese ve imaret inşa edilmiştir. Zaferin ardından,
Eflâk, Bosna, Macaristan ve Mora üzerine seferler düzenlendi. İtibarı
bu zaferle bir kat daha artan Yıldırım, Niğbolu dönüşünde Anadolu
birliğini kurmaya yönelik nihaî adımları atmaya başlayacaktır.

e- Ankara Savaşı ve Fetret Devri:
Yıldırım Bâyezid, Fırat boylarına kadar topraklarını genişlettiği
sırada, Timur da İran, Azerbaycan ve Irak'ı ele geçirmişti. Bazı
Anadolu beyleri Timur'a sığınırken, ülkeleri istilâ edilen Celayirli
Ahmet ve Karakoyunlu Kara Yusuf da Yıldırım Bâyezid'in yanına kaçmıştı.
Böylece her iki devlet biribirine sınır komşusu olmuş, ancak bu durum
iki hükümdarın da Türk dünyasının liderliğine oynamaları sebebiyle
olumsuz neticeler doğurmuştur. Timur, Osmanlılara sığınan Celayirli
Ahmet ve Kara Yusuf'un iade edilmemesini bahane edip Sivas'ı kuşatmış
ve kendisine teslim edilmesine rağmen şehiri tahrip etmişti(1400). Bu
olaydan sonra da her iki hükümdar arasında mektuplaşmalar devam etti.
Fakat Timur'un, Anadolu beyliklerine topraklarının geri verilmesi ve
bazı şehirlerin kendine bırakılması gibi talepleri Yıldırım tarafından
reddedildi. Dolayısıyla iki fatih için savaş artık kaçınılmaz hâle
gelmişti. 160 binlik Timur'un ordusunu, 70 bin kişiyle Çubuk Ovası'nda
karşılayan Yıldırım Bâyezid, savaşın başlarında üstünlüğü ele geçirdi.
Ancak Timur'un safında eski beylerini gören bazı askerlerin saf
değiştirmesi ve Kara Tatarların Osmanlı ordusunun arkasını çevirmesi
savaşın talihini değiştirdi. Bir avuç askerle direnmeye çalışan
Yıldırım Bâyezid sonunda esir edildi (26 Temmuz 1402). Ankara Savaşı'nı
kazanan Timur, Anadolu beyliklerini tekrar ihya etti ve böylece Anadolu
Türk birliği parçalandı. Balkanlardaki Türk ilerleyişi durduğu gibi bir
kısım topraklar da elden çıktı. Yıldırım'ın oğulları arasındaki taht
mücadeleleri Osmanlı devletinin "Fetret Devri" boyunca 12 yıl müddetle
devam etti. Şayet bu savaş gerçekleşmemiş olsaydı, hiçbir direnme gücü
kalmayan İstanbul büyük bir ihtimalle Yıldırım Bâyezid zamanında
Türklerin eline geçecekti. Dolayısıyla Ankara Savaşı Osmanlıları en az
50 yıl geriye götürmüştür.Esir düşen Yıldırım Bâyezid, yedi ay boyunca
Timur'un yanında şehir şehir dolaştırıldıktan sonra üzüntüsünden ecele
yenik düştü. Osmanlı şehzadeleri tahtın sahibi olabilmek için kıyasıya
birbirleriyle mücadele etmeye başladılar. Bu mücadele Çelebi Mehmet'in
tek başına devlet idaresine hâkim oluşuna kadar devam etti (1413).

Çelebi Mehmet kardeşleri Süleyman, İsa ve Musa Çelebi'yi bertaraf
ettikten sonra Anadolu Türk birliğini yeniden tesis etmek için çaba
sarf etti. Güçlenen Karamaoğullarının nüfuzunu kırdı, Karamanoğlu
Mehmet Bey'in eline geçen Osmanlı topraklarını geri aldı.
Candaroğulları beyliğinden Çankırı'yı ve ardından Canik (Samsun)
bölgesini yeniden Osmanlı ülkesine kattı. Fakat Şehzade Mustafa ve
Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin'in isyanları ülkeyi
karıştırmaktaydı.(1419) Şehzade Murat Rumeli ve Manisa'da ortaya çıkan
bu isyanı bastırdı, Şeyh Bedreddin ve adamları yakalanarak idam edildi.
Timur'un beraberinde götürdüğü Mustafa Çelebi de Anadolu'ya döndüğünde
tahtta hak iddia etmişti. Şehzade Mustafa'nın Selânik'te başlattığı
isyan bastırıldı. Asi şehzade Bizans'a sığınmak zorunda kaldı. Çelebi
Mehmet öldüğü zaman Osmanlı ülkesinde sükûnet büyük oranda tesis
edilmeye başlanmıştı (1421). Babasının en büyük yardımcısı olan şehzade
Murat tahta çıktığı zaman Bizans tarafından karşısına çıkarılan amcası
Mustafa Çelebi'nin isyanını bir kez daha bastırdı ve Bizans'ı
cezalandırmak için İstanbul'u kuşattı(1422). Bu defa küçük kardeşi
Şehzade Mustafa'nın isyan haberini alan II.Murat, kuşatmayı kaldırarak
kardeşini cezalandırmak zorunda kaldı.

İsyancıların yanında yer alan Anadolu beyliklerine karşı harekete geçen
II.Murat, Candaroğlu İsfendiyar Bey'i itaat altına aldı. İzmir Beyi
Cüneyd'i ortadan kaldırıp, İzmir, Aydın ve Menteşe civarını ele
geçirdi. Germiyanoğlu Yakub Bey'in çocuğu olmadığından, topraklarını
Osmanlılara bırakmayı vasiyet etmişti. Onun ölümüyle Germiyan ili de
Osmanlılara katılmış oldu(1428). Balkanlarda da durum Osmanlılar lehine
düzelmeye başladı. Nitekim Fetret devri sırasında elden çıkan topraklar
geri alındığı gibi, 1440'a kadar Belgrat hariç bütün Sırp toprakları
Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Fakat Erdel ve Eflâk'ta üst üste gelen
bazı küçük bozgunlar Avrupa'da büyük bir sevinçle karşılanarak,
Osmanlılara karşı yeni bir Haçlı seferinin tertip edilmesine cesaret
vermişti. II. Murat, Balkanlardaki Osmanlı varlığını tehlikeye atmamak
için Macarlarla Segedin Antlaşmasını imzaladı (1444) ve bu anlaşmadan
sonra tahttan feragat etti. Küçük yaştaki oğlu II. Mehmet'in hükümdar
olmasını fırsat bilen Macarlar anlaşmayı bozdu ve yeni bir Haçlı
ittifakı oluşturuldu. II. Murat yeniden ordunun başına geçerek düşmanı
Varna Savaşı'nda karşıladı. Macar kralı öldürüldü. Haçlıların lideri
durumundaki Jan Hünyad güçlükle kaçabildi(1444). Çandarlı Halil
Paşa'nın ısrarıyla ikinci kez tahta çıkan II. Murat, Mora ve
Arnavutluk'a sefer düzenledi. Varna'nın intikamını almak isteyen Jan
Hünyad yeniden harekete geçti. Fakat II. Kosova Muharebesi'nde bir kez
daha Sırplar büyük bir yenilgiye uğratıldı (1448). Varna ve Kosova
savaşlarıyla Osmanlılar Balkanlardaki durumunu iyice güçlendirmiş,
Bizans'ın batıdan yardım alma umutları ise tamamen ortadan
kaldırılmıştır. II. Murat 48 yaşında ölünce II. Mehmet yeniden Osmanlı
tahtının sahibi olmuş (1451) ve Osmanlı Devleti artık bu dönemde tam
bir cihan devleti hâline gelmiştir.

FATİH VE CİHAN DEVLETİ’NİN DOĞUŞU

İSTANBUL’UN FETHİ
‘II. Mehmet, babasının ölümü üzerine ikinci kez Osmanlı tahtına
oturduğunda, devletin ortasında bir şer adacığı hâlinde kalmış köhne
Bizans'ı ortadan kaldırmayı öncelikle hedef olarak belirlemişti.
Böylelikle Osmanlı devleti tam bir cihan devleti haline gelebilecekti.
Hedefini gerçekleştirmek için ilkin Sırbistan ve Eflâk ile anlaşma
imzalayan Fatih, Karamanoğlu tehlikesini de geçici de olsa bertaraf
etti. Bizans'a ulaşabilecek muhtemel yardımı önlemek için Boğaz'ın
Avrupa yakasına Rumeli Hisar'ını yaptırarak kuşatma hazırlıklarını
tamamladı. Nihayet kuşatılan İstanbul'a karşı 6 Nisan 1453'te kara ve
denizden saldırı başlatıldı. II. Mehmet, Edirne'de döktürdüğü çağının
en güçlü toplarıyla İstanbul surlarını karadan sarsarken 18 Nisan'da
donanma bütün İstanbul adalarını ele geçiriyordu.

Fakat, Haliç'in zincirle kapatılması sebebiyle kara ve deniz birlikleri
müşterek bir harekâta geçemiyor ve bu durum da kuşatmanın başarısına
gölge düşürüyordu. Nihayet 22 Nisan'da Osmanlı donanmasının karadan
Haliç'e indirilmesi gibi müthiş bir plânın gerçekleştirilmesi,
kuşatmanın seyrini değiştirmeye başlamıştı. Seksen parçalık donanmayı
bir anda karşılarında gören Bizans'ın direnme gücü artık kırılmıştı. 29
Mayıs 1453'teki nihaî harekâtla İstanbul fethedildiğinde, II. Mehmet,
Peygamberimizin müjdesine mazhar oluyor ve "feth-i mübin" ile
"Fatih"lik şerefini elde ediyordu.Bizans'ın ortadan kaldırılması hem
Türk tarihi hem de dünya tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu
fetihle Osmanlı Devleti, artık tam bir cihan devleti hâline gelmiş,
İslâm dünyası ve Avrupa içinde büyük bir prestij ve güç kazanmıştır.
Avrupa için bu fetih çağ açıp, çağ kapayan bir fetihtir. Katolik
Avrupa'nın, Ortadoks dünyasıyla bütünleşme çabaları, İstanbul'un
fethiyle önlenmiş, aksine Balkanları da tamamen ele geçirmek suretiyle
Fatih, kısa zamanda Ortadoksları himayesi altına almıştır. Nitekim Papa
V.Nikola'nın Türklere karşı harekete geçilmesi fikri pek taraftar
bulamamış, aksine, Ege adalarındaki halk, Balkanlardaki bazı
despotluklar ve prensler Fatih'i İstanbul'un fethinden dolayı kutlayan
mektuplar yazmışlardır. Papa'nın isteğine sadece Almanya, Napoli ve
Venedik olumlu cevap vermiş fakat onlar da kendilerinden ziyade Sırp,
Macar ve Arnavutları kışkırtarak sonuç almaya çalışmışlardır.


FATİH’İN BATI POLİTİKALARI

a- Sırbistan Seferleri;
İstanbul'un fethinden sonra Osmanlılara bağlılığını bildiren ve ele
geçirdiği bazı kaleleri geri veren Sırplar Macarlar ile iş birliği
yaparak yeniden düşmanlıklarını göstermeye başlamışlardı. Bunun üzerine
1454-1457 arasında üç kez peşpeşe Sırbistan'a sefer düzenlendi. Belgrat
dışındaki bütün Sırp toprakları ele geçirildi. Sırp Kralı Bronkoviç'in
ölümüyle başlayan taht mücadelelerinden faydalanan Osmanlılar, Sırpları
vergiye bağladılar. Taht kavgalarının yeniden alevlenmesi üzerine, Mora
seferinde bulunan Fatih, Sırp meselesine son verilmesini emretti.
Mahmut Paşa, 1459'da başkentleri Semendire'yi ele geçirilerek Semendire
Sancakbeyliğini oluşturdu. Böylece Sırbistan'da 350 yıl sürecek Osmanlı
hâkimiyeti başlamış oluyordu.

b- Arnavutluk Seferleri;
Papalık ve Napoli krallığının desteği ve kışkırtmasıyla harekete geçen
Arnavutluk hâkimi İskender Bey, vurkaç taktiği ile Osmanlı kuvvetlerine
baskınlar düzenlemekteydi. Bunun üzerine Fatih, bizzat sefere çıkmaya
karar verdi. 1465 yılında gerçekleşen I.seferde, İlbasan Kalesi'ni
yaptırıp, içine asker yerleştiren Fatih, Balaban Paşa'yı bölge için
görevlendirerek, geri döndü. Ancak, Papa ve diğer devletlerden aldığı
kuvvetlerle Türklere saldıran İskender Bey, Balaban Paşa'yı şehit etti
ve İlbasan kalesi'ni kuşattı. Bunun üzerine Fatih II. Arnavutluk
Seferi'ne çıktı (1467). Ele geçirilen topraklarda yeni garnizonlar
oluşturuldu. Bu sırada İskender Bey ölmüş ve yerine oğlu Jean geçmişti.
Arnavutlukta başlayan kargaşa sebebiyle Fatih 3. kez Arnavutluk
seferini başlattı. Arnavutların elinde kalmış olan Kroya ve İşkodra
kuşatıldı. Nihayet 1479'da Arnavutluk da bir Osmanlı vilayeti haline
gelmiş oluyordu.

c- Mora Seferleri;
İstanbul'un fethinden sonra Bizans İmparatoru XII. Konstantin'in
oğulları, rakipleri Kantakuzen ailesine karşı Mora'da, Osmanlıların
yardımını istemişlerdi. Turahanoğlu Ömer Bey, akıncıları ile duruma
müdahale etti ve muhalifler bertaraf edildi. Fakat bu sefer iki kardeş
arasında mücadele başlamıştı. Bölge ülkelerinin Mora'yı istilâ
niyetlerini bilen Fatih 1458'de harekete geçti. Korent'i ele geçiren
Fatih, Mora'nın bir kısmını merkeze bağlayarak, burada bir sancak
oluşturdu. Atina ve diğer bölgeler ise Osmanlı yönetimini kabul etti.
Kardeşi Dimitrios'a karşı Arnavutların desteğini alan Tomas'ın
Osmanlılarla yapılan anlaşmayı bozması üzerine 2.kez Mora'ya sefer
düzenlendi. Tomas, Papa'nın yanına kaçmak zorunda kaldı. Bölgeye çok
sayıda Türk yerleştirildi. Venedikliler bölge halkını Osmanlılara karşı
ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Ancak bunda başarı kazanamayan Venedik,
Osmanlı kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı (1465).
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:16 pm
FATİH’İN BATI POLİTİKALARI

d- Eflâk ve Boğdan Seferleri;
Yıldırım zamanında vergiye bağlanan Eflâk Prensliği'nin başına Fatih
tarafından Vlad (Kazıklı Voyvoda) getirilmişti(1456). Osmanlılara bağlı
görünen Vlad aslında gizliden gizliye düşmanlık ediyordu Vlad'ın
Fatih'in elçilerini kazığa oturtarak öldürmesi üzerine 1462 yılında
Fatih, Eflâk'a bir sefer düzenledi. Boğdan'dan da yardım alan Osmanlı
kuvvetleri voyvodayı uzun süre takip etti. Neticede, sığındığı
Macarların, Osmanlılarla yaptığı anlaşma üzerine Vlad'ı esir etmeleri
ile mesele çözüldü. Fatih voyvodalığa Radul'u getirdi ve Eflâk bir
Osmanlı eyaleti hâline geldi. 1455'ten itibaren Osmanlı Hâkimiyetini
tanıyan Boğdan Prensliği'nin Kefe'nin fethinden sonra izlediği düşmanca
siyaset üzerine Osmanlı kuvvetleri 1476'da Boğdan'a girdi. Fatih'in
bizzat başında olduğu Osmanlı kuvvetleri Boğdan ordusunu büyük bir
bozguna uğrattı. Böylece Boğdan da yeniden Osmanlı hâkimiyetini tanımış
oluyordu.

e- Bosna-Hersek Seferleri;
Osmanlılara vergi yoluyla bağlı olan Bosna Kralının, anlaşmalara riayet
etmemesi üzerine Üsküp'ten harekete geçen Fatih, Sadrazam Mahmut Paşa
ve Turahanoğlu Ömer Bey'e Bosna'nın tamamen fethedilmesi emrini
vermişti. 1463 yılındaki seferle Bosna Kralı Osmanlı hâkimiyetini
yeniden tanıdı. Ancak şeyhülislamın da fetvasıyla sonra öldürüldü ve bu
topraklarda Bosna Sancakbeyliği oluşturuldu. Fakat ordunun İstanbul'a
dönmesi üzerine aynı yıl, Macar kralı Bosna'ya girdi. İkinci kez
düzenlenen seferle Osmanlılar, Yayçe dışındaki bütün kale ve şehirleri
yeniden ele geçirdiler. Bosna seferleri esnasında Hersek Kralı Stefan
da ülkesinin bir kısım toprağının Osmanlılara doğrudan bağlanması
şartıyla tahtında bırakılmıştı. Ancak 1483 yılında Hersek tamamen
Osmanlı toprağı hâline gelecektir.Fatih, Bosna'yı Osmanlı topraklarına
kattığı zaman "Bogomil" mezhebindeki Bosnalılara çok iyi davranmıştı.
Hem Katolik hem de Ortadoksların kendi kiliselerine almak için baskı
yaptıkları Bogomiller bu sebeple Osmanlı yönetimine sıcak bakmışlar ve
kendilerine sağlanan din ve vicdan hürriyetinden etkilenerek zamanla
Müslüman olmuşlardı. İşte bu Müslüman Bosnalılara "Boşnak"
denilmektedir.

Fatih devrinde Osmanlıların karada en güçlü komşusu ve rakibi Macarlar,
denizde ise Venedik idi. Macarlar bu dönemde tek başlarına Osmanlılarla
baş edemeyeceklerini bildiğinden, doğrudan bir savaşı göze alamamış,
Fatih de tabiî sınır olan Tuna'yı geçmeyi düşünmemiştir. Ancak
akıncılar vasıtasıyla, Macaristan'a güvenliğin sağlanmasına yönelik
yüzlerce başarılı akın düzenlenmiştir. Keza Venedik Cumhuriyeti de
Osmanlılarla doğrudan karşılaşmaktansa Balkanlardaki diğer devletleri
kışkırtmayı yeğ tutmuştur. Güçlü donmasıyla Mora ve Ege'deki adalara
sahip olmak isteyen Venedik, Osmanlılar karşısında istediği sonucu
alamamış, aksine pek çok ada ve kıyı kaleleri Osmanlıların eline
geçmiştir.

f- Ege Adalarının Fethi;
İstanbul'u ele geçiren Fatih, Bizans'a ait bütün toprakları hâkimiyeti
altında birleştirmek istiyordu. Böylece Bizans'ın yeniden dirilmesini
önleyeceği gibi, iktisadî ve siyasî açıdan da nüfuz alanını
genişletebilecekti. Öncelikle Anadolu kıyısına yakın adaları hedef alan
Fatih, Bizans, Venedik ve Cenevizlilerin elindeki bu adalardan
Anadolu'ya yapılan korsan akınlarının önünü kesmiş olacaktı. İkinci
olarak Orta ve Doğu Akdenizdeki adalar hedef alınmıştı ki, bu adalar
Fatih'in İtalya'ya yani eski Roma'ya geçişini kolaylaştıracaktı.(
Nitekim Gedik Ahmet Paşa komutasındaki bir Osmanlı donanması Napoli
Krallığının elindeki Otranto'yu fethetmiş ve buradan Güney İtalya'ya
akınlar düzenlenmiştir.(1480) Fakat Fatih'in ölümünden sonra başa geçen
II. Bâyezid, Gedik Ahmet Paşa'yı geri çağırınca, şehir savunmasız
kalmış ve İtalyanlar kaleyi tekrar ele geçirmişlerdir).1456 yılında
öncelikle Çanakkale Boğazı'na hâkim olan adalardan Gökçeada (İmroz),
Taşoz Enez ve Semendirek adaları ele geçirildi. Aynı tarihlerde Limni
ve Midilli halkı Türk yönetimine girmek için Osmanlılara başvurmuştu.
Önce Limni, ardından, uzun süren kuşatmayı müteakip Midilli (1467) ele
geçirildi.

Venedikliler 264 yıldır ellerinde tuttukları Ağrıboz Adası'ndan Mora ve
Ege adalarındaki Türk birliklerine karşı saldırılarını
yoğunlaştırmaktaydılar. Bunu önlemek maksadıyla Ağrıboz'un fethine
karar veren Osmanlılar neticede 17 gün süren kuşatmadan sonra
amaçlarına ulaştılar. Epir despotunun elindeki Zanta, Kefalonya ve
Ayamavra gibi adalar da Fatih'in saltanatının son zamanlarında Osmanlı
topraklarına dahil edilmiştir. Ancak St. Jean şovalyelerinin elindeki
Rodos'a karşı girişilen birkaç muhasara neticesiz kalmıştır.

FATİH’İN DOĞU POLİTİKASI

a- Karadeniz Politikası;
Osmanlılar, Anadolu'nun büyük bir kısmını hâkimiyetleri altına
almalarına rağmen kuzeyde, Karadeniz kıyısındaki bazı yerler Trabzon
Rumları, Cenevizliler ve Candaroğullarının elinde bulunuyordu. Anadolu
Türk birliğinin sağlanması ve ticaret güvenliği açısından bu bölgelerin
ele geçirilmesi şarttı. İşte bu sebeplerle, Fatih karadan ve denizden
kuvvetlerini harekete geçirdi. 1461 yılında Cenevizlilerin elindeki
önemli bir üs olan Amasra teslim olmak zorunda kaldı. Seferin kendisine
karşı yapıldığını sanan Candaroğlu İsmail Bey, Kastamonu'yu terk ederek
Sinop'a çekildi. Bursa'ya dönerek birliklerini takviye eden Fatih,
Trabzon seferine çıkarken, Sinop da dahil Candaroğullarının
topraklarını savaşmaksızın ele geçirdi. Fatih'in asıl amacı 1204
yılında Lâtinlerin İstanbul'u işgal etmesi üzerine Bizans hanedanına
mensup Komnenlerin ayrı bir devlet oluşturdukları Trabzon idi.
Osmanlılara vergi vermeyi kabul eden Trabzon Rumları bir taraftan
Fatih'in rakibi olan Uzun Hasan ile ittifak içine girmişti. Nihayet
Fatih, karadan birliklerini Trabzon'a gönderirken, bir donanma da
Sinop'tan kalkarak bölgeye yöneldi.

Bu sırada Uzun Hasan'ın Osmanlı ordusunu arkadan çevirebileceği
ihtimaline karşı Fatih, ordusunu Sivas'ın güneyinden Yassıçemen'e
çevirdi. Uzun Hasan'ın annesi Sara Hatun'un ricası üzerine
Akkoyunlularla bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Akkoyunlular,
Trabzon Rumlarına yardım etmemeyi vaat etmişlerdir. Anlaşmanın akabinde
kara ve denizden Trabzon yeniden kuşatıldı. Çaresiz kalan Trabzon
Hâkimi David Komnen şehri teslim etmeyi kabul etti (26 Ekim 1461).
Böylece 258 yıl devam eden Trabzon Rum İmparatorluğu da tarihe karışmış
oldu.Karadeniz'in Anadolu kıyılarını tamamen hâkimiyetine alan Fatih'in
bundan sonraki hedefi, önemli ticaret limanları olan Ceneviz
kolonilerini ortadan kaldırarak, Karadeniz'i tam bir Türk gölü yapmak
idi.

Gedik Ahmet Paşa komutasındaki donanma 1475 yılında Kefe, Azak ve
Menkup iskele ve kalelerini ele geçirdi. Böylece Osmanlılar, Altınorda
Hanlığı'nın zayıflamasıyla ortaya çıkan Kırım Hanlığı ile komşu oldu.
Azak Kalesi'nin düşürülmesi sonucunda bazı Cenevizliler ile birlikte
Kırım hanlarından Mengli Giray Han da esir edilmişti. Mengli Giray
Han'ın İstanbul'a getirilmesiyle Kırım Hanlığı Osmanlı hâkimiyetine
girmiş oldu. (1478). Kırım hanları 350 yıl boyunca Osmanlıların batıya
karşı en güçlü müttefikleri olarak hizmet vermişlerdir.

b- Anadolu'da Türk Birliğinin Gerçekleşmesi;
Osmanlıların kuruluş devrinden beri en ciddî rakipleri durumundaki
Karamanoğulları, Fatih'in politikalarına karşı, Akkoyunlu ve Memlûklu
devletlerinin desteğini sağladığı gibi, Venediklilerle de bir ittifak
kurmakta sakınca görmemişlerdi. Bu düşmanca tavır üzerine Fatih 1466
yılında Karamanoğulları üzerine yürümeye karar verdi. Beylik
topraklarının büyük kısmı Osmanlıların eline geçmesine rağmen Fatih,
Larende ve Silifke yörelerine çekilen Karamanoğullarına karşı
mücadeleyi, Otlukbeli Savaşı'nın sonrasında da sürdürmüştür. Fakat
Karaman Beyi Kasım'ın ölümünden sonra (1483) beylik tamamen oradan
kalkmış olacaktır. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, 1467 yılında Karakoyunlu
topraklarına sahip olunca Osmanlılar aleyhine hâkimiyetini genişletmeye
başlamıştı. Anadolu birliği yönündeki bu tehlike üzerine Fatih, 1473'te
harekete geçti. Otlukbeli mevkiinde yapılan savaşta Osmanlılar büyük
bir zafer kazandılar.

Artık Akkoyunlular Osmanlılar için bir tehlike olmaktan çıkmıştı. Fatih
bundan sonra Hicaz su yolllarının onarımı hususunu bahane ederek
Memlûklar'a karşı harekete geçti. Fakat bu dönemde Memlûklarla büyük
bir savaşa girilmemiştir. Fatih'in 1481'de hazırlık yaptığı ve ölümüyle
yarım kalan seferin ya Rodos'a ya da Mısır'a yönelik olduğu söylenir.

Fatih'in ölümü üzerine Osmanlı tahtına büyük oğlu Bâyezid geçmişti.
Ancak diğer oğlu şehzade Cem, Rodos şovalyelerinin eline düşmesiyle
sonuçlanan,taht mücadelesine girmişti. Bâyezid'in mütereddit ve
ihtiyatlı politikaları sebebiyle, Akkoyunluların yerini alan Safaviler
güçlenerek Anadolu'da Şahkulu İsyanı gibi ayaklanmaları kışkırtmış,
Memlûklara karşı başarısız seferler düzenlenmiştir. Buna rağmen Bâyezid
döneminde Kili ve Akkerman ele geçirilerek Boğdan tamamıyla Osmanlı
hâkimiyetine girmiş(1484), Venedik ve Haçlılara karşı denizlerde
üstünlük kurulmuş, Modon, Koron, İnebahtı ve Navarin gibi Mora
kıyılarındaki kale ve limanlar zapt edilmiştir(1502).
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:16 pm
Barbaros kardeşlerin denizlerdeki zaferlerine rağmen özellikle
doğudaki olumsuz gelişmeler ve Şahkulu İsyanı(1511), devlet işlerinden
elini çeken Bâyezid'in sağlığında şehzadeler arasındaki taht
mücadelesinin kızışmasına vesile olmuştur. Nitekim Şehzade Selim'in
mücadeleyi kazanması üzerine 1512 yılında II. Bâyezid tahttan feragat
etmiştir.

c- Yavuz Sultan Selim Devri;
Henüz Trabzon'da vali iken Doğu'da Safavilerin nasıl güçlendiğini gören
ve onlarla başarılı bir mücadeleye giren Selim, tahta çıktıktan sonra,
Anadolu'daki mezhep mücadelesine bir son vermek için Safavilerle
doğrudan savaşa girmeyi kaçınılmaz görmekteydi. Nihayet ordusunun
başında Doğu seferine çıkan Yavuz Selim, Çaldıran Ovası'nda Şah
İsmail'in ordusuyla büyük bir meydan muharebesi yaptı. İki Türk
hükümdarının mücadelesinden Selim üstün çıktı (23 Ağustos 1514). Doğu
Anadolu toprakları Osmanlıların eline geçti. Yavuz, Tebriz'e kadar Şah
İsmail'i takip etti. Dulkadiroğulları beyliği Osmanlı yönetimine alındı
ve sonra ilhak edildi (1515) Babası döneminde Memlûklara karşı yapılan
seferlerin çoğu kez başarısızlıkla neticelenmesi, Osmanlıların doğu'da
ve İslâm dünyasında üstünlük kurmaları önündeki en büyük engel idi. Bu
sebeple, Safavi tehlikesini bertaraf ettikten sonra Yavuz, Memlûklara
karşı büyük bir ordu hazırladı. Mısır Memlûk Sultanı Kansu Gavri,
Osmanlı ordusunu Halep'in kuzeyinde karşıladı. Ancak Mercidabık Savaşı
Osmanlıların zaferiyle son buldu (24 Ağustos 1516).

Kansu Gavri savaş sırasında öldü. Malatya'dan Sina yarımadasına kadar
olan topraklar Osmanlıların eline geçti. Kışı Şam'da geçiren Yavuz,
tekrar Mısır'a yöneldi. Yeni Memlûk Sultanı Tomanbay ile Kahire'nin
kuzeyindeki Ridaniye mevkiinde yapılan savaşı da Osmanlılar kazandı.
(22 Ocak 1517). Bu savaş Memlûk Devleti'nin sonu oldu. Suriye,
Filistin, Mısır ve Hicaz Osmanlı hâkimiyetine girdi. Hülagû'nun
Bağdat'ı işgal etmesiyle Memlûk himayesine giren halifelik müessesesi
de böylece Osmanlılara geçmiş oluyordu. Nitekim Mekke şerifi şehrin
anahtarını Yavuz Sultan Selim'e sunarak itaatini bildirmişti. Yavuz
dönemi Osmanlıların doğu'da ve İslâm dünyası'nda en büyük güç haline
geldiği bir dönemdir

YÜKSELİŞ DÖNEMİNİN ZİRVESİ

Kanuni Sultan Süleyman Yavuz Sultan Selim'in sekiz yıl süren hâkimiyet
devrinden sonra Osmanlı tahtına oğlu I.Süleyman geçti (1520).
I.Süleyman'ın 46 yıllık saltanatında Osmanlı Devleti siyasî, askerî ve
iktisadî açılardan zirveye ulaşmıştır. Bu sebeple dost düşman ona
Kanuni, Muhteşem, Büyük Türk gibi lâkaplarla hitap etmiş ve tarihe de
böyle geçmiştir.

a- Avrupa'daki Gelişmeler;
Kanuni döneminde özellikle Avrupa'da önemli dinî ve siyasî
değişiklikler söz konusudur. Güçlü Macar krallığının Osmanlı
hâkimiyetine girmesinden sonra, Kutsal Roma- Cermen İmparatoru Şarlken
en ciddî rakip hâline gelmiş, onun oluşturduğu imparatorluğun uzantısı
durumundaki Avusturya Arşidükalığı Osmanlılara sınırdaş olmuştur. Bu
devlet ile Avrupa'nın en güçlü hanedanı olacak olan Habsburglar
Avrupa'yı âdeta parselleyeceklerdir. Bu dönemde güçlenmeye başlayan
Protestanlık, Avrupa'da mezhep çatışmalarının şiddetlenmesine sebep
olmuştu. Doğu Avrupa'da da Lehistan ve Ortadoks Rusya güçlenmeye
başlamıştı. Kanuni, Avrupa'daki siyasî ve dinî çekişmelerden
faydalanarak, onların birleşmemesine özen göstermiş ve bunu bir devlet
politikası hâline getirmiştir. Yine bu dönemde Akdeniz'de ve
Okyanuslarda güçlü bir ticarî ve iktisadî filo oluşturan İspanyol ve
Portekiz donanmaları Venedik'in yerini almış görünüyordu.

b- Belgrat'ın Fethi ve Macaristan Seferi;
Fatih'in Sırbistan seferinde ele geçirilemeyen Belgrat, Avrupa içlerine
yapılacak akınlar için bir sıçrama noktası idi. Bu sebeple Kanuni,
Macaristan seferine çıktığında ilkin Belgrat'ı kuşattı ve ele
geçirdi(1521). Burayı bir üs olarak kullanan Osmanlılar artık
rahatlıkla Avrupa içlerine sefer yapabilecekti. Nitekim Şarlken'e
tutsak olan Fransa Kralı Fransuva'yı, kendisinden yardım talep etmesi
üzerine, kurtarmayı amaçlayan Kanuni, 1526 yılında karşısındaki
ittifakı parçalamak amacıyla yeniden Macaristan üzerine bir sefer
düzenledi. 29 Ağustos 1526'da Mohaç Meydan Muharebesi ile Macar
ordularını imha eden Kanuni, Budin'i (Budapeşte) ele geçirdi.
Macaristan'ın bir bölümü ilhak edildi ve kalan kısmı Erdel Krallığı
oluşturularak Osmanlı hâkimiyetine alındı.

c- Avusturya Seferleri;
Macaristan'ın ele geçirilmesi üzerine, ölen Macar kralı ile
akrabalığını öne süren Avusturya Arşidükü Ferdinand, Macar
topraklarında hak iddia etmiş ve Budin'i işgal etmişti. Bunun üzerine
Kanuni, yeniden Macaristan'a sefer düzenledi. Budin kurtarıldı. Ancak
Kanuni'nin asıl maksadı Viyana idi. Osmanlı ordusu şehri kuşattı ise de
ele geçirmeye muvaffak olamadı(1529). I.Viyana Kuşatması'nın sonuçsuz
kalmasından cesaretlenen Ferdinand, Budin'i tekrar işgal etti. Kanuni
ünlü "Alman Seferi" ile mukabele ederek işgal edilen yerleri geri aldı.
Ferdinand ile İstanbul'da bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre
Ferdinand, Macaristan üzerinde hak talep etmeyecek ve Osmanlı
hâkimiyetini tanıyacak ve elinde bulundurduğu Macaristan'a ait
topraklar için de Osmanlılara vergi verecekti.(1533).

Ferdinand'ın Macar kralının ölümünü fırsat bilerek anlaşmayı bozması
üzerine Kanuni yeniden sefere çıktı. 1562'deki bu sefer sonucunda
Macaristan'da Erdel Beylerbeyliği oluşturuldu. Avusturyalılar fırsat
buldukça Macar topraklarına tecavüz etmişler ve her seferinde de
Osmanlılardan gerekli cevabı almışlardır. Nitekim Kanuni'nin son seferi
de Avusturya'ya karşı olmuş ve Zigetvar Kalesi kuşatılmıştır (1566)

d- Fransa ile Münasebetler ve İlk Kapitülâsyon;
Avrupa birliğini sağlamak isteyen Roma-Cermen İmparatoru Şarlken, bu
maksatla Fransız Kralı Fransuva'yı esir etmişti. Kendisinden yardım
isteyen kral ile iyi ilişkiler kuran Kanuni böylece Şarlken'e karşı bir
müttefik kazanmış oluyordu. 1535 yılında iki ülke arasında ticaret ve
dostluk anlaşması imzalandı. Anlaşma ile her iki ülke serbest ticaret
hakkı elde edecek ve bu haklar iki hükümdarın yaşadığı sürece geçerli
olacaktı. Lâkin kapitülasyon adıyla tarihe geçecek olan bu ticarî
imtiyazlar sürekli hâle getirilmiş, sonraki devlet adamlarının
basiretsizliği sebebiyle tek taraflı işlemeye başlamış ve başka
devletlere de imtiyazların tanınmasıyla Osmanlı ekonomisi giderek dışa
bağımlı hâle gelmiştir.

e- İranla Münasebetler;
Şah İsmail'in yerine geçen oğlu I.Şah Tahmasp, babası gibi,
Osmanlıların düşmanı olan Venedik ve Avusturya ile ittifak kurmakta bir
beis görmüyordu. Osmanlı ordusu, Avrupa'ya sefere çıktığında Safaviler,
Doğu Anadolu topraklarına karşı saldırıya geçiyordu. Bu sebeple,
Kanuni, Irakeyn (iki Irak; Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap) seferi diye
bilinen bir sefere çıktı (1534-35). Tebriz ve Bağdat Osmanlı
topraklarına katıldı. Osmanlının Avrupa ile ilgilenmesinden yararlanan
Safaviler fırsat buldukça yeniden harekete geçtiklerinde, bölgeye 1555
yılına kadar Nahcivan ve Tebriz üzerine birkaç kez sefer
düzenlenmiştir. Osmanlılar karşısında fazla bir varlık gösteremeyen Şah
Tahmasp nihayet barış anlaşması imzalamayı kabul etmek zorunda kalmış
ve Amasya Antlaşması (1555) ile Osmanlı üstünlüğünü kabul ederek
Bağdat, Tebriz ve Doğu Anadolu'nun Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu
tasdik etmiştir.

f- Deniz Seferleri ve Fetihler;
Kanuni devri karada olduğu gibi denizlerde de büyük bir üstünlüğün
sağlandığı bir devirdir. Fatih'in alamadığı, St.Jean şövalyelerinin
elindeki Rodos ve çevresindeki adacıklar, başarılı bir kuşatma sonunda
ele geçirilmiş(1522), II. Bâyezid zamanından beri Akdeniz'de serbestçe
faaliyet gösteren Barbaros kardeşlerin devlet hizmetine alınmasıyla
deniz ve kıyılarda pek çok yer Osmanlı hâkimiyetine dahil olmuştur.
Cezayir'i ellerinde bulunduran ve Osmanlılar adına, 1492 yılında
İspanya'da soy kırıma uğrayan Musevîleri İstanbul'a gemilerle nakleden
Barbaros kardeşler haklı bir üne sahip olmuşlardı. 1533 yılında
Cezayir'i Osmanlılara bırakarak kaptan-ı deryalık görevini kabul eden
Barbaros Hayrettin Paşa (Hızır Reis), 1538 yılında Andrea Doria
komutasındaki Haçlı donanmasını Preveze'de büyük bir bozguna uğratarak,
Osmanlılardın Akdeniz'in tek hâkimi olduğunu bütün dünyaya kabul
ettirdi.

Barbaros'un ölümünden sonra yerine geçen Turgut Reis de fetihlere devam
etti.Nitekim St. Jean şövalyelerinin elinde bulunan Trablusgarp onun
tarafından fethedilmiş (1551), Preveze'den sonraki en büyük deniz
zaferi sayılan Cerbe Savaşı sonunda Haçlı donanması bir kez daha
hezimeti tatmıştır. Sadece Akdeniz'de değil Kızıl Deniz ve Hint
Okyanusunda da Osmanlı donanması faaliyette bulunmuştur. Uzak
denizlerde istenilen sonuçlar elde edilememişse de bu dönemde Yemen ve
Arabistan'ın güney kıyıları ile Habeşistan ele geçirilmiştir.

g- Kanuni'nin Ölümü ve Sonrası;
Zigetvar Muhasarası esnasında hastalanan Kanuni kalenin fethini
göremeden 66 yaşında öldü (1566). Siyasî, askerî ve iktisadî
bakımlardan Osmanlıyı zirveye çıkaran bu büyük hükümdarın yerine geçen
ne II. Selim (1566-1574) ne de III. Murat (1574-1595) aynı evsafta
kişiler değillerdi. Ancak Kanuni devrinde başlayan fetih rüzgârları o
derece şiddetliydi ki, bu hükümdarlar devrinde de hızını devam
ettirebildi. Şüphesiz bu başarılarda sadrazam Sokullu Mehmet Paşa'nın
dirayetli siyasetinin de rolü büyüktür. Anadolu'nun Akdeniz'e bakan
kıyılarında bir çıban başı gibi duran Venedik'in elindeki Kıbrıs bu
fetih rüzgârıyla kuşatıldı. Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı
donanması adayı ele geçirir geçirmez (1571), buraya Anadolu'nun çeşitli
sancaklarından Türkler yerleştirildi. Artık Kıbrıs da Türk olmuştu. Bu
durumu hazmedemeyen Venedik, İspanyol, Malta donanmaları papa ve diğer
bazı Avrupa devletlerinin de desteği ile harekete geçerek büyük bir
savaş filosu oluşturdular. Korent Körfezi yakınlarında, İnebahtı
önlerinde yapılan deniz savaşını Osmanlılar kaybetti (1571).

Ancak kendileri de oldukça fazla zaiyat verdiğinden, Haçlı donanması
Osmanlı kadırgalarını takip edecek durumda değildi. Sokullu kısa
zamanda donanmayı yenileyerek yeniden Akdeniz'e indirdi. Venedik bu
durum karşısında yeni bir savaşı göze alamadı ve Osmanlılara vergi
vermeyi kabul etti. Kılıç Ali Paşa komutasındaki donanma Tunus'u
yeniden Osmanlı topraklarına kattı (1574). Bu esnada II.Selim ölmüş ve
yerine III. Murat geçmişti. Bu padişah devrinde, Şah Tahmasp'ın
ölümüyle çalkanan İran'a savaş açıldı (1576) Gürcistan ve Azerbaycan'ın
büyük bir kısmının ele geçirilmesiyle neticelenen ilk seferden sonra
savaş 15 yıl sürdü. Bu uzun savaş ile daha fazla yıpranmak istemeyen
Osmanlı Devleti ile İran arasında 1590'da bir barış anlaşması yapıldı.
Yine bu dönemde başlayan Türk-Macar Savaşı I.Ahmet devrine kadar devam
etti. Don ve Volga nehirlerini birleştirmeyi amaçlayan kanal projesi
ile Süveyş kanalı teşebbüsünün mimarı olan Sokullu'nun 1579'daki ölümü
ile Osmanlı Devleti büyük bir yara almıştır. Özellikle III.Murat'ın
oğlu III.Mehmet'in (1595-1604), hükümet işlerini annesine bırakıp, bir
köşeye çekilmesi Osmanlı'yı XVII. yüzyılda daha kötü yılların
bekleyeceğinin âdeta habercisi idi.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:17 pm
DURAKLAMA DÖNEMİ VE SON BAŞARILAR

III. Mehmet zamanında Avusturya'ya karşı devam ettirilen savaşlarda
Eğri, Kanije ve Haçova zaferleri elde edilmişse de I. Ahmet
(1604-1617), Zitvatorok Antlaşmasını imzalayarak (1606), Osmanlının,
Avrupa'daki üstünlüğünün sona erdiğini bir anlamda kabul ediyordu. Her
ne kadar ele geçen topraklar bu anlaşmayla Osmanlıda kalıyorsa da,
artık iki devletin "eşit" sayıldığı hükme bağlanmıştı. XVI.yüzyıl
başlarından itibaren Avusturya ve İran'la girilen uzun savaşlar,
ehliyetsiz idareciler, liyakatin yerini iltimas ve rüşvetin alması,
buna bağlı olarak devletin askerî ve iktisadî düzeninin temelini
oluşturan timar sisteminin bozulmaya başlaması, devletin güç ve
otoritesini, halkın huzur ve asayişini güvenliğini sarsmıştır. XVII.
yüzyıla girilirken bu olumsuz şartlar, anarşinin artmasına sebep
olmuştur. Merkez ve taşra teşkilâtında görülen bozulmalar, pek çok
isyanın çıkmasını ve dolayısıyla devlet nizamının sarsılmasını
beraberinde getirmiştir. Bu isyanları üç grupta toplamak mümkündür;
Taşrada çıkan Celalî İsyanları, Eyalet isyanları ve İstanbul merkezli
kapıkulu isyanları. Celalî isyanlarının en önemli sebepleri, yukarıda
da belirttiğimiz gibi, devletin uzayan savaşlara bağlı olarak azalan
gelirlerini karşılayabilmek için vergileri artırması, timar
sistemindeki bozulmalar ve köylünün artan vergilere karşı
huzursuzlukları idi. Halkın devlete olan güveninin sarsılması,
isyancıların gücünü daha da artırıyordu.

Kalenderoğlu, Karayazıcı, Deli Hasan gibi Celâlîlerin isyanlarına,
medrese öğrencisi suhteler ve başıboş leventlerin isyanları da
eklenince, devlet isyanları bastırmada oldukça zorlandı. Bu isyanlar
yüzünden özellikle Anadolu'da dirlik ve düzenlik kalmadığı gibi,
iktisadî durum da oldukça bozulmuştur. Yine bu otorite boşluğu
nedeniyle Erzurum ve Sivas gibi yerlerin valileri ile Yemen, Bağdat,
Eflâk, Boğdan gibi bağlı eyaletlerin yerli yöneticileri de isyan
etmişlerdi. İstanbul'daki yeniçerilerin ulûfelerini zamanında
alamamalarını bahane ederek çıkardıkları isyanlar doğrudan sarayı hedef
almıştır. Fesat yuvası hâline gelen Yeniçeri Ocağı'nı düzenlemek
isteyen II. Osman (1618-1622) yeniçerilerin hışmına uğramış, isyancılar
sarayı basmıştır. Yeniçeriler, Genç Osman'ı tahttan indirerek yerine,
III. Mehmet'in kardeşi I.Mustafa'yı getirmişler ve bununla da
kalmayarak, Genç Osman'ı Yedikule Zindanlarında katletmişlerdir.Bu olay
yeniçerilerin bir padişahı tahttan düşürüp, katletmelerinin ilk örneği
olması açısından dikkat çekicidir. Yeniçerilerin başa geçirdiği
I.Mustafa'nın bir yıl sonra ölmesiyle, Osmanlı tahtına IV. Murat geçer
(1623-1640), genç padişah, hâkimiyetinin ilk on yılında devlet
idaresindeki inisiyatifi valide Kösem Sultan'a bırakmış ve güçlenene
kadar fesat çıkaranlara karşı tedbirli davranmıştır. Ancak saraydaki
huzursuzluk ve Anadolu'da yeniden patlak veren isyanların tehlikeli
boyutlara ulaşması üzerine 1632'de duruma müdahale eden IV. Murat, kısa
zamanda otoriteyi tesis etmiştir. Sert tedbirlerle nifak çıkaranları,
şeyhülislâm ve kardeşleri de dahil, öldürtmekten çekinmemiş, boşalan
devlet hazinesini yeniden çeki düzene koymuştur. Toparlanan Osmanlı
Devleti, Bağdat'ı ele geçiren İran'a savaş açtı. IV. Murat, ünlü
seferiyle Bağdat'ı geri aldı (1638). İran ile yapılan Kasr-ı Şirin
Antlaşmasıyla (1639), bugünkü sınırlara yakın olan Türk-İran sınırı
yeniden çizildi. 1640'ta, IV. Murat'ın ölmesi üzerine yerine kardeşi I.
İbrahim geçti(1640-1648). Fakat onun sekiz yıllık saltanatında devlet
her açıdan kötülemeye başlamıştı. Sonunda 1648 yılında o da öldürüldü
ve çocuk yaştaki IV. Mehmet Osmanlı tahtına çıkarıldı (1648-1687).
Harem ve Yeniçeri Ocağı devlet işlerine istedikleri gibi müdahale eder
olmuşlardı. Bu kötü gidiş 1656'da Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazamlık
vazifesine getirilmesine kadar devam etti.Köprülü Mehmet Paşa ve onun
ailesinden olan diğer sadrazamlar XVIII. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı
Devleti'nin idaresinde belirleyici bir rol oynamışlardır. Köprülüler
Devri olarak bilinen bu dönemde geçici de olsa bir istikrar sağlanmış
ve Osmanlılar son fetihlerini bu devirde gerçekleştirebilmişlerdir.
Köprülü Mehmet Paşa, içerde sükûneti sağladığı gibi, Venediklilerin
eline geçmiş olan Bozcaada ve Limni'yi geri alıp, Çanakkale Boğazı'nı
ablukadan kurtardı. Köprülü Mehmet Paşa öldüğünde, padişah yine geniş
yetkilerle oğlu Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'yı sadarete getirdi(1661).
Erdel işlerine karışan Avusturya'ya karşı başlatılan savaşta Fazıl
Ahmet Paşa, Uyvar'ı fethetti. Avusturya yapılan anlaşmayla, Erdel ile
Uyvar ve Neograt kalelerinin Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu kabul etti.
Uzun süredir kuşatılan, Venedik'in elindeki Girit, Kandiye Kalesi'nin
düşmesiyle Osmanlı hâkimiyetine girdi(1669). Lehistan'a yapılan sefer
sonucunda Podolya da Osmanlı topraklarına katıldı (1676).

Büyük başarılara imza atan Fazıl Ahmet Paşa'nın genç yaşta ölmesi
üzerine, IV. Mehmet, Köprülü'nün damadı Kara Mustafa Paşa'yı
sadrazamlığa getirdi(1676). Kara Mustafa Paşa, Çehrin'i ele geçirdi
(1678). Bu zaferden sonra, Ruslar, Dinyeper nehrinin sağında kalan
toprakları Osmanlılara bırakmak zorunda kaldıkları ilk anlaşmayı
Türklerle yapmıştır (1681). Zaferlerin devamı getirerek Osmanlı'yı
yeniden Avrupa'daki en geniş sınırlara ulaştırmak isteyen Kara Mustafa
Paşa, Orta Macaristan'da, Katolik Avusturya'ya karşı isyan eden
Protestan Macarları himayesine aldı. İmre Tököli Osmanlılar tarafından
Orta Macaristan kralı olarak tanındı. Mustafa Paşa, büyük bir orduyla
Viyana'ya sefer düzenledi. Kanuni'nin ele geçiremediği Avusturya'nın
merkezi Viyana'ya karşı başlatılan bu ikinci sefer boyunca Osmanlılar
hiçbir direnmeyle karşılaşmadılar. 1683'te kuşatma başladığında,
Avusturya imparatoru çoktan şehri terketmişti. Ancak kuşatmanın uzun
sürmesi, Lehistan ve Alman askerlerinin, şehrin imdadına yetişmesiyle
neticelendi. İki ateş arasında sıkışan Kara Mustafa Paşa, büyük bir
bozguna uğradı. (12 Eylül 1683). Osmanlılar Belgrat'a kadar geri
çekilmek zorunda kaldı. Viyana bozgunu, sadrazamın Belgrat'ta hayatına
mal olmuştu. Osmanlı devletine karşı Avusturya, Lehistan, Malta,
Venedik ve son olarak Rusların katıldığı(1696) büyük bir ittifak
oluşturuldu.

Osmanlılar dört cephede bu ittifaka karşı mücadele verdiği sırada, içte
de huzursuzluk artmaktaydı. IV. Mehmet tahttan indirilmesiyle yerine
II. Süleyman (1687-1691) , II.Ahmet (1691-1695) devirlerinde
huzursuzluk devam etti. Bu dönemde yine bir Köprülüzade olan Fazıl
Mustafa Paşa, ordu ve maliyeyi düzene koymaya yönelik başarılı
icraatlerde bulunmuş ise de aynı aileden Hüseyin ve Nu'man Paşalar,
sadaret makamında başarı sağlayamamışlardı.

II. Mustafa (1695-1703), Viyana bozgunu ve ardından gelen toprak
kayıplarını önlemek amacıyla üç kez Avusturya'ya sefer düzenledi, ilk
iki seferde kısmen başarı sağlandıysa da son seferde Osmanlı ordusu
Zenta denilen yerde bozguna uğradı. Bunun üzerine İngiltere'nin araya
girmesiyle Osmanlılar, ittifak güçleriyle Karlofça Antlaşması'nı
imzalamak zorunda kaldı (26 Ocak 1699). 25 yıl için geçerli olacak bu
anlaşma sonunda, Avusturya'ya Macaristan'ın büyük bir bölümü ve Erdel,
Venediklilere Dalmaçya kıyıları ve Mora, Lehistan'a ise Podolya ve
Ukrayna bırakılıyordu. Rusya ile yapılan üç yıllık ayrı bir anlaşma ile
de Azak Kalesi Ruslara terk ediliyor ve onların İstanbul'da daimî bir
elçi bulundurmaları kabul ediliyordu. Karlofça Antlaşması, Osmanlıların
toprak kaybıyla neticelen şimdiye kadar imzaladıkları en ağır anlaşma
idi.I.Edirne Vakası adı verilen bir ayaklanma ile Osmanlı tahtına III.
Ahmet geçirildi (1703-1730). Rusya bu dönemde hem Doğu Avrupa hem de
Karadeniz istikametinde topraklarını genişletme gayesini gütmekteydi.
Poltova yenilgisinden sonra Osmanlılara sığınan İsveç Kralı XII. Şarl,
iki ülke arasında yeniden bir savaşın başlaması için bir vesile oldu.
Bu savaş ile Osmanlılar, Karlofça'da kaybettikleri toprakları tekrar
kazanma fırsatını bulacaktı. Nitekim Prut'ta sıkıştırılan Ruslar
(1711), anlaşma yaparak, Azak'ı terk etmek zorunda kaldılar. Karadağ'da
isyan çıkartan Venedik'e karşı açılan savaşlarda ise işgal altındaki
Mora kurtarıldı. (1715). Bu başarılar üzerine, sıranın kendisine
geldiğini düşünerek harekete geçen Avusturya, Osmanlıları yenilgiye
uğrattılar.

Temeşvar ve Belgrat düştü. Osmanlılar Pasarofça Antlaşmasını
imzalayarak (1718), Temeşvar ve Belgrad ile birlikte Küçük Eflâk ve
Kuzey Sırbistan'ı Avusturya'ya bıraktı. Dalmaçya kıyılarındaki bazı
kalelerin Venedik'e terki mukabilinde Mora muhafaza edildi.
Osmanlılardın Balkanlar ve Orta Avrupa seferleri için staratejik bir
mevkiide olan Belgrat'ın düşmesi, ağır sonuçlar doğurmuştur.Avusturya,
Belgrat'tan Balkan içlerine sarkmakta daha başarılı olacaktır.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:17 pm
LALE DEVRİ
Pasarofça Antlaşması neticesinde ortaya çıkan barışı iyi kullanmak
isteyen Osmanlılar, artık Avrupa karşısında savunma durumunda
kalacağını anladığından, Balkanlardaki sınır kalelerini tahkim etme,
bölge halkını yanında tutmak için vergileri azaltma siyaseti uygulamaya
ağırlık vermekteydi. Damat İbrahim Paşa, Osmanlılara üstünlük kurmuş
olan Avrupa'yı her yönüyle tanımak için Avrupa başkentlerine elçiler
göndertti. 1718-1730 yılları arasındaki bu dönem, sanatta lâle
motifinin işlenmesi sebebiyle "Lâle Devri" adıyla anılmaktadır. Bu
dönemde matbaa açılması, çini ve kumaş fabrikası kurulması gibi bazı
müspet yenilikler yapılmışsa da, III. Ahmet ve saray çevresinin şaşalı
eğlenceleri ve harcamaları huzursuzluğu artırmaktaydı. Damat İbrahim
Paşa'nın, İran'a karşı başlatılan savaşta (1722) kesin netice alamaması
ve uzayan savaş esnasında Tebriz'in sadrazamın gizli emriyle İran'a
terk edildiği haberi, muhalefetin harekete geçmesine yetti.

Patrona Halil Ayaklanması'nın patlak vermesiyle bu dönem sona eriyordu.
Damat İbrahim Paşa ve yakınlarıyla Sultan III. Ahmet asiler tarafından
katledildiler (1730)Bu olayın ardından III. Ahmet'in yeğeni I.Mustafa
hükümdarlığa getirildi. (1730-1754). Kafkaslardaki sınır olaylarını
bahane eden Rusya, Kırım Tatarlarına karşı büyük bir saldırı başlattı.
Azak ve Bahçesaray Rusların eline geçti (1739). Fransa'nın da
teşvikiyle Osmanlılar, Rusya'ya karşı savaş ilân etti. Rusya'nın
yanında savaşa katılan Avusturya da, Eflâk ve Boğdan'a girmişti.
Osmanlılar iki cephede de büyük başarılar kazandılar. Prusya, Fransa ve
İsveç'in Osmanlılara yakınlaşması, Osmanlılar karşısında ummadıkları
bir yenilgi tadan Rusya ve Avusturya'yı barış yapmaya zorladı. Bu savaş
sırasında tekrar Osmanlıların eline geçen Belgrat'ta bir anlaşma
imzalandı (18 Eylül 1739). Belgrat Anlaşmasıyla, Avusturya, Pasarofça
barışıyla elde ettikleri tüm topraklardan geri çekildiler. Ruslar da
Azak'ı terkederek bölgedeki kıyı ve deniz ticaretinin Osmanlı
gemileriyle yapılmasını kabul etti. Bu anlaşma geçici de olsa
Osmanlıların toparlanmasını sağlamıştır.

Savaşta Türklerin tarafını tutan Fransa'yla, Kanuni döneminde tanınan
imtiyazları genişleten ve süre tahdidi koymayan yeni bir kapitülâsyon
antlaşması imzalanmıştır (1740). Damat İbrahim Paşa zamanında başlayan
İran savaşları Lâle Devri'nden sonra da devam etmekteydi. Ruslar, çöküş
dönemine giren Safavilerin elindeki Azerbaycan ve Dağıstan'ı işgal
etmişlerdi.

Şirvan halkının talebi üzerine Osmanlılar duruma müdahale etmiş, iki
ülke arasında çıkabilecek savaş Fransa'nın araya girmesiyle önlenmişti.
Rusya'nın kuzeydeki işgaline karşın Osmanlılar da Güney Azerbaycan'ı
topraklarına kattılar. Şah Tahmasp 1732'de Osmanlılar ile barış yaptı.
Bu durumu kabullenemeyen Afşar Nadir Bey, Şah Tahmasp'ı devirerek kendi
hâkimiyetini ilan etti (1736). Osmanlılar bazı toprakları Nadir Han'a
bırakmaya razı oldu. Her iki taraf için de yıpratıcı olan bu uzun
savaşlar, Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla çizilen sınırların aynen kabul
edildiği 1746 anlaşmasıyla son bulmuştur.

I.Mahmut döneminde, başarılı savaşların yanı sıra, ordu içinde de yeni
düzenlemelere gidilmiştir. Aslen Fransız olup Osmanlı hizmetine girerek
beylerbeyi olan Ahmet Paşa, Humbaracı Ocağı'nı kurarak (1734), batı
savaş tekniklerini burada hayata geçirmiş idi. I.Mahmut'un üvey kardeşi
III.Osman'ın (1754-1757) yerine geçen, amcaoğlu III. Mustafa
(1757-1773) zamanında da ordu içerisinde bazı ıslahatlar devam
ettirilmiştir. Nitekim onun döneminde Tophane ıslah edilerek yeni ve
güçlü toplar dökülmüş, donanma yenilenmiştir. Ancak, Rusya ile başlayan
harpler bu yeniliklerin yeterli olmadığını gösterecektir

GERİLEME DÖNEMİ VE GERİLEMEYİ DURDURMA ÇABALARI

1764 yılında Rusya, Osmanlıların toprak bütünlüğünü garanti ettiği
Lehistan'ı işgal etmiş ve kaçan mülteciler Osmanlı sınırını geçen
Ruslar tarafından katledilmiştir. Bu olay üzerine Osmanlı Devleti
Rusya'ya savaş ilân etmiştir(1768). Ruslar, Baserabya ve Kırım'ı işgal
ettikleri gibi, İngilizlerin de yardımıyla, Baltık filosonu Akdeniz'e
göndererek, Mora Rumlarını isyana teşvik etmişler ve Çeşme'de demirli
Osmanlı donanmasını gafil avlayarak, gemileri yakmışlardır. Bu arada
Mısır'da da bir isyan hareketi başlamıştır. Ruscuk ve Silistre
önlerinde Osmanlı kuvvetlerinin mevzii başarılar kazanmasının ardından
II. Katerina, Lehistan işini halletmeyi plânladığından Osmanlılarla
anlaşma yapmayı kabul etmiştir.

I.Abdulhamit'in (1773-1789) başa geçmesinden sonra imzalanan Küçük
Kaynarca Antlaşması ile (21 Temmuz 1774) Kırım Hanlığı Osmanlıdan
kopartılarak sözde bağımsız bir devlet olmuş, Baserabya, Eflâk, Boğdan
Osmanlılarda kalmış, ancak Azak ve Kabartay bölgesi Rus hâkimiyetine
geçmiştir. Ruslar bu anlaşmayla İngiltere ve Fransa'ya tanınan
kapitülâsyonları da kazanmış ve her yerde konsolosluk açma hakkını elde
ederek, Osmanlının iç işlerine karışabileceği bir ortamı kendine
hazırlamıştır. Nitekim 1783'te Kırım'ı işgal ve ilhak eden Rusya,
Karadeniz'e hâkim olarak, sıcak denizlere inme politikasını
gerçekleştirme yönünde büyük bir adım atmış, Ortadoksları himaye
bahanesiyle de Balkanlardaki nüfuzunu kuvvetlendirmiştir.

Rusya'nın nihaî amacı, İstanbul'u ele geçirerek Bizans'ı yeniden
diriltmek idi. İşte bu maksatla, Osmanlı Devleti'ni taksim etmek üzere
Avusturya ile gizli bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmayı haber alan
Osmanlı Devleti, Prusya ve İngiltere'nin de tahrikiyle Rusya'ya karşı
savaş açtı. Halkın infialine neden olan Kırım'ı geri almak Osmanlının
en büyük arzusuydu. Ancak bu savaşa Rusya'nın müttefiki olan
Avusturya'nın da katılmasıyla, Osmanlılar iki cephede birden mücadele
etmek zorunda kaldılar(1788). Avusturya'ya karşı iki kez savaş
kazanıldı.

Belgrat ve Banat ele geçirildi. Ancak Rusya'ya karşı doğu cephesinde
başarı sağlanamadı. Bu tarihlerde Osmanlı tahtına III. Selim çıkmıştı
(1789-1807). III. Selim İsveç ile bir anlaşma yaparak Rusya'ya karşı
bir müttefik kazanmıştı. Ancak Rusya Bükreş ile Küçük Eflâk'ı almış,
ardından da Belgrat ve Bender düşmüştü. 1790'da Avusturya İmparatoru
II.Joseph ölünce iç ayaklanmalar baş göstermiş ve Fransız ihtilalinin
etkileri bu ülkede de hissedilmeye başlanmıştı. Bunun üzerine yeni
İmparator II.Leopold, Ziştovi anlaşmasını imzalayarak Osmanlılarla olan
savaşı sona erdirdi (1791). Bu anlaşma mevcut statükoyu muhafaza eden
maddelerden ibaretti. Rusya ile de, İspanya'nın aracılığıyla Yaş Barış
Antlaşması imzalandı (1792). Rusya'nın savaş sırasında işgal ettiği
yerlerden sadece Özi, anlaşmayla verilmiş oluyordu. Hem Avusturya hem
de Rusya bu anlaşmalarla, Fransa ve Lehistan'daki gelişmelere
dikkatlerini verirken, Osmanlı Devleti de gerekli ıslahatları yapmak
için bir soluklanma zamanı bulabilecekti.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:17 pm
19.Y.Y. OSMANLI DEVLETİNDE ISLAHAT ÇABALARI

NİZAM-I CEDİT
İyi bir eğitim görmüş olan III. Selim bu barış döneminden faydalanarak,
devlet içinde, özellikle askerî alanda, ıslahatlar yapmak istiyordu. Bu
maksatla, Nizâm-ı Cedit adı verilen ilk ıslahat hareketiyle, yeni bir
ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocağı'nı kaldıramayacağını bildiğinden,
öncelikle Nizâm-ı Cedid denilen bu orduyu batılı tarzda düzenleyip,
başarısını kanıtlamak gerekliydi. Ancak bundan sonra Yeniçeri Ocağı
lağvedilebilirdi. Fakat kendileri aleyhine ortaya çıkan gelişmelerden
endişe duyan Yeniçeriler, bazı devlet adamlarını da yanlarına çekerek
yeniliklere karşı çıktılar ve isyan ettiler. Üstelik bu arada Napolyon
Bonapart, bir orduyla Mısır'ı işgale başlamıştı (1798). Osmanlılar,
Rusya, İngiltere ve Sicilya'nın da menfaatlerine dokunan Fransız
işgaline karşı harekete geçti. Ehramlar savaşıyla, Mısır'ı ele geçirip,
kuzeye yönelen Bonapart, Akka'da Osmanlı savunmasını geçemedi (1799).
Kuşatmayı kaldıran Napolyon geri dönerken, yerine bıraktığı ordu
komutanları da mağlûp edildiler. Neticede Fransızlar Mısır'ı terk etmek
zorunda kaldı(1801). Fransa'yı barışa zorlayan önemli bir sebeplerden
birisi de, Akdeniz'de Rus ve Türk donanmalarının iş birliği yapmaları,
İngiltere'nin Fransız savaş ve ticaret gemilerini taciz etmesiydi.
Fransa'nın Akdeniz ve Orta Doğu'daki ticarî menfaatlerinin zedelenmesi
onları barışa zorlamaktaydı.

1802'de imzalanan anlaşmayla Fransa bölgede yine ticaret yapma
güvencesi almış ve kapitülâsyon hakkını elde etmiştir. Bu olayı bahane
ederek Akdeniz'e inen Rus donanması, Osmanlı donanmasıyla birlikte
Fransa'nın elindeki bazı adaları ele geçirmiş idi. Fakat halk, ebedî
düşman olarak gördüğü Rusya ile iş birliği yapılmasına büyük tepki
göstermiş ve bunun sonunda III. Selim'e ve ıslahatlarına karşı cephe
genişlemişti. Üstelik Napolyon'un, Orta Doğu'da Araplara yönelik
propagandasının da etkisiyle bölgede bazı isyanlar çıkmıştı. Böylece
Bulgaristan ve Sırbistan'da çıkan isyanlara bir de Suriye'de ve
Hicaz'da çıkan isyanlar eklenmiş oluyordu. Vehhabiler ayaklanarak,
1803-1804'te Mekke ve Medine'yi ele geçirmişlerdi. Osmanlıların tekrar
Fransa ile yakınlaşmaları, İngiliz ve Rusları harekete geçirmiş ve
sonunda Rusya Eflak ve Boğdan'ı işgal etmişti. Bu savaş sürerken
Nizâm-ı Cedit'in Rumeli''ye de kaydırılmasından memnun olmayan
isyancılar Şehzade Mustafa'nın tahrik ve teşvikiyle birleşerek İkinci
Edirne Vak'ası denilen büyük bir ayaklanma başlatmışlardı (1806).
Neticede İstanbul'da patlak veren Kabakçı Mustafa İsyanı III. Selim'in
sonunu hazırladı. Saraya giren isyancılar III. Selim'i tahttan
indirerek yerine IV. Mustafa'yı tahta geçirdiler (29 Mayıs 1807).
Nizâm-ı Cedid lağvedildi. Fakat III.Selim'e bağlı olan Ruscuk
bayraktarı Mustafa, yenilik taraftarlarıyla birleşerek, karşı darbede
bulundu. Amacı III. Selim'i yeniden tahta çıkarmaktı. IV. Mustafa'nın,
sabık padişahı öldürttüğünün öğrenilmesi üzerine, kardeşi II.Mahmut
başa geçirildi (28 Temmuz 1808).

Alemdar Mustafa Paşa sadareti üslenerek, III. Selim'in başlattığı
ıslahatları devam ettirmeye çalıştı. Nizâm-ı Cedit'i,ekbân-ı Cedit adı
ile yeniden canlandırdı. Ancak ulemayı ve yeniçerileri memnun edemeyen
Alemdar Mustafa Paşa, 1809'da çıkan bir isyanda öldü.


1- II.MAHMUT ISLAHAT HAREKETLERİ;

II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik hareketleri
ile hem de etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı Devleti'nin yol
ayrımına girdiği bir dönemi ifade eder. II.Mahmut, öncelikle orduyu
baştan aşağı düzenlemek ile işe başladı.Yeniliklere karşı çıkan
Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile ortadan kaldırıldı. Vak'a-yı Hayriye
olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle (15-16 Haziran 1826), yeni
bir ordu oluşturuldu. Ancak yeniçeriler bu düzenlemeye boyun eğmeyerek
isyan ettiler. Sadrazam'ın sarayını basan yeniçeriler sadrazamın ve
ıslahatçıların başlarını istediler. Ancak At Meydanı'nda toplanan
yeniçeriler dağıtıldı, ocakları bombalandı. Böylece Avrupa tarzında
yeni bir ordunun kurulması yönündeki en büyük engel ortadan kaldırılmış
oluyordu. II. Mahmut hükûmet teşkilâtında da değişikliklere giderek
kabine ve nezaret (bakanlık) usulünü benimsedi. 1836 yılında Dahiliye
ve Hariciye Nazırlıkları kuruldu. Avrupa devletleri ile A.B.D ile
ticarî anlaşmalar yapıldı. İktisadî ve adlî sistemde değişikliklere
gidildi. Avrupa tarzında eğitim veren rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye
okullarının açılması vb. gibi eğitim alanında da ıslahatlar
gerçekleştirildi. Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler
devletin içinde bulunduğu zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı
coğrafyasındaki parçalanma II.Mahmut döneminde daha da hissedilir hale
geldi.

2- SIRP VE YUNAN İSYANLARI;
Fransız İhtilâli'nin getirdiği milliyetçi fikirlerle temellendirilen
ancak, daha ziyade arkasında Rusya ve diğer Avrupa devletlerinin teşvik
ve tahriki olan etnik ve mahallî isyanlar bu dönemde alevlendi.
III.Selim zamanında isyan eden Sırplar, 1812 Bükreş Antlaşması ile bazı
imtiyazlar almalarına rağmen, yeniden ayaklandılar. Yeniçeri Ocağının
kaldırıldığı tarihlerde Sırplarla kısmî bir anlaşmaya varıldı. Ancak
1830'da bir hatt-ı şerif ile Sırbistan'ın Osmanlı hâkimiyetinde bir
prenslik olarak varlığı kabul edildi. Rusya'nın XIX. yüzyıla girerken
Osmanlıya karşı sürdürdüğü savaşların altında Balkanları ve özellikle
Rumları Osmanlı Devleti'nden koparmak yatıyordu. Nitekim Odessa'da
yeniden örgütlendirilen Etnik-i Eterya adlı cemiyetin başkanlığına
Yunan İsyanı sırasında Çar I.Alexsandre'ın yaveri Prens İpsilanti
getirilmişti. Yapılan plana göre Yunanistan, Yanya ve Tuna civarında
isyanlar çıkarılacaktı. İpsilanti 1821'de Romanya'ya geçerek
Ortodoksları ayaklandırmaya çalıştı fakat başarılı olamadı. Çar,
Türklere yenilerek Macaristan'a kaçacak olan İpsilanti'yi
desteklemekten vazgeçti. Bu sırada Mora'da da Patras başpiskoposu isyan
etmişti (25 Mart 1821). 1822'de Yunanlılar bağımsız olduklarını ilân
ettiler, Mora'da ve adalarda çok sayıda Türk'ü katlettiler. Rusya ve
Avrupa bu isyanı gayriresmî yollardan desteklemekteydiler.

Girit ve Mora valiliğinin kendisine verilmesini II.Mahmut'a kabul
ettiren Mehmet Ali Paşa bu isyanı bastırmakla görevlendirildi. 1822'de
Girit'e, 1824-25'te Mora'ya girildi. Bu gelişme karşısında Rusya,
Fransa ve İngiltere aralarında anlaşarak (1827), Yunanistan'ın özerk
bir prenslik olarak kabul edilmesi hususunda Osmanlıları sıkıştırmak
istediler. Türkler bu olayı iç işlerine müdahale olarak kabul edip,
teklifi reddetti. Bunun üzerine Osmanlı ve Mısır donanması Navarin'de,
bir kaza sonucu(!), yok edildi. Üç ülkeyle ilişkiler kesildi ve 1828'de
Rusya, müttefiklerinin desteğiyle Osmanlı Devleti'ne savaş ilân etti.
Rus ordusu doğuda Erzurum'u ele geçirdi. Batıda ise Edirne işgal
edildi. Padişah, Prusya, Fransa ve İngiltere elçilerini araya sokarak,
Londra Protokolünü kabul edeceğini bildirdi. Böylece Edirne
Antlaşması(1829) ve ardından Londra Konferansı (1830) imzalandı.
Antlaşma ile Prut iki ülke arasında sınır oluyor, Eflâk, Boğdan ile
Sırbistan'ın özerkliği kabul ediliyordu. Girit'in Osmanlılarda kalması
şartıyla Yunanistan'ın bağımsızlığı da tasdik ediliyordu.


3- MEHMET ALİ PAŞA İSYANI VE MISIR MESELESİ;
Mora'nın elden çıkmasıyla, oğlu İbrahim'in Mora valisi olma ümidini
kaybeden Mısır Valisi M.Ali Paşa, II.Mahmut'tan, yardımlarına karşılık,
Suriye'nin idaresini istedi. Bu isteğin reddedilmesi üzerine M.Ali Paşa
harekete geçti ve Filistin ile Suriye'ye girdi (1831). Akka ve Şam,
oğlu İbrahim tarafından ele geçirildi. İbrahim Paşa, kısa zamanda
Anadolu'ya kadar ilerledi.

Konya yakınlarındaki savaşta Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Her
birinin ayrı hesabı olduğu büyük devletler, telâşlanarak araya girmek
istediler. Fransa ve İngiltere'nin anlaşamaması üzerine, Rusya durumdan
faydalandı. Zor durumdaki I.Mahmut, Rus ordusunun ve donanmasının
İstanbul yakınlarına gelmesine müsaade etti. Rusya'nın kârlı
çıkmasından endişelenen Fransa ve İngiltere, II.Mahmut ile anlaşma
yapması için M.Ali Paşa'ya baskı yaptılar. Neticede Kütahya Antlaşması
imzalandı (1833). Bu anlaşmayla, Mehmet Ali Paşa, Mısır ve Girit'ten
başka Şam ve oğlu İbrahim de, Cidde valiliği yanı sıra Adana'yı
uhdelerine alacaklardı. Rusya, yardımlarına karşılık II.Mahmut ile
Hünkar İskelesi Antlaşması diye bilinen bir anlaşma yaparak,
İstanbul'daki durumunu kuvvetlendirmeyi başardı (1833). Anlaşmaya göre
Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün garantisi ve gereğinde
Osmanlının yardımına koşulması karşılığında Rusya, Boğazların bütün
yabancı savaş gemilerine kapatılmasını kabul ettiriyordu. II.Mahmut,
Kütahya anlaşmasından memnun değildi. Bu sebeple M.Ali Paşa'ya karşı
yeniden harekete geçti. Fakat Osmanlı ordusu Nizip'te bir kez daha
yenildi (1839). Üstelik Kaptan Paşa, Osmanlı donanmasını Mısır'a teslim
etmişti. Bu arada II. Mahmut ölmüş ve yerine I.Abdulmecit geçmişti
(1839-1861).


4- MISIR MESELESİ’NİN ÇÖZÜMÜ VE BOĞAZLAR MESELESİ;
Rusya'nın Hünkar İskelesi Antlaşmasına dayanarak duruma tek başına
müdahale etmesini uygun bulmayan İngiltere ve Fransa yeniden devreye
girdiler. Avusturya ve Prusya'nın da katılmasıyla Londra'da bir
konferans toplandı (1840). Toplantıda Mehmet Ali Paşa'nın veraset
yoluyla Mısır valiliğine sahip olması karşılığında, Suriye'den ve
elinde tuttuğu Osmanlı donanmasından vazgeçmesi istendi. Konferans
kararlarını M.Ali Paşa'nın tanımaması üzerine İngiltere Suriye
limanlarını donanması ile topa tuttu. Nihayet M.Ali Paşa durumu kabul
etti. I.Abdulmecit de iki ferman yayımlayarak onun valiliğini onayladı.

Ardından İngiltere kendileri aleyhine olan Hünkar İskelesi
Antlaşması'nın yürürlükten kaldırılmasını öngören uluslararası bir
konferansa ev sahipliği yaptı. Londra Antlaşması ile (Temmuz 1841),
İstanbul ve Çanakkale boğazları'nın barış zamanında savaş gemilerine
kapalı tutulmasının kararlaştırıldığı bir Boğazlar Sözleşmesi
imzalandı. Böylece İngiltere, Rusya'nın elinden inisiyatifi almış
oluyordu.

TANZİMAT DÖNEMİ
Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri, Osmanlı
Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki
başarısızlıklarını önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak
Avrupa ve Rusya'nın mütemadiyen iç işlerine müdahale etmesi, Osmanlı
Devleti'ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya
zorlamaktaydı. Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin
müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere
gidilmesi düşünülmekteydi. Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa'nın
hazırladığı düzenlemeler, I.Abdülmecit tarafından tasdik edilmişti. 3
Kasım 1839'da I.Abdülmecit "Gülhane Hatt-ı Hümayunu"nu ilan ettirdi.

Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan
herkesin eşit olması, herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı
ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yılı geçmemesi
gibi hükümler yer alıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa
tarzına öykünen idarî düzenlemelerde de bulundu. Bu şekilde Avrupa
devletlerinin en azından bazılarının, Osmanlı Devleti'nin toprak
bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat gelişen
siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacağını gösterecektir.


1- ŞARK MESELESİ VE KIRIM SAVAŞI;
Tanzimat döneminde nispeten sağlanan barış ortamı, Rusya'nın
müdahalesiyle tekrar bozulmaya başladı. Balkanlarda panislavist bir
politika izleyen Rusya, aynı zamanda "Kutsal yerler sorunu"nu ortaya
atarak, doğrudan doğruya Osmanlı Devletinin varlığını hedef almaktaydı.
Avrupalılar tarafından "Şark Meselesi", önceleri Osmanlı Devleti'nin
toprak bütünlüğünün sağlanması şeklinde düşünülürken, daha sonra bu
toprakların paylaşımı sorunu hâline dönüştürüldü. Çünkü Osmanlı Devleti
artık bir "hasta adam" idi. Ancak R.Mantran'ın da ifade ettiği gibi,
hasta, kendisini iyileştirmeyi amaçlamayan doktorların insafına
kalmıştı. Onlar, Avrupa'nın hasta adamının mirasını paylaşma
telâşındaydı.
Küçük Kaynarca antlaşması'ndan sonra Osmanlı topraklarındaki
Ortodokslar'ın haklarını koruma rolünü üstlenen Rusya, Kudüs merkezli
"kutsal yerler"in korunması ve idaresi hususunu da gündeme getirdi.
Fransızlarla imzalanan kapitülâsyonlarda, Lâtin din adamlarına Kudüs
Kilisesi üzerinde bazı haklar tanınmıştı.

1808'den itibaren Rusya'nın baskıları neticesinde onların yerini
Ortodoks papazlar almaya başladı. Fransa'nın ve Rusya'nın 1850-51'de
Bab-ı Ali'ye bu durum hakkında yaptıkları müracaatlar, kurulan
komisyonlarda değerlendirildi ve bazı kararlar alındıysa da hiçbirini
memnun edemedi. Bunun üzerine Çar I.Nikola, İngiltere'ye Osmanlı
Devleti'ni aralarında paylaşmayı teklif etti ve İngilizlerin
sessizliğini koruması üzerine de askerlerini Baserebya ve Lehistan'a
çıkarttı. Rus elçisi Mençikof'un aşırı tavizler içeren teklifini
reddeden I.Abdülmecit, İngilizlere yakın olan Mustafa Reşit Paşa'yı
sadrazamlığa getirdi. Ruslar 26 Haziran 1853'te, Prut'u geçerek, Eflâk
ve Boğdan'ı istilâ ettiler. Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere ile
ittifak anlaşması imzaladı. Bu ittifaka Avusturya ve İtalyan birliğini
kurmaya çalışan Piyemento hükûmeti de katıldı. İttifak donanması
Çanakkale'de mevzilenmişti. Durumdan endişelenen Rusya, askerlerini
geri çekmeye başladı. Müttefikler, Rusya'nın Karadeniz'deki gücünü
ortadan kaldırmak için, Kırım'a yöneldiler. Rusların en büyük üssü olan
Sivastopol, bir yıl süren bir kuşatmanın ardından ele geçirildi (1855).
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:18 pm
Bu sırada tahta oturan II.Alexandre, barış yapmayı kabul etti.
Müttefiklerin yanı sıra Prusya'nın da katıldığı Paris Antlaşması ile
(30 Mart 1856), taraflar işgal ettikleri bölgelerden çekilecek,
Osmanlıların toprak bütünlüğü ve Boğazların statüsü, Avrupa'nın
"kefilliği" altında korunacaktı. Osmanlıların Avrupa Konseyi'ne dahil
edilmesi karşılığında ise, sultan yeni bir ıslahat fermanı irat
edecekti. Bu madde ve Karadeniz'in tarafsızlığının kabulü, savaşın
galibi durumundaki Osmanlılardın aleyhine idi. Nitekim, Eflâk ve
Boğdan'ın birleşmesi ve Sırbistan'a yönelik yeni haklar da Paris
Antlaşmasıyla tescil edilmişti.

ISLAHAT FERMANI
Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana'da bir araya gelen İngiltere,
Fransa ve Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki
farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını öngören bir fermanı
sultanın yayımlamasını, barış için ön şart koşmuşlardı. Paris
Antlaşması müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I.Abdülmecit
tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı ilân edildi (18 Şubat
1856). Tanzimat'la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla,
Müslümanlarla Hristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa'ya
garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç hukuk alanında ve ticaret hukukunda
da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü, dinî
esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle başlayan bu
değişiklikler, idari yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868'de
Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye kurularak buralarda hem
Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı
ile getirilen düzenlemelerin uygulanması daha çok I.Abdülaziz'in tahta
çıkması (1861-1876) ile gerçekleşebilmiştir.

Paris Antlaşmasına imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer
aldığı için Islahat Fermanı'nı, Osmanlı Devleti'ne müdahale etmede bir
koz olarak kullanmışlardır. Nitekim Fransa, Dürzilerin Katolik
Marunilere saldırmasını bahane ederek Lübnan'a asker çıkarmış ve 1871'e
kadar orada kalmıştır. Karadağ'da çıkan bir anlaşmazlık yine büyük
devletlerin aracılığı ile halledilmiştir (1862). Güçlü devletler
tarafından teşvik ve tahrik edilen Balkanlardaki Hristiyan
toplulukları, çıkardıkları isyanlar bastırılsa dahi, Osmanlı
Devleti'nden yeni haklar elde etmeyi başaracaklardır. Örneğin Sırplar
ve Bulgarlar yeni haklar elde etmiş, Eflâk ve Boğdan'ın Romanya adı
altında birleşmeleri kabul edilmiştir. Muhtariyet hakları genişletilen
Mısır'da, İngiliz-Fransız nüfuz mücadelesi kızışmış, III. Napolyon'un
teşebbüsü üzerine, Abdülaziz istemediği hâlde Süveyş Kanalı projesini
kabul etmek zorunda kalmış ve kanal 1869'da büyük bir törenle
açılmıştır.


ı. MEŞRUTİYET DÖNEMİ
Avrupa devletleri ve özellikle Rusya'nın kışkırttığı topluluklar,
bağımsızlıklarını ilân etmek için harekete geçmekteydiler. 1866'da
Girit İsyanı çıktı. Yunanistan'a bağlanmak amacıyla başlayan isyan
bastırılmasına rağmen, Avrupa devletleri araya girerek sultanın Girit'e
yeni bir statü vermesini sağladılar (1868). Rusya tarafından
oluşturulan komitalar vasıtasıyla Bulgarlar ayaklandırıldı. Onlara da
geniş haklar verildi (1870). Fakat bununla yetinmeyen Bulgarlar, Bosna
ve Hersek'teki karışıklıkların ardından yeniden ayaklandılar (1875-76).

Bulgar isyanı sert biçimde bastırıldı. Fakat bu sırada Genç Osmanlılar,
Abdülaziz'e başlattıkları muhalefeti, mücadeleye dönüştürdüler. Nihayet
Mithat Paşa'nın öncülüğündeki yenilikçi idareciler Abdülaziz'i tahttan
indirerek yeğeni V.Murat'ı başa geçirdiler(30 Mayıs 1876). Ancak
hastalığı sebebiyle üç ay sonra o da tahttan indirilerek, Kanun-ı
Esasi'yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi II.Abdülhamit Osmanlı
tahtına çıkarıldı.

Bu arada Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne baskı kurmasını kendi menfaatine
aykırı gören İngiltere, Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için
İstanbul'da uluslar arası bir konferans toplanmasını sağlamıştı.
İstanbul Konferans çalışmalarını sürdürürken II.Abdülhamit Meşrutiyet'i
ilân etti (23 Aralık 1876). Kurulacak Meclis-i Mebusan'da bütün
topluluklar temsil edilebilecekti. Parlâmenter monarşi, İstanbul
Konferansı'nın toplanış sebebini tamamen ortadan kaldırmasına rağmen,
konferansa katılan devletler, Balkan topluluklarının bağımsızlıklarını
istediklerinden bir sonuca varılamadı. Osmanlı Devleti'nin çağrılmadığı
Londra'da toplanan bir başka konferansta, büyük devletler isteklerini
tekrarladılar. Rusya, Osmanlı Devleti'ne alınan kararları kabul
ettirmek için savaş ilân etti.(Nisan 1877). Tarihimizde "93 Harbi" diye
bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, askerî ve siyasî bakımdan önemli
sonuçlar doğurmuştur.

Kanun-ı Esasi'nin kabulü ile açılan Genel Meclis, padişah tarafından
seçilen Ayan Meclisi ve halk tarafından seçilen Mebusan Meclisi'nden
ibaretti. Londra Konferansı'ndan önce çalışmaya başlayan bu meclis,
hükûmet tarafından sunulan teklif ve kanun tasarıların karara
bağlayarak ilk dönem çalışmalarını tamamlamıştı. Ancak 93 Harbi'nin
sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki azınlık mebusları çalışmaları
sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da sağlıyorlardı. Nitekim
Gazi Osman Paşa'nın büyük bir kahramanlık göstererek 5 ay savunduğu
Plevne'yi aşan Ruslar, Yeşilköy'e kadar ilerlemişlerdi. Doğu'da ise
ancak Erzurum önlerinde durdurulmuşlardı.Meclis savaşın gidişatından
hükûmeti ve padişahı sorumlu tutarak, siyasî tansiyonu yükseltmekteydi.
II. Abdülhamit, devletin ileri gelenleri ve bazı mebuslarla yaptığı
toplantıdan bir sonuç alamayınca, Kanun-ı Esasi'nin kendisine verdiği
yetkiyi kullanarak, etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları
aksayan meclisi kapattı (14 Şubat 1878). Bu I.Meşrutiyet'in sonu
demekti.

BERLİN KONGRESİ VE BALKANLARDAİ GELİŞMELER;
İstanbul önlerine kadar gelmiş olan Rusya ile Yeşilköy (Ayastefanos)
Antlaşması imzalandı (3 Mart 1878). Bu anlaşmayla, sözde Osmanlı'ya
bağlı Dobruca, Doğu Makedonya ve Trakya'yı içine alan Büyük Bulgaristan
Prensliği kuruluyor; Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlıklarına
kavuşuyordu. Ancak, Rusya'nın genişlemesinden rahatsızlık duyan Avrupa
devletlerinin araya girmesiyle bu anlaşma hükümleri yürürlüğe giremedi.
İngiltere donanmasını harekete geçirdi. Osmanlı Devleti ile yaptığı bir
anlaşmayla Kıbrıs'a yerleşti ( 4 Haziran 1878). Araya giren Bismark,
ülkesinde bir konferansa ev sahipliği yaparak hem muhtemel bir savaşı
önlemek hem de Almanya'nın menfaatlerini korumak istiyordu. Nitekim
Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya ve
Rusya'nın da katıldığı Berlin Kongresi 13 Temmuz 1878'de imzalanan bir
anlaşmayla son buldu. Bu anlaşma, artık Rusya'nın yanı sıra, diğer
devletlerin de parçalamaya çalıştıkları Osmanlı'dan, kendi paylarını
alma anlaşmasıydı. Berlin ve Ayestafanos antlaşmalarında öngörüldüğü
gibi, Sırbistan, Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlığı onaylandı.
Bulgaristan üç bölüme ayrıldı. Bulgaristan Prensliği haricinde müstakil
bir Doğu Rumeli eyaleti oluşturuldu. Girit'in statüsüne benzer bir
statüyle Makedonya, Osmanlı Devleti'nin elinde kaldı. Yunanistan
Tesalya ve Epir'in bir bölümünü aldı.

Bosna-Hersek, Avusturya tarafından işgal edildi. Rusya, Kars, Ardahan
ve Batum'a sahip oldu. Berlin Kongresi, büyük devletlerin Osmanlı
Devleti'ni paylaşma ve ortadan kaldırma arzularının bir neticesi idi.
Balkanlarda büyük devletlerin inisiyatifiyle ortaya çıkan küçük
devletçikler, bölgede o dönemden günümüze kadar ulaşan siyasî ve etnik
çatışmaların piyonları olmaktan öteye gidemediler. Nitekim
Avusturya'nın ve Rusya'nın Balkanlarda nüfuzlarını artırmaları, Balkan
Savaşları ve I.Dünya Savaşı'nın çıkmasına yol açacaktır.

Berlin Kongresi'nin sonuçları kısa zamanda ortaya çıkmaya başlamıştı.
Balkanlardan bir pay alamayan Fransa, önceden nüfuz sahasına dahil
ettiği Cezayir ile Tunus arasındaki sınır problemini bahane ederek,
Tunus'u işgal etti (1881). Fransa ile İngiltere arasında çekişmeye
sahne olan Mısır'da, Hidiv İsmail Paşa'ya karşı başlatılan bir askerî
ayaklanma ile ortaya çıkan durum İstanbul'da görüşülürken, İngilizler
İskenderiye'yi topa tuttu. Osmanlıların karşı çıkmalarına rağmen
İngilizler Mısır'ı ele geçirdiler(1882). Bulgaristan Prensliği, Doğu
Rumeli'de çıkan isyanı değerlendirerek (1885), bölgeyi kontrolü altına
aldı. Osmanlı Devleti Rusya'nın baskısı sonunda, Kırcaali ve Rodop
dışındaki Doğu Rumeli Valiliği'nin Bulgar Prensliği'nin idaresine
geçmesini kabul etmek zorunda kaldı (1886). İkinci Meşrutiyet'in ilânı
sırasında ise Bulgarlar bağımsızlıklarını ilân ettiler (1908). Bulgar,
Yunan ve Arnavutların hak iddia ettiği Makedonya'da çıkan olaylar
Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırıldı. Fakat, Rusya ve Avusturya
devreye girerek Osmanlı hâkimiyetindeki Makedonya'da, ülkelerinden iki
gözlemcinin görev yapmasını sağladılar (1893). Megalo İdea adını
verdiği Bizans'ı diriltme çabasındaki küçük Yunanistan, 1896'da çıkan
isyanı bahane ederek Girit'i ilhaka yeltendi (1896). Osmanlılar Dömeke
Meydan Savaşı ile Yunanlıları büyük bir bozguna uğrattılar (1897).
Fakat Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahalesi ile İstanbul'da toplanan
bir konferans ile Girit'te valiliğine Yunan kralının oğlunun
getirildiği özerk bir yönetim kurulması, adanın fiilen Yunanistan'a
bırakılması anlamına geliyordu.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:18 pm
93 Harbi'nden sonra sun'i bir Ermeni Meselesi ortaya çıkarılmıştı.
Osmanlı Devleti'ne bağlılıkları sebebiyle "millet-i sadıka" olarak
adlandırılan Ermeniler, önceleri Doğu Anadolu'yu ele geçirmek isteyen
Rusya ve ardından İngiltere tarafından kullanılmaya başladılar. Hınçak
ve Taşnak tedhiş örgütlerini kurarak, İstanbul ve taşrada terör yaratan
bazı Ermeniler özellikle İngilizler tarafından destekleniyorlardı.
Doğu'da hiçbir zaman çoğunluk olamayan Ermenilere kurdurulacak bir
devlet ile Rusya Akdeniz ve Orta Doğu'ya sızabilecekti. İngiliz
himayesindeki bir Ermeni devleti ise aksine bunu önleyebilirdi. Her iki
tarafında kullandığı Ermeniler 1889'dan itibaren tedhişe başladılar.
Van, Erzurum ve Bitlis'te çıkan olaylar bastırıldı. Ardından başkentte
Osmanlı Bankası'na kanlı bir baskın yaparak bankayı işgal ettiler.
II.Abdülhamit'e yönelik bir suikast teşebbüsünde bulundular. I.Dünya
Savaşı ve İstiklal Harbi yıllarında da Ermeniler devlet aleyhine
faaliyetlerini devam ettirmişlerdir.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ

I.Meşrutiyet'in kaldırılmasından sonra II.Abdülhamit içte ve dışta
meydana gelen olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim
sergilemeye başlamıştı. Meşrutiyet taraftarları da buna karşılık
muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı. Osmanlılık fikrinin temsilcisi
olan Sadrazam Midhat Paşa 1881'de ölüm cezasına çarptırılmış, sonra
affedilerek, Arabistan'a sürgüne gönderilmiş ve 1883'te öldürülmüştü.
Ali Suavi, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi kişiler de sultan tarafından
bertaraf edilmişlerdi. Ancak devletin içinde bulunduğu güç durum
onların başlattığı muhalefetin güçlenerek büyümesine zemin
hazırlamaktaydı. Balkanlardaki çalkantıların yanı sıra Osmanlı Devleti
iktisadî açıdan da çok zor durumda idi. Devlet iç ve dış borçlarını
kapatabilmek için batılıların elindeki Osmanlı Bankası ile malî bir
anlaşma imzalamak zorunda kalmıştı (1879 ve 1881). Buna göre banka mali
yardımları karşılığında, devletin bazı gelirlerini devralıyordu.
İngiliz ve Fransızların kontrolünde bu maksatla kurulan Düyun-ı Umumîye
İdaresi Osmanlı ülkesini âdeta bir sömürge hâline getirecektir.

Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde
faaliyet gösteren Meşrutiyet taraftarları, İstanbul'da İttihad-ı Osmani
derneğini kurmuşlar ve bu dernek 1894/95'te İttihat ve Terakki Cemiyeti
adını almıştı. Selanik'te Enver ve Niyazi Paşalar gibi subayların da
katılmasıyla güçlenen İttihatçılar, Osmanlı devletini ancak Kanun-ı
Esasî'nin yeniden kabulünün kurtarabileceğini düşünüyorlardı. Kolağası
Niyazi Bey ve ona katılan Enver Bey'in Resne'de isyan ederek dağa
çıkmaları ve Rumeli'de halk tarafından büyük bir destek bulmaları
üzerine II.Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.Meşrutiyet'i ilân
etti ((23 Temmuz 1908).

17 Aralık 1908'de meclis yeniden açıldı. Yapılan seçimlerde İttihat ve
Terakki Fırkası büyük bir başarı sağlamıştı. Ancak bu gelişmeler
esnasında Bulgaristan bağımsızlığını elde etmiş ve Girit meclisi
Yunanistan'a ilhak kararı almıştı. İşgal altındaki Bosna Hersek ise
Avusturya tarafından fiilen ilhak edilmişti (5 Ekim 1908) Millî bir
politika izlemeyi amaçlayan İttihatçılar, olumsuz gelişmelerin de
etkisiyle gittikçe otoriter bir idare oluşturmaya başlamışlardı. Bundan
faydalanmak isteyen Meşrutiyet aleyhtarları, bazı Avrupa devletlerinin
de kışkırtmasıyla isyan ettiler. İstanbul'daki Avcı Taburları'nın 13
Nisan 1909'da başlattıkları isyan sırasında pek çok İttihatçı
öldürüldü. II.Abdülhamit olayları önleyemedi.

Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa komutasındaki ordu Selanik'ten yola
çıktı. Harekat Ordusu adı verilen bu ordunun kurmay başkanı Mustafa
Kemal idi. Harekat Ordusu, kısa sürede duruma hâkim olarak isyanı
bastırdı. İsyandan sorumlu tutulan II.Abdülhamit, şeyhülislâmdan alınan
fetva ile meclis tarafından tahttan indirildi (27 Nisan 1909) ve
kardeşi V. Mehmet Reşat yerine getirildi. V.Mehmed (1909-1918) devlet
idaresinde inisiyatifi İttihatçı hükûmete bırakmıştı. Yeni iktidar
zamanında da felâketler birbirini takip etti. Osmanlı Devleti hızla
dağılma devrine girmekteydi.

TRABLUSGARP SAVAŞLARI
Osmanlıların iç işleri ve Balkanlardaki gelişmelerle uğraşmasını fırsat
bilen İtalyanlar, Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak etmesi (1908),
Arnavutların isyanı (1910) gibi olaylardan da cesaretlenerek, pastadan
pay alabilmek için Trablusgarp'a asker çıkardı. (Eylül 1911). İtalyan
donanması denizden, İngilizler ise Mısır'ı ellerinde bulundurduğundan
karadan, Osmanlıların bölgeye asker göndermesini imkânsız hâle
getirmişti. Bu sebeple Osmanlı hükûmeti gizlice Türk subaylarını
bölgeye göndererek mahallî bir direnişi örgütleme yolunu seçmişti.
Derne ve Tobruk'da Mustafa Kemal, Bingazi'de ise Enver Paşa İtalyanlara
karşı büyük başarılar kazandı. Savaşı kazanamayacağını anlayan İtalya,
Osmanlıları barışa zorlamak için Oniki Ada'yı işgal etti. Ancak bundan
ziyade Balkanlarda başlayan savaş Osmanlıların barışı imzalamaya
zorladı. Uşi Antlaşması ile İtalyanlar işgal ettikleri yerleri muhafaza
ettiler (1912)


BALKAN SAVAŞLARI
Türk-İtalyan Savaşı'nın başladığı sırada Balkan devletleri aralarındaki
anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak, Osmanlı Devleti'ne karşı bir
ittifak oluşturdular. Rusya'nın mimarlığında gerçekleşen Bulgar-Sırp
ittifakına daha sonra Yunanistan ve Karadağ da katıldı (1912). Karadağ
ile başlayan savaşa 18 Ekimde diğer Balkan devletleri de iştirak etti.
Bu sırada Osmanlı askerleri, subayların bir kısmının politik
çekişmelerle meşgul olmasından dolayı dağınık bir hâldeydi. Bunun
sonucunda Balkan devletleri, Osmanlılar karşısında kendilerinin de
beklemediği bir zafer kazandılar. Yunanlılar Ege adalarını ele
geçirdiler. Sırplar Kumanova'da üstünlük sağladılar. Sırpların denize
çıkmalarını önlemek için Avusturya'nın desteği ile Arnavutluk
bağımsızlığını ilan etti (28 Kasım 1912).

Bulgarlar ise Edirne'yi ele geçirerek Çatalca'ya kadar ilerlediler. (19
Kasım 1912). 16 Aralıkta Londra'da başlayan görüşmeler bir ara
iktidardan düşen İttihatçıların yeniden iş başına gelmesi üzerine
kesilmişti. Nihayet Mayıs ayında Londra Antlaşması imzalanarak I.Balkan
Savaşı sona erdi. Gelibolu Yarımadası hariç Trakya, Bulgaristan'a
verildi. Makedonya'nın büyük bir kısmı Yunanistan ve Sırbistan arasında
paylaşıldı. Özellikle Makedonya'nın paylaşımı Bulgarları rahatsız
etmekteydi. Sırbistan ve Yunanistan, Bulgarlara karşı ittifak
oluşturdu. Bu ittifaka Romanya da katıldı. Bulgaristan ile bu ittifak
savaşa girince, durumdan faydalanmak isteyen Osmanlı Devleti de Bulgar
işgalindeki toprakları geri almak için harekete geçti. Kırklareli ve
Edirne kurtarıldı. II.Balkan Savaşı, tarafların imzaladığı Bükreş
Antlaşması ile sona erdi (1913). Bulgaristan ile imzalanan İstanbul
Antlaşması ile, Meriç nehri iki ülke arasında sınır oldu.

Bulgaristan'daki Türklerin hakları belirlendi (29 Eylül 1913).
Yunanistan ile imzalanan Atina Antlaşması ile ise Girit'in Yunanistan'a
bırakılması kabul edildi (14 Kasım 1913). Büyük devletler bu
anlaşmalardan sonra Çanakkale Boğazı yakınlarındaki Bozcaada ve İmroz'u
Osmanlılara geri verdiler. Balkan Savaşları, Balkanlardaki Türk
varlığının büyük bir kıyıma uğramasına sebep olmuştur. Yüz binlerce
Türk savaşlar sırasında ve sonrasında aç ve yokluk içinde buradan göç
etmek zorunda kalmıştır.

I. DÜNYA SAVAŞI VE OSMANLI DEVLETİ’NİN YIKILIŞI

Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi ile (21 Haziran 1913),
İttihat ve Terakki Fırkası, hükûmetin idaresini tamamen ellerine
geçirmişti. Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Osmanlı Devleti'nin iç ve
dış politikasını belirlemede en etkili nazırlardı. Balkan savaşlarından
sonra, ordu ve donanmayı güçlendirmek isteyen hükûmet, Avrupa
devletlerinden mühendisler ve askerî uzmanlar getirtmekteydi. Osmanlı
Devleti, dış siyasetini de, dengeleri gözeterek yeniden belirlemek
ihtiyacını hissetmekteydi. Emperyalist devletler, nüfuz alanlarını
korumak veya genişletmek maksadıyla siyasî, askeriî ve iktisadî açıdan
ittifaklar oluşturmaktaydı. İngiltere ve Fransa'ya nazaran
sömürgeciliğe geç başlayan Almanya, Afrika, Avrupa ve Orta Doğu'da
nüfuz sahasını genişletmek istiyor ve Osmanlı Devleti'ne bu maksatla
yakın durmayı yeğliyordu.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da, Balkanlarda Panislâvizmi
gerçekleştirmeye çalışan Rusya'ya karşı Almanlarla iş birliği
içindeydi. İngiltere ve Fransa tarafından pay edilmiş Kuzey Afrika'da
gözü olan İtalya da bu ittifaka yakındı. Dolayısıyla Almanya
önderliğindeki Üçlü İttifak'ın (Almanya, Avusturya-Macaristan ve
İtalya) doğal rakibi, İngiltere'nin öncülüğündeki Fransa ve Rusya'dan
oluşan Üçlü İtilâf (Anlaşma) devletleri idi. Avusturya-Macaristan
Veliahtı Ferdinand'ın, Sırbistan ziyareti esnasında bir Sırp tarafından
öldürülmesi (28 Haziran 1914), bu iki cepheyi sıcak savaşa sokmaya
yetti. Daha sonra Romanya, Japonya ve ABD İtilaf Devletleri,
Bulgaristan ve Osmanlı Devleti ise İttifak devletleri safında bu savaşa
girdiler.

Osmanlı Devleti savaştan önce İngiltere ve Fransa'ya yakın bir politika
izlemek istedi. Ancak hem hükûmet ve halk içerisindeki tepkiler hem de
İtilaf Devletleri'nin buna sıcak bakmaması, Osmanlıları Almanya'ya
yanaştırmaktaydı. Özellikle Enver ve Talat Paşalar, Osmanlı Devleti'nin
yeniden silkinmesi ve kaybettikleri toprakları kazanabilmesi için
Almanya'nın yanında yer almayı uygun buluyorlardı. Hükûmet başlangıçta
tarafsız kalmayı tercih etmişti. Almanların II.Abdülhamit devrinden
itibaren Osmanlı Devleti'nin yenileşme çabalarına katkıda bulunması ve
bu maksatla gönderdikleri askerî ve sivil uzmanların varlığı, İtilaf
Devletleri'nin, Osmanlı Devleti'nin tarafsız kalamayacağı şüphesini
artırıyordu. Bu tutum, dolayısıyla Almanya yanlılarının tezini
kuvvetlendirmekteydi. Enver ve Talat Paşa'nın öncülük ettiği bu grup,
Almanların yanında savaşa girmekle, Kafkaslar, Balkanlar ve Ege'de
kaybedilen toprakların geri alınabileceği ve Osmanlı Devleti'ni nefes
alamaz hâle getiren kapitülâsyonlar ve düyun-ı umumîden
kurtulunabileceğini öne sürmekteydiler. Nitekim Almanya'ya ait Goben ve
Breslav zırhlılarının Türk bayrağı çekilerek, Rus limanlarını
bombalaması, Osmanlı Devleti'nin Almanya safında savaşa girmesine
vesile olacaktır (1 Kasım 1914).


OSMANLI DEVLETİ I. DÜNYA SAVAŞI’NDA TAM YEDİ CEPHEDE MÜCADELE ETTİ

Kafkasya, Kanal, Hicaz ve Yemen, Irak, Suriye ve Filistin, Galiçya ve
Çanakkale. Bütün cephelerde Osmanlı askerleri büyük bir kahramanlık
örneği gösterdiler. Ancak, yedi cephede birden savaşı sürdürmek, zor
şartlar içerisinde bulunan Osmanlı Devleti için çok güçtü. Enver
Paşa'nın kumanda ettiği Kafkas Cephesi'nde Osmanlılar büyük zayiat
verdiler. Doğu Anadolu ve Trabzon düştü. Kanal (Süveyş) cephesinde ise
Cemal Paşa, Fransız ve İngilizlere başarıyla direndi. Hicaz ve
Yemen'deki Osmanlı birlikleri, destek görmemelerine rağmen, kutsal
yerleri korumak uğruna, harbin sonuna kadar Şerif Hüseyin ve
İngilizlere karşı koydular. Basra'ya çıkan İngilizler Kuttü'l-Amare'de
büyük bir bozguna uğradılar. Komutanları General Townshend esir edildi
(29 Nisan 1916) Ancak, 1918'de yeni birliklerle saldıran İngilizler,
ihanet eden Arap kabilelerinin de yardımıyla Basra'da olduğu gibi,
Suriye'de de saldırılarını artırdılar. M.Kemal, Halep'te bir savunma
hattı oluşturdu. Galiçya, Makedonya ve Romanya'da Osmanlı birlikleri,
Avusturya ve Bulgaristan'a yardımcı olmak için büyük bir özveriyle
savaştılar. Türkler, en büyük direnmeyi Çanakkale'de gösterdiler.
İtilaf Devletleri 19 Şubat 1915'den itibaren muazzam bir donanma ve yüz
binlerce askerle saldırıya geçtiler. 18 Mart'ta İtilaf donanmasına ait
pek çok gemi batırıldı. Ardından Gelibolu Yarımadası'ndaki
Settü'l-Bahir ve Arıburnu'na asker çıkararak, karadan da saldırıya
geçtiler. Anzak ve Hint birliklerinin de katıldığı kara savaşları, tam
bir ölüm kalım savaşı oldu. .Kemal'in de büyük bir askerî deha olarak
ortaya çıktığı bu savunma karşısında İtilaf Devletleri geri çekilmek
zorunda kaldı.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:19 pm
Bütün dünyaya öğretilen "Çanakkale Geçilmez" sözü, 250 bin Türk
evlâdının şehit kanıyla yazılan bir büyük destan oldu. İtilaf
Devletlerinin Çanakkale bozgunu, Rusya'nın yardım alma ümitlerini suya
düşürmüş ve bunun neticesinde gerçekleşen Bolşevik İhtilâli, Çarlık
Rusyası'nın sonu olmuştur. Rusya'nın savaştan çekilmesi üzerine 7
Aralık 1917'de imzalanan anlaşmayla Doğu cephesinde Türk-Rus Savaşı
sona ermiştir.

Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı'nda yedi düvele karşı muhteşem bir
mücadele sergilemiştir. Ancak 29 Eylül 1918'de Bulgaristan'ın teslim
olması Osmanlılar ile Almanya arasındaki irtibatın kesilmesine yol
açmıştır. Müttefiklerinin savaştan yenik ayrılmasıyla birlikte
Osmanlılar da ateşkes anlaşmasını imzalamak durumunda kalmışlardır.
İttihat ve Terakki Fırkası'nın hükûmetten çekilmesinin ardından kurulan
Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki hükûmet, Bahriye Nazırı Rauf Bey
başkanlığındaki bir heyeti Limni'nin Mondros limanına göndermiş ve
Mondros Ateşkes Anlaşması'nın imzalanmasıyla (30 Ekim 1918), Osmanlılar
resmen savaştan çekilmişlerdir. Ateşkes anlaşmasıyla İtilaf Devletleri,
Osmanlı ülkesini işgal etme hakkını elde etmişlerdir. Bu durum, Osmanlı
Devleti'nin fiilen paylaşılması demekti.

Nitekim, İngiliz, Fransız, İtalyan birlikleri bu anlaşmaya dayanarak
Anadolu'da işgallere başlamışlar, Asırlarca Osmanlının hâkimiyetinde
yaşayan Yunanlılar da, ağabeylerinin müsaadesiyle İzmir'e asker
çıkarmışlardır (15 Mayıs 1919). İşgallere karşı Anadolu Türk'ünde büyük
bir infial yaratmış ve 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a
çıkmasıyla, düşmana karşı "Milli Mücadele" başlamıştır. İtilaf
Devletlerinin Sevr Anlaşması'nı İstanbul hükûmetine imzalatması (10
Ağustos 1920), Milli Mücadele'nin güçlenmesinden endişe eden
düşmanların bir an önce Türk millî varlığını ortadan kaldırmayı
amaçlamalarından başka bir şey değildi. Fakat bu anlaşma hükümleri
hiçbir zaman uygulanamadı. Ankara'da açılan Milli Meclis'in iradesi,
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının büyük ve onurlu mücadelesi bu oyunları
bozdu. İstiklâl Harbi'ni kazanılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti
kurulmuş oldu. Yeni Türk devleti "Millî Hâkimiyet" ilkesinin tabi^İ bir
neticesi olarak 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı. Dolayısıyla bu
tarih 622 yıl devam eden Osmanlı Devleti'nin de resmen sonu oluyordu.

İMPARATORLUĞUN ÇÖKME VE DAĞILMA SEBEPLERİ

TAHT MÜCADELERİ
Daha önce de belirttiğimiz gibi Türklerde devlet hanedanın ortak malı
olarak telâkki edilir. Tanrıdan kut alan kağan, milleti için ve onun
adına devleti yönetir. Ancak, kağan veya sultan bu vazifesini iyi ifa
edemezse, bu telâkkiye göre, hanedan üyeleri tahta geçme hakkına
sahiptir. Hunlardan Osmanlılara kadar değişmeyen bu anlayış, aslında
devlet yönetimine ehil ve liyakatli kişilerin gelmeleri ve bu sayede
devlet ve milletin daha da güçlenmesi için bir vasıta olarak
düşünülmüştür. Hanedan üyelerinin tahtta hak iddia etmelerinin tek
şartı bu mücadelenin "sonuçlarına katlanmayı"
kabul etmelerine bağlıdır. Dolayısıyla taht mücadelesine giren hanedan
üyeleri başarısızlıklarını hayatlarıyla ödemeyi baştan göze
almışlardır. Umumiyetle hanedan üyelerinin kanını dökmek "memnû"
(yasak) olduğu için onlar, hâkimiyet sembolü olan "yay"ın kirişiyle
boğdurulur. Bu anlayış, çoğu zaman daha cesur, daha liyakatli ve
bilgili olan hanedan mensuplarının devletin başına geçmesine ve
neticede de devletin her bakımdan güçlenmesine yardımcı olmuştur. Hun
Hakanı Mete, Selçuklu sultanları Alparslan, Sencer veya Osmanlı
padişahları Fatih ve Yavuz Sultan Selim bu duruma örnek olabilecek akla
ilk gelen Türk hükümdarlarıdır Fakat bazen taht mücadeleleri, beklenen
sonuçları vermemiş ve Türk devletlerinin zayıflayıp parçalanmasına veya
yok olmasına da sebep olmuştur.

Özellikle güçlü bir Türk hükümdarının ölümünün ardından başlayan
mücadeleler, buhran dönemi taht kavgaları devlet otoritesi, gücü ve
nizamına sekte vurmuştur. Göktürklerin batı kolunun lideri olan
Tardu'nun, İşbara'nın hâkimiyetini tanımayıp bağımsızlığını ilan
etmesi, neticede Göktürklerin Çin hâkimiyetine girmesini
kolaylaştırmıştır. Keza, Melikşah'ın ölümünden sonra, gücünün
zirvesinde olan Büyük Selçuklular 1092'den 1118 yılına kadar taht
mücadelelerine sahne olmuştur. Melikşah'ın oğulları arasındaki taht
mücadelelerinden faydalanan Haçlılar, Güneydoğu Anadolu,Suriye,
Filistin ve Kudüs'ü ele geçirmiş, Selçuklu Devleti Sencer dönemine
kadar güçlü bir otoriteyi yeniden tesis edememişlerdir. Hatta Sencer de
sık sık yeğenlerinin ve Harzemşah Atsız'ın isyanlarına maruz kalmış ve
neticede Oğuz isyanları ile devlet ortadan kalkmıştır.

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN ÇÖKÜŞ SEBEPLERİ
Şüphesiz yakın tarihimiz açısından daha çok incelenmeye muhtaçtır.
Çünkü Osmanlının çöküşü, sonuçları itibariyle sadece Türkiye
Cumhuriyeti için değil bütün dünya tarihi için önemli bir olaydır. Türk
hâkimiyet anlayışından meşruiyetini alan taht mücadeleleri Osmanlı
tarihi içinde de sık sık görülmektedir. Yükseliş dönemine kadar
Osmanlıda cereyan eden taht kavgaları umumiyetle daha güçlü ve
liyakatli olan hanedan üyelerinin tahta geçmesini sağladığından,
sonuçları devletin büyüyüp genişlemesine katkıda bulunmuştur. Buna
rağmen Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşı'nda Timur'a yenilmesiyle
başlayan ve tarihimizde "Fetret Devri (1402-1413)" olarak adlandırılan
kardeş kavgaları, şüphesiz Osmanlı fetihlerinin gecikmesine sebep
olmuştur. Fatih Sultan Mehmet, kardeş kavgalarının önünü almak için
ünlü kanunnamesinde "nizâm-ı âlem için kardeş katli"nin vacip olduğunu
bildirmesi, meselenin ne kadar ciddî olduğunun bir işaretidir. Devletin
bekası ve nizâm-ı âlem için kardeşin dahi gözden çıkarılması, aslında
tenkit edilecek değil, takdir edilecek bir özveri örneğidir. Buna
rağmen Cem Sultan ve Yavuz örneklerinde görüldüğü gibi taht
mücadeleleri devam etmiştir. Yine bu mücadeleyi önlemek maksadıyla
I.Ahmet, "ekber ve erşef evlât", yani büyük ve olgun oğulun padişah
olması usulünü getirmiştir. Fakat bu usul de istenen neticeyi
vermeyecektir. Özellikle gerileme dönemindeki taht mücadelelerine
hanedan dışında, yeniçerilerin ve devşirme asıllı vezir ve paşaların da
karışması devlet otoritesini ve nizamı daha da bozmuştur.

Yeniçeri Ocağı, saray ve haremin nüfuz mücadelesine girmesi kimi zaman
çocuk yaşta, ehliyetsiz şehzadelerin kukla sultan olmasıyla kimi zaman,
dirayetli ve cesur sultanların katliyle neticelenmiştir.

Türk devletlerinde alplik (gazi-erenlik), bilgelik ve erdem
hükümdarların en büyük özelliklerindendir. Türk hükümdarı cihan
hâkimiyetini tesis için bizzat fetihlere iştirak eder ve hatta ordunun
en ön safında savaşır. Çünkü o her açıdan milletinin lideridir. Nitekim
Alparsan Malazgirt'te kefenliğini giyerek ön safta savaşmıştır. Kuruluş
ve yükseliş döneminde Osmanlı padişahları bizzat seferlere katılmıştır.
Kanuni'nin 46 yıllık hâkimiyet döneminde, ömrünün çoğunu at üstünde
seferlerde geçirdiği bilinmektedir. Kanuni'nin ölümünden sonra bu
gelenek yavaş yavaş terk edilmeye başlamış, IV. Murat gibi istisnalar
hariç, padişahlar seferlere çıkmadığı gibi, devlet işlerinin görüldüğü
divana da pek katılmamışlardır.


Padişahların halktan kopması, sefere ve divana çıkmaması, devlet
idaresinde vezirlerin ağırlığının artmasına sebep olmuştur. Nitekim
XVI. yüzyılın sonlarından itibaren güç ve nüfuzunu müspet yönde
kullanan vezirler Osmanlı Devleti'nin sınırlarını muhafaza etmesini
sağlayabilmişlerdir. Bu daimî olmayan başarılar, padişahlardan ziyade
vezirlere mâl edilmiştir. Sokullu devri veya Köprülüler devri buna
örnektir. Vezirlerin gücünün artması aralarında, taht mücadelesine
benzer bir mücadelenin başlamasına da sebep olmuştur. Nüfuzunu kötüye
kullanan bazı devşirme asıllı vezirler, ihanete varan uygulamalara
girmiş, Rüstem Paşa gibi vezirler rüşvet ile iş görür olmuşlardır.

Osmanlı padişahlarının kısmen de olsa terk ettiği otorite ve
yetkilerini üstlenen merkezî bürokrasinin rüşvet, suiistimal ve adam
kayırma gibi, bugün de yabancısı olmadığımız unsurlarla bozulması,
devletin gerileme dönemine girmesine yol açacaktır. XVIII. yüzyıldan
itibaren geleneksel bir askerî ve idarî eğitimden gelen "ehl-i seyf"ten
atanan vezirlerin yerini, "ehl-i kalem"e bırakması, yani malî ve idarî
bürokrasinin yürütme (sadaret) görevini üstlenmesi beklenenin aksine
bozulmayı durduramamıştır. Koyu bürokrasi, XVIII. yüzyılda
gerçekleştirilmeye çalışılan askeri, idarî ve malî düzenlemelerden arzu
edilen neticeyi alamadığı gibi, çöküşü de hızlandıran bir unsur hâline
gelmiştir.

Merkezî idarenin yanı sıra taşradaki askeri, idarî ve içtimaî yapı
değişiklikleri Osmanlı Devleti'nin zayıflayıp çökmesinin nedenleri
içerisinde önemli bir yer tutar. Daha önce belirttiğimiz gibi, özünde
tımar sistemi bulunan Osmanlı idarî yapısı, devletin merkezi
otoritesini zaafa uğratmadan, yerinden yönetim ile bir denge
oluşturmuştu. Tımarlı sipahi, taşra teşkilâtındaki en küçük birimin bir
nevi idarecisi idi. Askerî hizmetine karşı, belirli bir bölgenin
gelirleri kendisine tahsis edilen tımarlı sipahi böylece, bir taraftan
devletin seferlerine iştirak ederken, diğer yandan, vergilerini
toplayacağı için halkın düzenli bir üretim yapmasına imkân vermekteydi.
Buna bağlı olarak, taşra idaresinin esasını oluşturan sancak yönetimi
ve beylerbeyilik, Osmanlı askerî gücünün asıl gücünü oluşturduğu gibi,
üretim ve vergileri sürekli kılmakta, halkın huzur ve asayişini
sağlamaktaydı.

Böylece, Osmanlı hazinesi, merkezi hazineye yük olmadan askerî ve malî
harcamalarının büyük bir bölümünü bu yolla karşılayabilmekteydi. XVI.
yüzyıldan itibaren bu sistemde aksamalar başlamıştır. Bu yüzyılda bütün
Akdeniz dünyasında görülen büyük nüfus artışı, ürün ve gelir artışının
üstüne çıkmış, sipahilerin aleyhine olarak, kapıkulları da dirlik
gelirlerine ortak olmuşlardır. Tımarlı sipahilerin işsiz kalması veya
gelirlerinin azalması, Osmanlı askerî gücünü de etkilemiştir. Özellikle
XVII. yüzyılda fetihlerin durması, Avusturya ve İran ile yapılan uzun
süreli savaşlar, idarî ve iktisadî düzendeki bozulmaları daha da
hızlandırmıştır. Devlet, nakit sıkıntısını gidermek için, tımar
topraklarını mukataaya, iltizama vermiş ve böylece kiralama yolu ile
peşin vergiye dönmüştür. Ehl-i örf zaman içerisinde köylülerin mülkünü
gasp etmeye başlamış, kanuna aykırı olarak vergileri artırmıştır. Bu
uygulamalar, tımarlı sipahilerin ve köylü-çiftçilerin huzursuzluğunu
daha da artırmıştır. Nitekim Celalî İsyanları adıyla tarihimize geçen
isyanların temelinde bu uygulamalar yatmaktadır. Celalî isyanları tımar
sahipleri ve köylünün, topraklarını terk etmesini ve iktisadî ve
içtimaî düzenin daha da bozulmasını beraberinde getirmiştir. Kapıkulu,
tımarlı sipahilerin yerini tutamamış ve nihayet, XVIII. yüzyılda,
toprak kaybetmeye başlayan Osmanlılar, devşirme usulünü de terk ederek,
reayanın her zümresinden idareci ve bürokrat almaya başlamışlardır.
Bürokrasi kadrolarının ehliyetli, ehliyetsiz yöneticilerle dolması,
onlara yeni görevler ve gelirler ihdas edilmesi mevcut durumu daha da
kötüleştirmiştir.

Muhassıl, mütesellim ve nihayet ayanlar, idarî yapı içerisinde, klâsik
sancak yöneticiliğinin yerlerini almış, bunların bir kısmı şahsi nüfuz
ve servetini artırmak için, mevkilerini istismar ve suiistimal
etmişlerdir. Bütün bu olumsuzluklar, Koçi Bey Risalesi ve
Netayicü'l-Vukuat gibi eserlerde zikredilmesine rağmen önlenememiştir.
Merkezî idarenin zaten pek istikrarlı olmayan otoritesi, taşrada yeni
iktidar odaklarının güçlenmesine mani olamamıştır. II.Mahmut'un
Yeniçeri Ocağı'nı kaldırması, ayanların gücünü kırmaya çalışması
aslında bu gidişi durdurmaya yönelik tedbirlerdir. Fakat idarî ve
sosyal bünyedeki bozulmalar, Osmanlı yenileşme hareketleri sürecinde
gayri millî unsurların gaflet ve ihanete varan tutumları sebebiyle
başka bir mecrada devam etmiştir.

Şüphesiz Osmanlı Devleti'nin çöküş nedenleri arasında Avrupa'nın ticari
hayattan sanayileşmeye geçmesi ve bunu askerî alana da yaymasının rolü
vardır. Osmanlı devleti zengin bir ticarî hayata sahip olmasına rağmen,
yukarıda kısaca değindiğimiz sebeplerin de etkisiyle, ticarî
hareketliliği sanayileşmeye çevirememiş, dolayısıyla Avrupa'nın bu
alandaki üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalmıştır.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:19 pm
OSMANLI DEVLETİNİ KURTARMA ÇABALARI
Osmanlı Devleti içinde bulunduğu güçlüklerden kurtulmak için çeşitli
dönemlerde ıslahat ve yenileşme çabalarına teşebbüs etmiştir. Bu
hareketler Osmanlı siyasî tarihi bahsinde ele alındığından burada uzun
uzun anlatılmayacak, sadece imparatorluğun çöküş nedenlerine bağlı
kalınarak, değerlendirilecektir.

Osmanlılar, önceleri eski gücüne erişmek ve Avrupa ile boy ölçüşebilmek
için, kendi inisiyatifiyle, askerî ve idarî reformlar yapmayı
denemiştir. (III. Selim, II.Mahmud devirleri gibi) fakat tam bir netice
alamamıştır. Artık Avrupa'nın üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalan
Osmanlılar için, Avrupa'yı her açıdan örnek alacak idarî, hukukî,
sosyal düzenlemeler yapmak kaçınılmaz görülmektedir(!).


III. SELİM VE ISLAHAT HAREKETLERİ
İyi bir eğitim görmüş olan III. Selim geçici bir barış döneminden
faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, ıslahatlar yapmak
istiyordu. Bu maksatla, Nizâm-ı Cedit adı verilen ilk ıslahat
hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocağı'nı
kaldıramayacağını bildiğinden, öncelikle Nizâm-ı Cedit denilen bu
orduyu batılı tarzda düzenleyip, başarısını kanıtlamak gerekliydi.
kendileri aleyhine ortaya çıkan gelişmelerden endişe duyan yeniçeriler,
bazı devlet adamlarını da yanlarına çekerek yeniliklere karşı çıktılar
ve isyan ettiler. Kabakçı Mustafa İsyanı ile III. Selim tahttan
indirildi. (1806). III. Selim'in başlattığı ıslahatları II.Mahmud devam
ettirmeye çalıştı.


II. MAHMUT VE ISLAHAT HAREKETLERİ
II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik hareketleri
ile hem de etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı Devleti'nin yol
ayrımına girdiği bir dönemi ifade eder. II. Mahmut, öncelikle orduyu
baştan aşağı düzenlemek ile işe başladı.

İsyancıların lağvettiği Nizâm-ı Cedit'in yerine Sekbân-ı Cedit adı ile
yeni bir ordu kuruldu. Yeniliklere karşı çıkan, hiç bir işe yaramayan
ve fesat yuvası hâline gelen Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile ortadan
kaldırıldı. Vaka-yı Hayriye olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle
(15-16 Haziran 1826), yeni bir ordu oluşturuldu. "Asâkir-i Mansûre-i
Muhammediye" adını alan bu modern ordunun yanı sıra, eyaletlerde
"redif" birlikleri oluşturuldu. Merkezî idareyi güçlendirmeye çalışan
II. Mahmut, ayanlara "sened-i ittifak" denilen bir belge imzalatarak
onları kontrol altına almaya çalıştı. Hükûmet teşkilâtında da
değişikliklere gidilerek kabine ve nezaret (bakanlık) usulü benimsendi.
Avrupa tarzında eğitim veren rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye okullarının
açılması vb. gibi eğitim alanında da ıslahatlar gerçekleştirildi.
Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde
bulunduğu zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı coğrafyasındaki
parçalanma II. Mahmut döneminde daha da hissedilir hâle geldi.


TANZİMAT
II.Mahmut dönemi ıslahatlarının devamı niteliğindeki Tanzimat
düzenlemeleri Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından
hazırlanmış, I. Abdulmecit tarafından tasdik edilmiştir. 3 Kasım
1839'da I. Abdulmecit, "Gülhane Hatt-ı Hümayunu"nu ilân ettirerek bu
düzenlemeleri hayata geçirmiştir. Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa
olsun Osmanlı tebaasından olan herkesin eşit olması, herkesin yasalara
göre yargılanması, varlığı ölçüsünde vergilendirilmesi ve
askerliksüresinin 4-5 yılı geçmemesi gibi hükümler yer alıyordu.

Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa tarzına benzer idarî
düzenlemelerde de bulundu. İltizam usulü kaldırıldı. Kazalar ihdas
edildi. Eyalet ve sancaklarda meclisler kuruldu. 1864'te yapılan
Vilâyet Nizamnamesi ile, taşra yönetim birimleri yeniden tanzim edildi.

ISLAHAT FERMANI
Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana'da bir araya gelen İngiltere,
Fransa ve Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki
farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını öngören bir fermanı
sultanın yayımlamasını, barış için ön şart koşmuşlardı. Paris
Antlaşması müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I. Abdulmecit
tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı ilân edildi (18 Şubat
1856). Tanzimat'la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla,
Müslümanlarla Hristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa'ya
garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç hukuk alanında ve ticaret hukukunda
da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü, dinî
esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle başlayan bu
değişiklikler, idarî yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868'de
Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adlîye kurularak buralarda hem
Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı
ile getirilen düzenlemelerin uygulanması daha çok I. Abdülaziz'in tahta
çıkması (1861) ile gerçekleşebilmiştir.

Paris Antlaşması'na imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer
aldığı için Islahat Fermanı'nı, Osmanlı Devleti'ne müdahale etmede bir
koz olarak kullanmışlardır.


I.MEŞRUTİYET
Mithat Paşa'nın öncülüğündeki Genç Osmanlılar, Abdülaziz'i tahttan
indirmişler ve Kanun-ı Esasi'yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi
II.Abdulhamit'i Osmanlı tahtına çıkarmışlardı. Bu arada Rusya'nın
Osmanlı Devleti'ne baskı kurmasını kendi menfaatine aykırı gören
İngiltere, Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için İstanbul'da uluslar
arası bir konferans toplanmasını sağlamıştı. İstanbul Konferansı
çalışmalarını sürdürürken II.Abdulhamit, Meşrutiyet'i ilân etti (23
Aralık 1876). Kanun-ı Esasi'nin kabulü ile açılan Genel Meclis, padişah
tarafından seçilen Ayan Meclisi ve halk tarafından seçilen Mebusan
Meclisi'nden ibaretti. Londra Konferansı'ndan önce çalışmaya başlayan
bu meclis, hükûmet tarafından sunulan teklif ve kanun tasarıların
karara bağlayarak ilk dönem çalışmalarını tamamlamıştı. Ancak 93
Harbi'nin sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki azınlık mebusları
çalışmaları sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da
sağlıyorlardı. Kanun-ı Esasi'nin kendisine verdiği yetkiyi kullanarak,
etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları aksayan meclisi
kapattı (14 Şubat 1878).


II. MEŞRUTİYET
I. Meşrutiyet'in kaldırılmasından sonra II. Abdülhamit içte ve dışta
meydana gelen olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim
sergilemeye başlamıştı. Meşrutiyet taraftarları da buna karşılık
muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı.

Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde
faaliyet gösteren meşrutiyet taraftarları, İstanbul'da İttihat-ı Osmanî
Derneği'ni kurmuşlar ve bu dernek 1894-95'de İttihat ve Terakki
Cemiyeti adını almıştı.

Selanik'te Enver ve Niyazi Paşalar gibi subayların da katılmasıyla
güçlenen İttihatçılar, Osmanlı Devleti'ni ancak Kanun-ı Esasi'nin
yeniden kabulünün kurtarabileceğini düşünüyorlardı. Kolağası Niyazi Bey
ve ona katılan Enver Bey'in Resne'de isyan ederek dağa çıkmaları ve
Rumeli'de halk tarafından büyük bir destek bulmaları üzerine II.
Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.Meşrutiyet'i ilân etti (23
Temmuz 1908). 17 Aralık 1908'de meclis yeniden açıldı. Yapılan
seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası büyük bir başarı sağlamıştı.

I. ve II. Meşrutiyet ile anayasal ve parlâmenter bir rejime
geçilmiştir. Prusya ve Belçika anayasaları incelenerek hazırlanan
Kanun-ı Esasi ile seçimler yapılmış Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi
oluşturulmuştur. Meclis-i Mebusan'ın kanun hazırlama yetkisinin
karşısında, Heyet-i Vükelâ sultana karşı sorumlu tutulmuştur. 1876
Anayasası ufak düzenlemelerle 1908'de de yürürlükte kalmıştır.

YENİLEŞME VE FİKİR AKIMLARI
Tanzimat, sonuçları itibariyle Osmanlı Devleti için yeni bir dönüm
noktası olarak kabul edilir. Islahat Fermanı ve Meşrutiyet'in ilânı,
aslında Tanzimat döneminin tabii sonucu olarak nitelendirilir. Erol
Güngör'ün de belirttiği gibi, Tanzimat'ın aradan bu kadar zaman
geçmesine rağmen hâlâ tartışılıyor olması, aslında "Batılılaşma"
hareketinin günümüzde de devam etmesi ve tamamlanamaması ile ilgilidir.
Kimilerine göre Tanzimat, Osmanlının kendisine yabancı bir kültür ve
medeniyeti kabul ederek,Türk millî kültüründen kopmasına ve devletin
dağılmasına sebep olmuştur. Kimilerine göre ise, Tanzimat'ın en büyük
eksiği, tam olarak uygulanmaması ve başarısız kalan bir
"Avrupalılaşmayı" ifade etmesindedir. İkinci görüş, günümüzde de
"Batılılaşma"yı, Avrupa'yı her şeyiyle kabul edip, Osmanlının öz
kurumlarına ve onda sembolleştirdikleri "geleneğe" düşmanlıkla
karıştıranlara aittir.

Tanzimat'la Osmanlı'ya giren Batı kaynaklı hukukî, idarî ve içtimaî
düzenlemeler, mevcut yapının yerini almamış, onunla birlikte
yaşatılmıştır. Yani bir taraftan Osmanlı hukuku korunurken öte yandan
batı hukuku işletilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla, özellikle
Meşrutiyet'te daha çok hissedilen idarî ve hukukî ikilik, bu sistemin
bir tarafına karşı çıkanların tartışmalarına zemin hazırladı. Neticede
Osmanlı Devleti'ni şu veya bu şekilde kurtarmak isteyen aydınlar
arasında, Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılık gibi fikir
akımlarının ortaya çıkması, bu tartışmaların bir ürünü olarak
değerlendirilebilinir. Batıya öykünenler, batı dışında kalan tüm
değerlerlere karşı çıkmışlardır. inönü dönemi tek parti uygulamaları ve
sonraları sola meyleden bazı aydınlar, Osmanlı Devleti'nin çöküşünün
tek sebebini, gerici din ve toplum kurallarında (kastedilen aslında
Türk kültürüdür) bulmuşlaranzimat ve Meşrutiyet'teki "ikilik"in bir
tarafını oluşturan bu anlayışı bir "düşman" olarak görmüşlerdir.
Cumhuriyet'in üzerinden 75 yıl geçmesine rağmen, Osmanlıyı hâlâ yaşayan
veya her an dirilmesi muhtemel bir "düşman" olarak gösterme
gayretlerinin altında, aslında din ve geleneğe olan düşmanlık yatar.

Halktan kopuk ve gayrimillî ideoloji sahiplerinin, geçmişi kötülemekle
kalmayıp, Türk kültürü ve değerlerine saldırması, sözde çağdaş
olanların aslında hakikî bir "yobaz" olduğunu gösterir. Çünkü Genç
Osmanlılar, İttihat ve Terakki, en azından başlangıçta "Osmanlıcılık"
fikrini işleyerek, gayrimüslimlerle, Türk ve Müslümanları Osmanlı
Devleti'nin çatısı altında tutmayı amaçlayarak, yenilik hareketlerine
girişmişlerdir. Gayrimüslimlerin dış güçlerin kışkırtması ile
Osmanlı'dan kopması, Müslümanları bir arada tutmayı hedefleyen
"İslâmcılık" fikrini doğuracağı tabiidir. Özellikle I. Abdülhamit bu
politikayı uygulamıştır. Ancak Abdülhamit, aynı zamanda Batılı müessese
ve teknolojinin Osmanlı Devleti'nde yerleşmesine çalışmıştır.
Dolayısıyla günümüzde Abdülhamit'e hâlâ kızıl sultan diyenlerle, Onu
sözde bayraklaştıran gayrimilli bazı İslâmcı ideolojik gruplar aynı
hataya düşmektedir. Osmanlıyı kurtarmak için bir çare olarak düşünülen
"İslâmcılık" fikrini, günümüzde "ideoloji" hâline getiren ve böylece
dinimize zarar verenler, Abdülhamit'in de yerleştirmeye çalıştığı
modernleşmeyi, "Tanzimat'tan beri süre gelen batı uşaklığı" şeklinde
algılamışlardır. Onlara göre "milliyet ve milliyetçilik" kavramı, tıpkı
sosyalistlerin de savunduğu gibi, İslâm'la bağdaşmayan, reddedilmesi
gereken kavramdır. Osmanlı Devleti'nin aslî unsuru olan Türkler'in,
imparatorluğu yaşatma gayretleri "Türkçülük" diye adlandırılır.

İttihat ve Terakki'nin, Arapların da Osmanlıyı terk etmesiyle
sarıldıkları bu fikir, önceleri bir reaksiyon şeklinde tezahür ettiyse
de, daha sonra sağlıklı bir mecraya girmiştir. Ziya Gökalp ile
Türkçülük yeni bir aksiyon hâline gelecek ve Türkiye Cumhuriyeti'nin
kuruluşunda ****** onu fikir babası olarak tanıtacaktır. Ziya Gökalp
de Osmanlı yenileşme hareketleri ile ilgili tartışmalara katılmış ve
özellikle, Türk kültürünün dejenere edileceği endişesini taşımıştır.
Ancak, onun "Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak" şeklinde
özetlediği Türk milliyetçiliği fikri, aslında çözüm yolunu da
göstermiştir.

Tanzimat ve Meşrutiyet'in artık bir "tarihî olay" olarak ele alınıp,
değerlendirilmesi gereklidir. Osmanlı İmparatorluğunun, her devlet
gibi, kendisini yaşatması için yapmış olduğu yenilikler, o zamanın
şartları içerisinde düşünülmeli ve yorumlanmalıdır. Tanzimat ve
Meşrutiyet ile gayrimüslimlere imtiyaza varan yeni haklar ve hukuki
düzenlemelerle, Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti'nin toprak
bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat gelişen
siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacağını gösterecektir. Daha
önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri, Osmanlı
Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki
başarısızlıklarını önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak
Avrupa ve Rusya'nın mütemadiyen iç işlerine müdahale etmesi, Osmanlı
Devleti'ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya
zorlamıştır.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:19 pm
Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin
müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere
gidilmiştir. Fakat Osmanlı Devleti'nin artık inisiyatif ve irade ortaya
koyacak güçte olmaması, bu düzenlemelere rağmen, varlığını sürdürmesine
yetmeyecektir. Avrupa'nın yüzyıllar alan gelişim süreci içerisinde
tabiî biçimde ortaya çıkan müessese ve anlayışını, farklı bir tarih ve
kültürü olan toplumun bir anda benimsemesi beklenemez. İşte bu sebeple
inisiyatif ve irade eksikliğinin dışında, tabiî seyrinin dışında,
tepeden inme bazı düzenlemelerin sıkıntısı da çekilmiştir. Hatta her
inkılâp zamanında görülebilen, faydasız, hesapsız ve aşırı tutum ve
davranışlar tepki de görmüştür. Günümüzde hâlâ görülen şekilcilik veya
komplekslerden kaynaklanan çabuk benimseme ve reddetme alışkanlığının
temelinde de yaşanılan bu tecrübeler yatmaktadır.

TÜRK MİLLÎ MÜCADELE HAREKATI VE KUVA-YI MİLLİYE RUHU

GİRİŞ
XX. yüzyıl başları, bu tarihe kadar devam edegelen mücadele ve
muharebelerin, Türk milleti aleyhinde cereyan ettiği bir zamandır.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan savaşları
akabinde oluşan gruplaşmada tarafsız kalamamış ve Almanya'nın yanında
I. Dünya Savaşı'na girmek zorunda kalmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti'nin
hem zayıf durumda olması, hem de Avrupa siyaseti dahilinde tarafsız
kalması, o günkü şartlarda pek mümkün gözükmüyordu.

Mondros Mütarekesi'nden hemen sonra Anadolu, Müttefik Devletlerce işgal
edilmeye başlanmıştı. İşgallere karşı başlayan Millî Mücadele'nin
başarıya ulaşabilmesi ve millî istiklâlin sağlanabilmesi için verilen
mücadelenin hukuken tasvip ve teyit edilmesi gerekiyordu. Bu yönde
netice alınabilmesi için Mustafa Kemal Paşa liderliğinde sürdürülen
mücadele, askerî olduğu kadar siyasî bir mücadele idi.

Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmasından itibaren beyanatlarıyla
başlayan, kongrelerle ve nihayetinde Ankara Hükûmeti'nin kurulması ile
devam eden çizgide temel amacın, hukuken temsili sağlamak olduğu
görülür. Bu noktada en önemli mesele, Babıâli ve İstanbul Hükûmeti'dir.
İşgal kuvvetlerinin zorlayıcılığı ile İstanbul Hükûmeti'nin kendi
yapısından kaynaklanan hantallık ve âcizlik, millî istiklâli ciddî
olarak tehlikeye sokuyordu. Bu durumda yapılması gereken Anadolu'da
Millî Mücadele'nin başlatılması ve millî hukuku temin etmektir.
Nitekim, müttefikler İstanbul Hükûmeti'ni muhatap alıyorlar, Kuva-yı
Millîye'yi de "asi" olarak vasıflandırıyorlar ve Kuva-yı Millîye'nin
önlenmesi için sürekli baskıda bulunuyorlardı. Böyle bir ortamda Türk
milliyetçilerinin verdikleri mücadele iki buçuk yıl kadar devam etmiş
ancak, Ankara Hükûmeti hukuken temsil konusunda muhatap alınmamıştı.
1921 yılı Millî Mücadele tarihinde bu anlamda bir dönüm noktasıdır.
Zira bu yıl içerisinde cereyan eden olaylar, silâhlı mücadelenin gerçek
amacının anlatılmasını ve Ankara Hükûmeti'nin Müttefik Devletlerce
kabulünü, en azından kabulün başlangıcını sağlayacak bir mahiyet arz
edecektir.

Mondros Mütarekesi'nin imzalanması ülke üzerinde başlangıçta büyük bir
ferahlık meydana getirmişti. 1911 yılından beri savaşın içinde olan
Türk halkı bu durumdan umutlanmış ancak mütarekenin uygulanış şekli bu
ümitleri kısa sürede ortadan kaldırmıştır. Mondros Mütarekesi'nin
imzalanmasıyla ortaya çıkan Anadolu'nun haksız işgali meselesi, ülkenin
kurtuluşu için fevkalâde ciddî düşüncelere ve teşebbüslere ihtiyaç
olduğunun fark edilmesine
yol açmıştır. Haksız işgallere karşı tepki olarak ortaya çıkan Millî
Mücadele fikri, fiilî anlamda Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri vasıtasıyla
gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. "Müdafaa-i Hukuk" kavramı; Türklerin
millet olarak bağımsız bir devlet kurmak suretiyle yaşama hakkının,
Osmanlı payitahtına İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı
tanımayan Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı fiilî bir
mücadele sonunda elde etmeyi ifade etmektedir. Türk topraklarını işgal
eden emperyalistlere karşı kurulan bu tür idealist cemiyetlerden
bazıları ise şunladır;


KARS MİLLÎ İSLÂM ŞÛRASI
5 Kasım 1918' de kurulmuştur. 30 Kasım 1918'de Kars'ta büyük bir kongre
düzenleyerek Batum, Ordubat, Iğdır ve Ahıska'yı içine alan Türk
bölgelerinde bir Millî İslâm Şûrası Hükûmeti kurulmuştur. İngilizler
tarafından da tanınan bu hükûmet, 17-18 Ocak 1919'da adını "Cenûbî
Garbî Kafkas Hükûmeti" olarak değiştirdi ve Türk bayrağını millî
bayrakları olarak kabullendi. Ancak kısa süre sonra İngilizler
tarafından 13 Nisan 1919'da parlâmentosu basılarak ortadan
kaldırılmıştır.


MİLLÎ KONGRE
Mondros Mütarekesi sonrası Rumların İstanbul'da teşkilâtlanıp
"Megalo-İdea" uğrundaki çalışmalarına engel olmak için, göz hekimi Dr.
Esat Paşa'nın çağrıları ile Türk Ocağı, Kızılay, Muallimler Cemiyeti,
Baro ve her fakültenin mezunlar cemiyeti başta olmak üzere 70 kadar
cemiyetten 2'şer temsilcinin katılması ile 29 Kasım 1918' de "Millî
Kongre" adı ile partiler üstü bir teşkilât kuruldu. Tüzüğünde
belirtilen amacı, dünyada Türkler üzerinde yapılan haksız ve yalan
yayınlara ilmî yoldan ve belgeler vasıtasıyla cevap vermek idi. 1919
yılı içinde Millî Kongre, İngilizce ve Fransızca olarak "Dünya Kamuoyu
Önünde Türkiye", "Ermenilerin Müslüman Ahaliye Yaptıkları Mezalim
Hakkında Belgeler" ve "Avrupa'nın Ünlü Yazarlarına Göre Türkler" gibi
değerli eserler neşretti. 1919 yılı sonunda milletvekili seçimlerinde
adayların tespit ve tanıtılmasında Türk milliyetçilerini destekleyen
Millî Kongre, 28 Ocak 1920'de "Misak-ı Millî"nin hazırlanmasına da
fikrî anlamda hizmet etmiştir. İstanbul'un 16 Mart 1920' de resmen
işgali üzerine, çalışmalarını durdurmuşsa da, Mustafa Kemal Paşa'yı ve
Ankara'da toplanan Meclisi fikren desteklemekten geri
kalmamıştır.


TRAKYA-PAŞAELİ MÜDAFAA-İ HUKUK-I HEYETİ OSMANİYESİ
2 Aralık 1918' de, Edirne'de, Yunan istilâ ve işgaline, Mavr-i
Miracıların iddialarına direnme ve cevap vermek gayesiyle kurulmuştur.
Trakya'nın ırk, kültür, ekonomi ve tarih bakımından Türklere ait
olduğunu ispat için çalışmıştır. "Yeni Edirne" ve "Ahali" adlı iki
gazete çıkarmıştır.


İZMİR MÜDAFAA-İ HUKUKU OSMANİYE CEMİYETİ
Nurettin Paşa'nın gayretleri ile kurulan bu cemiyet Rum iddialarına
karşı mücadele için 26 Aralık 1918'de kurulmuştur. 1918 yılının Aralık
ayı sonunda İzmir'de kurulan "Müdafaa-i Vatan Heyeti" adlı cemiyet 14
Mayıs 1919 günü İzmir'e Yunan askerlerinin geleceği haberini protesto
için beyannameler bastırıp dağıtırken adını İlhak-ı Red heyetine
çevirmişti. İzmir'in işgalinin ertesi günü İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı
Osmaniye Cemiyeti ile birleşerek faaliyetlerini yürütmüştür.

VİLÂYAT-I ŞARKİYYE MÜDAFAA-İ HUKUKU MİLLÎYE CEMİYETİ
Erzurumlu Raif Hoca ile Diyarbakırlı Süleyman Nazif cemiyetin merkezini
2 Aralık 1918'de İstanbul'da kurmuşlardır. Çıkardıkları Fransızca ve
Türkçe "Hadisat" gazetesi ile Doğu illerimizin Türklüğünü ve
İslâmlığını müdafaaediyor, Ermenilerin hiçbir zaman çoğunluk teşkil
etmediklerini belirtiyor ve Kürdistan Teâli ve Teâvün Cemiyeti ile de
mücadele ediyordu. Mart 1919'da "Albayrak" gazetesini yeniden faaliyete
geçirilerek cemiyetin fikirlerini yaymaya başladı. 3 Mayıs 1919'da
Kâzım Karabekir Paşa'nın 15. Kolordu Komutanı olarak göreve başlaması
ile birlikte cemiyet Kâzım Karabekir Paşa'nın şahsında bir baş, bir
koruyucu ve kuvvetli bir el bulmuştur. (Tayyib Gökbilgin, Millî
Mücadele Başlarken Mondros Mütarekesinden Sivas Kongresine, Cilt,
Ankara,1959,s.74.). Cemiyet, Mustafa Kemal başkanlığındaki Erzurum
Kongresini yaparak, 7 Ağustos 1919'da Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetine katıldı.


MUHAFAZA-İ HUKUK CEMİYETİ
Cemiyet bölgesel bir amaca dayanarak ortaya çıkmış olmakla beraber
Karadeniz kıyılarında hak iddia eden Pontusçu Rumlara, ayrıca
Ermenilere karşı mücadele ediyordu.12 Şubat 1919'da kurulan bu
cemiyetin başkanlığını Trabzonlu Barutçuzade Ahmet Hoca yapıyordu.
"İstiklâl" adlı gazetelerini çıkararak Rum iddialarının çürüklüğünü,
Ermenistan hayalinin boş olduğunu yurttaşlara ve dünyaya duyurmaya
çalışmışlardır. Cemiyet mensupları Erzurum Kongresi'ne iştirak ederek
kongre sonunda kurulan Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine
katılarak çalışmalarını genişletmişlerdir.


KİLİKYALILAR CEMİYETİ;
İstanbul'daki Adanalı, Maraşlı, Antepli ve Tarsusluların Ermenilere
karşı 20 Aralık 1918'de kurduğu bu cemiyetin başkanlığını Rifat Bey
yapıyordu. Cemiyet yayın yolu ile işgale ve "Kilikya Ermenistanı"
kurulmasına engel olmak istiyor, bunun içinde bölgede silâhlı
mücadeleyi plânlıyordu. Daha sonra cemiyet, merkezini Adana'ya
nakletmiştir.

Mustafa Kemal Paşa için artık tarihî görev başlamıştı. Bu dönemden
sonra Osmanlı Devleti bir süre âdeta iki elden idare edilecekti. Çünkü
Mustafa Kemal Paşa her gittiği yerde halkın arasına girerek İstanbul
Hükûmeti gibi halkı sükûnete değil, tersine onları harekete geçirmeye
çalışacaktı. Yine O, sadece bir komutan olmayacak valiler ve millî
teşekküllerle muharebe eden, Türk milletini düştüğü kötü durumdan
haberdar eden, memleketin dertlerini dert edinen bunlara çare arayan,
cemiyetleri toplayıp kararlar alan bir önder olacaktı.

Mustafa Kemal Paşa Samsun'a gelir gelmez ordu müfettişliği görevinin
kendisine yüklediği görevleri yerine getirmek amacı ile hazırlamış
olduğu 22 Mayıs 1919 tarihli rapor, Millî Mücadele hareketinin, Türk
insanın hangi temel değerleri üzerine bina edildiğini göstermesi
bakımından fevkalade önemledir.

Millî Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden rapor ana hatlarıyla şu fikirleri ihtiva etmekteydi;

* Samsun bölgesi Rumları siyasî emellerinden vazgeçerlerse, asayiş kendiliğinden düzelir,
* Türklüğün yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü yoktur,
* Yunanlıların İzmir'de hakları yoktur. İşgal geçicidir.
* Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır.

Mustafa Kemal Paşa Samsun'dan sonra ilk iş olarak 28 Mayıs 1919'da
Havza'dan bütün ülkeye, kumandanlara, mülkî amirlere "Millî Teşkilât"
kurmaları ve mitingler düzenlemelerini isteyen bir tamim gönderdi. Bu
tamim doğrultusunda ülkenin her köşesinde İzmir'in işgaline tepki
olarak yüzün üzerinde mitingler tertip edilmiş ve Anadolu Türk
insanının sesi dünya kamuoyuna duyurulmaya çalışılmıştır.

Samsun ve Havza'dan sonra Amasya'ya geçen Mustafa Kemal Paşa, 22
Haziran 1919 tarihinde Türk milletine hitaben Amasya Tamimini
yayımladı. Amasya Tamimi Türk İnkılâp Tarihimizde hukukî ve siyasî
önemi ile yeni Türk devletinin kuruluşunu hazırlayan bir temel vesika
olması bakımından daima özel bir değer ifade etmiştir. 3 Temmuzda
Erzurum'a gelen Mustafa Kemal Paşa, burada bütün görevlerinden hatta
askerlik mesleğinden istifa etti ve milletin bir ferdi olarak vatanın
kurtuluşu için mücadelesine devam etti.

23 Temmuz 1919 günü başlayan Erzurum Kongresi yaptığı çalışmalar
sonrasında on maddelik bir beyanname yayımladı. Erzurum Kongresi
beyannamesi Türk milletinin kendi geleceğinin kendisi tarafından tayin
edilmesi gerektiğini ortaya koymuş ve bu uğurda gerekli her türlü
tedbiri almakta serbest olmasını ifade ederek millî iradeye dinamik ve
pratik bir yön vermiştir. Erzurum Kongresi Beyannamesi çok az
değişiklikle 4-12 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas
Kongresi'nde de kabul edilmiştir. Geniş katılımın sağlandığı Sivas
Kongresinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri birleştirilerek "Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adında tek kuruluş durumuna
getirilmiştir. Erzurum Kongresi'nde ortaya çıkan ve adeta geçici bir
hükûmet niteliği taşıyan "Heyet-i Temsiliye" Sivas Kongresi'nde sayıca
genişletilmiş ve Heyet-i Temsiliye başkanlığına da Mustafa Kemal Paşa
getirilmiştir.

Heyet-i Temsiliye'ye vatanın bütününü temsil etmek yetkisi verildi.
Sivas Kongresi'nde İtilaf Devletleri'ne karşı takınılan tavır daha da
sertleşmiş, milletçe müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir. Sivas
Kongresi'nde ortaya çıkan önemli bir sonuçta ileride Meclis-i Mebusan
tarafından kabul edilecek olan Misak-ı Millî kararlarının tespit
edilmiş olmasıdır. Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin yanı sıra Batı
Anadolu'da toplanan Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri Millî Mücadele
hareketinin ülke geneline yayılması ve destek görmesi bakımından kayda
değer gelişmeler olarak kabul edilir.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:19 pm
Anadolu'da meydana gelen ve bir tepki olarak ortaya çıkan bütün
kongrelerde millet ve milliyet kavramları ön plândadır. Bu kavramlar
Türk tarih ve kültürünün gelişme seyri içerisinde kaçınılmaz bir netice
olarak siyasî bir kimliğe bürünmüş ve yeni Türk devletinin kuruluşunun
temel felsefesini oluşturmuştur.

Anadolu'daki bu gelişmeler karşısında İtilaf Devletleri 16 Mart 1920
tarihinde İstanbul'u resmen işgal ederek Meclis-i Mebusanı
dağıtmışlardır. Osmanlı Meclis-i Mebusan'ın dağıtılması ile artık Millî
Mücadele'nin ağırlık merkezi tamamen Anadolu'ya kaymış oluyordu.

MİSAK-I MİLLÎ
Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919 tarihinde Sivas'tan Ankara'ya geldi
ve meclisin toplanması için hazırlıklara başladı. Sultan Vahideddin
tarafından 21 Aralık 1918'den beri feshedilmiş bulunan mebuslar
meclisinin toplanması için yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Paşa ilk
defa Erzurum mebusu olarak parlâmento üyesi oldu. Meclis-i Mebusan'a
seçilen 168 üyenin ancak 72'si İstanbul'da 12 Ocak 1920 günü açılan
Meclise katılabilmiştir.

Meclis-i Mebusan'ın faaliyet gösterdiği dönem içerisinde aldığı en
önemli karar Misak-ı Millî'nin kabul ve ilânıdır. Müsveddeleri Mustafa
Kemal Paşa tarafından hazırlanan Misak-ı Millî metni Meclis-i
Mebusan'ın 22 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda ele alınmış üzerinde
çok az değişiklik yapılarak 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilmiştir.
Gizli oturumda kabul edilen Misak-ı Millî esasları 17 Şubat 1920
tarihinde dünya kamuoyuna ilân edilmiştir.

Misak-ı Millî, İstiklâl Harbimiz sırasında Türk milletinin maksatlarını
özetleyen ve Millî Mücadele'nin başından sonuna kadar değişmeyen bir
programın adıdır. Mustafa Kemal Paşa, esaslarını Millî Mücadele'den
yıllar önce tespit ettiği ve bulduğu çıkış yolunu cesaretle ortaya
koyduğu bu programın ilk müsveddelerini 1919 yılı Aralık ayı sonunda
yazmıştır.
Misak-ı Millî metni üzerindeki ilk görüşmeler Ankara'da Mustafa Kemal
Paşa'nın idare ettiği Heyet-i Temsiliye toplantılarında yapılmıştır. Bu
özel toplantılar sonunda Türk istiklâlinin esaslarını tanzim eden bir
metin hazırlanmış ve bu metin başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere
Heyet-i Temsiliye üyeleri tarafından imzalanmıştır. Misak-ı Millî metni
Trabzon Mebusu Hüsrev Gerede'ye verilmiş, o da bunu, mecliste sulh
programını tetkikle görevlendirilen komisyona ulaştırmıştır. . Yusuf
Kemal Bey hatıratında komisyona gelen metinden söz etmemekte , buna
karşılık Rıza Nur Bey, Misak-ı Millî esaslarının zaten daha önce
İstanbul basınında çıkan çeşitli makalelerdeki cümleler ve hakikatler
olduğunu ifade ederek, "Misak-ı Millî adını düşünen ve onu yapan
İstanbul meclisidir" demektedir. Ona göre meclis, bilinen esaslara bazı
ilaveler yaparak yeni bir düzen vermiştir.

Meclis-i Mebusan'a intikal eden metin, 22 Ocak 1920'de Felah-ı Vatan
Grubunun gizli toplantısında Hüsrev Bey tarafından okunmuş, 28 Ocak
1920'de de resmî olmayan gizli toplantıda oylanarak mevcut bütün
üyelerin ittifakı ile kabul edilmiştir. Adı geçen meclisin yaptığı
başlıca işe yarar şey de bu olmuştur. Misak-ı Millî veya Ahd-ı Millî
Beyannamesi olarak adlandırılan bu belge, İstanbul'un işgali ve
mebuslar meclisinin tasfiyesi üzerine Ankara'da
toplanan ve Türk milletinden feyz alan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin
kuruluşunun yegâne nedeni olmuştur. Toplandığı ilk gün millî Misak'a
bağlılığını açıklayan meclis, bu sadakatini sarsılmaz bir şekilde
sürdürmüş ve onun gerçekleşmesini amaç bilmiştir.

Misak-ı Millî sınırları esasen, I.Dünya Savaşı'nda düşmanlarımız olan
İtilaf Devletleri'nin Osmanlı Devleti'ne taahhütleri idi. Müttefikimiz
Almanların yenilmesi ile Mondros Mütarekesi'nin tatbikatından önce,
Ahd-ı Millî ile çizilen sınırları bize garanti etmişlerdi. Bu garanti
olağan bir şeydi. Yenik olarak çıktığımız bir savaşın sonunda dahi,
Hatay, Musul-Kerkük, hatta Batum ve Halep Türk sınırları içerisindeydi.
Batı Trakya Türkiye'ye katılmaya hazır, Boğazlar, bütün hukuku ile
hükmümüze bağlı idi. Kıbrıs iade edilmek üzere İngilizler'e
kiralanmıştı. Yani, İngilizler ve Fransızlar, verdikleri sözden
dönmeselerdi, Türkler, İstiklâl Savaşı olmadan dahi Millî Misak
sınırlarını koruyacaktı.

İstiklâl Harbi'nin sonunda ise, verilen o muazzam mücadeleye rağmen
Lozan Barışı'ndan düşmesi gereken pay alınamamıştır. Hâlâ da kudsî
yemin sınırlarımızın çok gerisindeyiz. Gerçi, Lozan'ı içine
sindiremeyen girişimleri ile ******, Hatay'ı Türkiye'ye bağlatmış ve
boğazlar üzerindeki hayati hukukumuzu geri aldırmıştı. Lâkin,
******'ün ölümünden sonra, gözden ve gönülden çıkarılan Millî Misak
ülküsü tamamen yanlış algılanır olmuştur.

******, Misak-ı Millî ile ilgili olarak şunları söylemektedir. "Türk
milletinin , kalbinden, vicdanından sahih ve mülhem olan en esaslı, en
bariz arzu ve iman malum olmuştu :

Kurtuluş...Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde arzu-yu millî tebellür
ettirilmiş ve ifade olunmuştu...Milletin amal ve maksadını da . kısa
bir programa esas olacak surette toplu bir tarzda ifadesi de görüşüldü.
Misak-ı Millî unvanı adı verilen bu programın ilk müsveddeleri de, bir
fikir vermek maksadıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisi'nde bu esaslar,
hakikaten toplu bir surette tahrir ve tespit olunmuştur...Malumdur ki,
Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde tespit olunan esasat, son Osmanlı
Meclis-i Mebusanı'nca kabul ve teyit olunup, Misak-ı Millî namı
altında, züpte edilmiş idi. Bu esasat, Birinci Büyük Millet Meclisi
tarafından da kabul edilerek, o daire dahilinde memleketin
tamamiyyetini ve milletin istiklâlini temin ederek sulhu müsalemeti
istihsale çalışıyordu." Mustafa Kemal Paşa'nın da yukarıda yer alan
ifadelerinde de tespit ettiği gibi Misak-ı Millî, Millî iradeyi temsil
eden milletvekillerinin namüsait şartlarda ortaya koyduğu bağımsızlık
bildirgesidir.

Misak-ı Millî ne bir efsane, ne de tarihîn derinliklerinden intikal
etmiş bir destandır. Misak-ı Millî, Türklerin var olduğu devirlerden
itibaren karakterinde mevcut olduğuna inandığımız İstiklâl fikrinin
modern manadaki ifadesi ve tezahürüdür. Misak-ı Millî bölünmez bir Türk
yurdunun sınırlarını tespit eden ve günümüzde de canlılığını muhafaza
eden fevkalâde öneme haiz hukukî ve siyasî bir vesikadır.

ANADOLU KADINLARI MÜDAFAA-İ VATAN CEMİYETİ
5 Kasım 1919'da Sivas'ta kurulan cemiyet memleketin bütünlük ve
istiklâlini müdafaa uğrunda bütün Anadolu'nun birliği için çalışmak
gayesiyle mitingler tertip etti. İtilaf Devletleri temsilcilerine
protesto telgrafları gönderdi.Millî şuura sahip bütün bu dernekler
Sivas Kongresi'nde 7 Eylül 1919'da birleşerek "Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti " adını almışlardır. Mustafa Kemal Paşa'nın
İstanbul'daki Hazırlıkları ve Millî Mücadelenin Başlaması Mustafa Kemal
Paşa İtilaf donanmalarının mütareke hükümlerine göre İstanbul'u fiilen
işgal ettiği 13 Kasım 1918 tarihinde bu şehre gelmişti. Gördüğü manzara
karşısında çok sinirlenen Mustafa Kemal Paşa'nın yaverine söylediği
"Geldikleri gibi giderler" sözü meşhurdur.

Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçmeden önce İstanbul'da kaldığı altı
aylık süre Millî Mücadele hareketinin başlangıcını oluşturan hazırlık
dönemidir. Bu dönem yakın tarihimizde yeni Türk devletinin
yapılanmasında siyasî ve fikrî temellerin oluştuğu fevkalâde öneme haiz
tarihî hadiseler silsilesi ile doludur. Mustafa Kemal'in İstanbul'da
bulunduğu süre içerisinde düşüncesi, henüz Mebuslar Meclisi'nde güven
almamış bulunan Tevfik Paşa kabinesine, mecliste güvenoyu verilmesini
önleyerek, iş başına millî ülküye bağlı, azim ve kuvvet sahibi bir
kabine geçmesini sağlamaktı. Bu fikrini tanıdığı ve güvendiği
arkadaşlarına, bir kısım milletvekillerine de kabul ettirmişti. Fert
fert yaptığı bu temas ve anlaşmaları yeterli görmeyerek, Tevfik Paşa
kabinesine giderek milletvekillerini toplu bir hâlde görmek ve fikrini
orada da anlatmak istedi. Mustafa Kemal mecliste bir salonda toplanan
milletvekillerine düşüncelerini açık olarak anlattı ve o gün için
alınacak tek tedbirin kabineye güvenoyu vermemek olduğunu söyledi.
Böyle bir karar karşısında meclisin dağılması ihtimalinden bahsedenlere
bunun muhakkak olduğu ve esasen kabine güvenoyu alırsa ilk işinin yine
meclisi dağıtmak olacağı cevabını verdi. Uzun tartışmalardan sonra bu
hususî toplantıda bulunan milletvekilleri Tevfik Paşa kabinesini
düşürmeye karar verdiler. Biraz sonra meclisin resmî toplantısı açıldı
ve Sadrazam Tevfik Paşa, kabinesiyle gelerek beyannamesini okudu.
İstediği güvenoyunu meclisten tartışma bile olmadan aldı. Dinleyici
localarından birinde meclisin çalışmalarını takip etmiş olan ve o günkü
neticeden hiç memnun kalmayan Mustafa Kemal'in evine döner dönmez ilk
işi, Padişah'ın başyaveri vasıtasıyla Vahdettin'den bir görüşme istemek
oldu. Padişah 22 Kasım 1918 Cuma günü selâmlıktan sonra kendisini kabul
edeceğini bildirmişti.

Padişah, cuma günü herkese tercihen, Mustafa Kemal'i kabul etmiş ve
onun düşündüklerini anlatmasına yer bırakmayarak, ordunun, komutan ve
subaylarının Mustafa Kemal'i çok sevdikleri için onlardan kendisine bir
fenalık gelmeyeceğini temin etmesini istemişti. Buna karşılık Mustafa
Kemal tarafından kendisine sorulan "...ordu tarafından aleyhinize
hazırlanan bir harekete dair malûmat ve mahsusatınız mı var?" sorusuna,
padişah kesin bir cevap vermemekle beraber o gün için değilse bile
ilerisi için böyle bir ihtimali mümkün gördüğünü istemeyerek ifade
etmişti. Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, Mütareke Dönemi'nde
İstanbul'da, iktidara gelmenin bütün yollarını denedikten sonra,
Anadolu'ya geçmek ve "millî mukavemet"te bulunmak gibi "ağır ve kat'i"
bir kararı her yönüyle incelemiş ve "bundan başka bir şey yapmak
ihtimali kalmadığına" inanmış idi. Sonunda devletin ve milletin
İstanbul'dan kurtarılamayacağını anlayan M. Kemal Paşa Anadolu'ya
geçerek millî mukavemette bulunma kararını vermiştir. Bu karardan sonra
Anadolu'ya geçerek millî mukavemet kararına varmakla iş bitmemiştir.
Bundan sonra O, mümkünse resmî bir görevle, bu mümkün olmazsa özel
olarak Anadolu'ya geçme ve orada bir Millî Mücadele hareketini
başlatmanın çarelerini aramaya başlamıştır. Bu hususta ona başta Ali
Fuat Cebesoy olmak üzere arkadaşlarının büyük yardımı olmuştur. Önce
Mustafa Kemal Paşa'ya Anadolu'da görev verilmesi için kendisinin
hükûmette etkili bir kişiye tavsiye edilmesi gerekmiştir. Bu işi yapan
kişi, Ali Fuat Paşa'dır. Ali Fuat Paşa, daha sonra dahiliye nazırı olan
Mehmet Ali Bey'e Mustafa Kemal Paşa'yı tavsiye etmiş ve onu bu hususta
ikna etmiştir. Mehmet Ali Bey Samsun ve çevresinde bir asayişsizlik
durumu ortaya çıkıp, İngiliz işgal komutanlığının Osmanlı Hükûmeti'ne
protestolu bir rapor verdiği sırada dahiliye nazırı idi. Damat Ferit
Paşa, Mehmet Ali Bey'e dahiliye nazırı olarak meselenin halli hususunda
fikrini sormuştur. O da, bölgeye dirayetli ve tam salahiyetli bir
komutanın gönderilmesi gerektiği ve bu komutanın da Mustafa Kemal Paşa
olabileceği şeklinde fikrini beyan etmiştir.
romaryu
romaryu

Büyük Türk Tarihi 1210
Erkek Yengeç
Köpek
Mesaj Sayısı : 427
Doğum tarihi : 07/07/82
Yaş : 41
Nerden : Kalbinin Derinliklerinden
İş/Hobi : bilgisayar kurdu
İleti : Kızgın Adam
Bilgi :
Muradiye Forum Bilgi Paylaşım PlatformuRep Gücü : 0
Rep Puan : 0
Kayıt tarihi : 08/11/08
http://muradiyeforum.net

Büyük Türk Tarihi Empty Geri: Büyük Türk Tarihi

Ptsi Şub. 09, 2009 6:20 pm
Mehmet Ali Bey, meselenin halli için sadece Mustafa Kemal Paşa'yı
tavsiye etmekle kalmamış aynı zamanda sadrazamı bu hususta ikna etmeyi
de başarmıştır. Bu görüşmeden sonra Erkân-ı Harbiye-yi Umumiye Reisi
Cevat Çobanlı ve Mustafa Kemal Paşalar ile yemek yiyen Damat Ferit
Paşa, bir gün sonra Harbiye Nazırı Şakir Paşa'ya Samsun ve çevresindeki
olayın araştırılmasına Mustafa Kemal Paşa'nın memur edilmesi emrini
vermiştir. Bundan sonra, "9. Ordu Müfettişliği" olarak gerçekleşecek
tarihî tayinin işlemlerine geçecektir. Türk İstiklâl Savaşı'na
başlangıç teşkil eden bu tayin tesadüfler sonucu olarak değil, Mustafa
Kemal Paşa'nın Mütareke Dönemi'nde gösterdiği şuurlu faaliyetleri
sonucu gerçekleşmiştir. Mütareke Dönemi'nde Mustafa Kemal Paşa memleket
meselelerinin dışında veya gerisinde kalmamıştır. O, herkesin her
şeyden ümidini kestiği bir dönemde kendisine, devletine ve Türk
Milleti'ne olan güvenini yitirmemiştir. Kurtuluşu başka bir devletin
himaye ve desteğinde değil, kendi gücümüzde görmüştür. O'nun Mütareke
Dönemi'nde İstanbul'da gösterdiği faaliyetlerin temelinde bu inanç ve
karar vardır.

Mustafa Kemal Paşa'nın fikrî faaliyetlerinin başlıca hedefi Anadolu'ya
geçerek millî mukavemet hareketini başlatmak olmuştur. O, bu gaye ile
bir taraftan yakın arkadaşlarını bu fikir etrafında hazırlarken, diğer
taraftan bunun tahakkuku için yollar aramıştır. Gerçekten de Mustafa
Kemal Paşa, bu ideal için sadece önüne çıkan fırsatları
değerlendirmekle kalmamış, amacı doğrultusunda yeni fırsatlar meydana
getirerek bunlardan azamî ölçüde yararlanmıştır. Diğer bir ifade ile O,
tarihin önüne çıkardığı fırsatlardan azamî ölçüde yararlanmasını
bilmiştir. Bu büyük liderlere mahsus bir özelliktir. (Mustafa Kemal
******, Nutuk, Cilt-III, Ankara,1984.; Ali Fuat Cebesoy, Millî
Mücadele Hatıraları, İstanbul, 1953.; Kâzım Karabekir, İstiklâl
Harbinin Esasları, İstanbul,1972.)
Sayfa başına dön
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz